SESSİZ
EV’İN SESLERİ
“Sabah işe gidiyorlar, akşam
işten dönüyorlar, sabah işe gidiyorlar, akşam işten dönüyorlar, sabah işe
gidiyorlar, akşam işten dönüyorlar, zavallılar, bilmiyorlar, bilmiyorlar!” (Sessiz
Ev / ‘Hasan’ karakterinin ağzından)
Orhan Pamuk’un Sessiz Ev’inin 32 bölümü beş farklı
karakterin bakış açısından, birinci kişi anlatımı ile aktarılır. Kişiler ve
sözü devraldıkları bölüm sayıları şöyledir: Hasan (8 bölüm), Babaanne (7
bölüm), Recep (6 bölüm), Faruk (6 bölüm) ve Metin (5 bölüm). Eserin açılışını
Recep yaparken nihayetini Babaanne/Fatma Hanım karakteri oluşturur ve eserdeki
bu iki zıt karakter sessizlik dışında başka bir noktada daha örtüşmüş olur,
belki de bir araya ancak bu şekilde gelecek ve Sessiz Ev’in ses’i olacaklardır.
----------
Gebze’ye bağlı Cennethisar’da hayat bulan öykünün girişi evin
uşağı Recep karakterinin Babaanne’yi yemeğe çağırması ile açılır. Babaannenin
torunları Metin, Faruk ve Nilgün her zamanki gibi, yılda bir kere Fatma Hanım’ın
evine gelecek ve mezarlık ziyareti yapılacaktır hep birlikte.
Recep’in Mecburi Sessizliği
55 yaşındaki Recep, bir cücedir. İnsanlarla konuşmaya
çalışır ama alaya alındığını, küçümsendiğini hisseder. Bu da onu gizlenmeye,
saklanmaya iter. Kahvehaneye gittiği bir gün ona istinaden dile getirilen
gazete haberi keyfini kaçırır. Yazının başlığı şudur: ‘Üsküdar’daki Cüceler
Evi!’ İnsanların kötülüğüdür Recep’i üzen: “Ama cüce olduğum için üzülmüyorum,”
dedim. “İnsanlar elli beş yaşındaki bir cüceyle alay edebilecek kadar kötü
oldukları için üzülüyorum asıl ben.” (Pamuk 11)
Eserin merkezinde yer alan Recep karakteri, özellikle
Selâhattin Bey karakterine ve Faruk’a yaptığı göndermelerle, geriye dönüş tekniği ekseninde, öne
çıkar. Recep, yasak bir aşkın meyvesidir ve bu durum onun, Sessiz Ev’deki varlığını, cüceliğini, eksikliğini, sessizliğini
açıklar. Sessizdir Recep, suskundur. Susmalıdır, çaresiz, sadece susmalıdır:
Büyükhanım'la konuşmak isterim,
ama o konuşmaz, ben susarım ve insanın nasıl böyle sessiz kalabileceğine
şaşarak bakarım ve masanın üstünde gezinen elinin ağır hareketlerinden
korkarım: İçimden sanki çığlık atmak gelir: İhtiyar, hain örümcekler gibi
elleriniz Büyükhanım! (170)
Recep’in suskunluğu, sessizliği ona seslenen bir eser
karakterinin şu sözleriyle desteklenir: “Oysa vakit, ah, ne az!
Allahaısmarladık benim zavallı, sessiz evlâdım, bari sana son bir nasihat edeyim,
dinle beni Recep: Geniş ve özgür ol, kendine ve yalnızca kendi aklına inan
anlıyor musun?” (312) Recep de Sessiz Ev’in
sessiz kişilerinden biridir ve Fatma Hanım’ın sessizliğinin tanığı, ortağı ve
sebebidir.
