İndiğimden beri böyle… Arılar sardı her yanımı. Her.
Kestiler yüzümü… Unutulmuş bir ilkçağ kasabasıydı burası. Ben unutmadım. Sarı
arılar sardı her yanımı. Kızıl sular döküldü oradan. Orası. Kale… Kalem... Benim... Küflenmişti
bulutlar kalenin kıyısında. Tırmandım tutmak için onları. Düşe kalka vardım
zirveye. İçime çektim zirveyi, oh. Nefis. Bacaklarım kanadı, zehirli zehirsiz
otlara belendi. Tırmandım. Daha da yukarı… Ses, beni çağırıyordu. Bilmem ne
renk bir taşa tutundum, düşmemek için. Beni hayal edin. Neredeyse öleceğim,
neredeyse…
Kalenin muhafızları yoktu, benim de bir öyküm… Dizlerimde
sızı birikti patikada. Kendimi kaldırdım yerden… Buralara nasıl geliyordu
rüzgâr? Nasıl akıyordu kızıl su? Nasıl?
Nefes alıyordum… Kan ter içinde kaldım. Taşların dizildiği ilk
anı hissettim, gülümsemeyen o adamı, sisli bir geceyi, sözsüz bir şiiri…
Yeşil-lik dolu tarlaları gördüm arkada. Kendimi görmek/gömmek için etrafıma
bakındım. Kimsecikler yoktu. Artık yazabilirdim. Sis birikti kasabada.
Dükkânlar boşaldı kalem elimdeyken. Çiçekler soldu, hissettim. Parkın
kıyısındaki arılar çıldırdı, birbirlerini soktu. Bileklerim karardı, ne de
zalim… Dökülüyordu şimdi üstüme bir ton yağmur, o kara buluttan. Çok ıslandım. Kızıl kızıl. Islanmak sözcüğü az bile… Nuh’tan kalma bir sağanak. Kör fırtına bu… Yok, bir
sığınak! Su korkusu boğacaktı... Kasabayı izledim göz ucuyla. Ölü bir kuş gökyüzünde yüzdü. Arılar,
sarılar… Her yanımı soktu. Dişlerim sıkıca kenetlendi.
Fırlattım kalemi (Kale mi kalem mi?), unuttum tüm
yazacaklarımı. (Bu benim kalem, ben kalede bir kalemim.) Peşimden gelmişti her nasılsa.
“Seni arıyordum.” dedi. Sözcükleri ve umudu yutarak konuşuyordu. Giderek
yaklaşıyordu. “Neden yazmadın?” Bilmiyordum cevabı. Kocaman bir kafası vardı.
Daha önce hiç görmemiştim onu. Köpeği de yanındaydı. Gülümsedi ıslak. “Bu kasaba…”
dedi “ Herkesi öldürüyor, ölümü bile…” Yeşil tarlaları gösterdi ellerini yumruk
edip, yağmur beni hala döverken… Köpeğine sarıldı sımsıkı, öyle ki hangisinin
köpek olduğunu seçemedim. Sarı bir renge büründüler, ikisi de şarkı söylüyordu.
Döndüler, döndüler… Dönerek, yeşil tarlalara doğru süzüldüler… Gülümsedim ben
de… “İşte bu.” dedim “İşte bu.” Ölümünü
yaşamak.
Bedenimi kolaçan ettim. Yanık izlerimi, kesikleri, kambur
yapımı… Yağmur çoktan ölmüştü. Sarı arılar beni aralarına aldılar. Yağmurdan
arta kalan bir sızı vardı b-enliğim-izde… Ölüm
şenliğimizde. Kapladılar derimi. Kirpiklerim dökülmeye, tırnaklarım
sökülmeye başladı. Kalenin asırlık muhafızlarıydı onlar, arılar. Gözlerim
birbirine bulandı. Her yerim arı… Sapsarı…
Doğruldum çıldırdığım yerden…
Yeni bir ben’dim artık. Daha canlı, pek diri. Adım attım
biraz daha. Az daha… İçim içimi yiyordu. Arı bir varlıktım… Aşağı yuk-arı. Sarı-ldım
kendime. (Bu kadar, arı-sarı yeterdi.)
Köpeğini seven ve köpeğine dönüşen adamı düşündüm bir an.
Arılar iğnelerini bırakıyor, düşümü bölüyordu. Terk edilen kasabanın hesabını
soruyorlardı benden. “Ben yazmadım, ben!” Öldüreceklerdi beni, iğne iğne… Yeşil
tarlalar beni çağırıyordu, ne güzel! B/ölemeyecektim ölümü.
Duramadım yerimde, dişlerimi gıcırdattım, yeter, yeter,
bırakın beni! Öleceğim bugün. Bıraktım kendimi zirveden… İçim çekildi, arılar
ve iğneler, sökülüyordu bedenimden… Özgürleşiyordum, inadına. Bunu böyle hayal
edin, böyle…
Ölü kuş gibi yüzdüm havada… Düşmedim... Sıcak, kavurma
yapıyordu… Çok sıcak… Sarı Sıcak hatta. Güneş dökülüyordu havadan, yağmura
karışıp… Tüm iğne deliklerim tıkandı. Oh. Isındım, acı arttı, ölüm yakınlaştı,
oh, ölüm kapıda, kapı gibi ölüm…
Havada süzülüyorum hala… Herkes unuttu bu kasabayı, ölüm
bile. Deme öyle, öleceğim ben. Hemen… Arılar… Gidin yanımdan, benimle birlikte
ölüyorlar… Yok oluyorlar… Yine o kaleyi düşündüm, kalenin yapımında ağlayan
çiçekleri, solanları, bütün olanları… Düşündüm düşerken…
Avuçlarımda bir topak arı…
Denize düşüyorum, yeşil tarla dururken…
Neden?
Sapsarı olmuş ellerim, ölecek miyim ne, ölümü yazarken?
Aldı beni bir gülümseme. Değil. Ölümseme…
No comments:
Post a Comment