Babaannenin Bilinç
Akışı
90 yaşındaki Babaanne/Büyükhanım/Fatma geçmişte yaşamaktadır
mütemadiyen. Zihni bilinç akışı
tekniğinin sınırları dâhilinde yıllar önce ölen eşi Selâhattin Bey’in
sözleriyle doludur. Selâhattin Bey, tüm konuşmalarını Fatma Hanım ve Recep
karakterlerinin bölümlerinde gerçekleştirir. Selâhattin Bey, bir bilim
insanıdır, doktordur. Bilimi, deneyi öne çıkarır ve kesin gerçeklikler
üzerinden hareket eder. Dini reddedici bir ruh halindedir. Ulvi bir konuma
yerleştirdiği ansiklopedi, bir
aydınlanma nesnesidir. Ansiklopedi, kitleleri aydınlatma, nesnel bağlamda
bilgilendirme açısından mühim bir eserdir. Ansiklopediyi tamamlamak için otuz
yılını harcar Selâhattin Bey ve bu süre içerisinde Fatma Hanım’ı da kendisi
gibi düşünmeye zorlar. Bu baskı altında ezilen Fatma Hanım eşinin sürekli içki
kullanması ve onu aldatması nedeniyle kendi içine çekilir, bir mezar kazar
mecazen ve buraya gömülür. Belki de bu nedenle aksi ve sevimsiz görünür. Ayrıca
geçmişin güzellikleri, yeşillikler ve doğanın rengi içerisinde akan bir ömür
suyunun kalan son damlalarıdır onu rahatsız eden, değişen hayat, sığlaşan
konuşmalar ve yapay iletişim çağıdır. Bu durum, Pamuk’un sözcük tekrarı tercihleriyle aktarılır:
Gülerler: Ne tuhaf şu ihtiyarlar,
gülerler; nasılsınız Babaanne, gülerler; televizyon nedir biliyor musunuz,
gülerler; niye aşağı inip bizimle durmuyorsunuz, gülerler; dikiş makineniz ne
güzelmiş böyle, gülerler; pedalı da var, gülerler; yatarken bastonunuzu niye
yatağınıza alıyorsunuz, gülerler; sizi arabayla gezdirelim mi Babaanne,
gülerler; sabahlığınızın işlemeleri ne güzel böyle, gülerler; seçimlerde niye
oy atmadınız, gülerler; niye hep dolabınızı karıştırıyorsunuz, gülerler; bana
bakarken niye gülüyorsunuz hep öyle desem, gene gülerler, gülerler ve
gülmüyoruz ki Babaanne derler, gene gülerler. Belki de babaları ve dedeleri bütün
ömürleri boyunca ağladığı için. (143)
Fatma Hanım karakterinin aklında gidip gelen ‘suç’ ve ‘günah’
kavramları, onu ürküten ve sessizleştiren unsurlardır. Yıllarca eşi varken
yaşadığı, gördükleri karşısında ve anıların içinde maruz kaldığı sessizlik onu
korkutur, ölüm sessizliğidir artık bu, ölüme giden sessizliktir: “Ne tuhaf ve
korkutucu şeymiş şu sessizlik.” (328) Tekrar haykırır Fatma Hanım: “Sessizlikten
korkuyorum!” (332) Sessizliği getiren geçmişe dönüşler dağınıktır ve bir
sayıklama (bilinç akışı) şeklinde gerçekleşir. Eserin sonuna doğru çocukluk
günlerine kadar gidecektir Babaanne ve ‘ses’li, suçsuz, masum günleri yâd
edecektir:
Orada duruyor cüce. Hemen
arkasından yetiştim. Birden döndü, bana yaklaştı, kolumdan tuttu; şaşırdım ama:
Peki. Dokundu bana, beni yatağıma götürdü: Yatırdı beni, sıcak yorganımı örttü:
Peki, küçük bir kızım ben, suçsuzum, ben unuttum. Ben yatağımda yatıyordum, o
çıkıyordu. (300)
Allahsız Doktor
Selâhattin
Fatma Hanım’ın eşi Selâhattin Bey, bir dönüştürme ve
etkileme çabası içindedir, heyecanlıdır, amacı doğrultusunda tutkulu ve
öfkelidir: “Evet, Allah yok, Fatma, bilim var artık, Allah’ın öldü senin,
budala kadın!” (26) Soyadı kanunu ile birlikte soyadını dahi Darvınoğlu koyan Selâhattin Bey, ‘Charles
Darwin’ destekçisidir ve bu konuda aralarında bir bağ (!) bulunan Recep’i
bilgilendirir: “Dur, bir kâğıda yazayım vereyim, dedi ve Charles Darwin diye
yazdı verdi, hâlâ saklıyorum.” (118)
Selâhattin Bey doktor olsa da temel amacı halkı
aydınlatmaktır çünkü ona göre halkın zihni karanlık düşüncelerle doludur: “Hepsinin
beyninin içindeki o pislikler, o boş inançlar ve yalanlar temizlenmedikçe bize
kurtuluş yok, derdi Selâhattin Bey, onun için yıllardır yazıyorum ben Fatma,
onun için.” (60) Doktorluğunu taşındıkları evin bir odasını muayenehaneye
çevirerek sürdürmek ve halka yaklaşmak da ister Selâhattin Bey: “Doktor
Selâhattin, diye bir pirinç levha asmıştın Selâhattin, muayene saatleri de
şöyledir ve yoksul olanlardan para almayacağım Fatma, diyordu, halkla temas
etmek istiyorum” (63) Bu temas çabası içerisinde muayeneler sürerken doktorun
gelen hastalara olan tutumu farklılaşır. Bir kadın hastanın başörtüsünü
çıkarmasını ister, zamanında gelmeyen bir hastanın yakınlarını işi ’kadere’
bağladıkları için tersler. Halka ulaşmak ister, onları aydınlatma amacı güder
ama halkın değerlerine saygı göstermez, dilini kullanmaz ve dayatmacı, hakir
görücü bir hâl takınır ve ‘Allahsız Doktor’ lakabını alır: “Bu ahmak halka her
şeyi basit anlatacaksın ki anlasınlar, zaten bu yüzden o bilimsel buluşları
anlatayım diye imanım gevriyor, yazılarımın orasına burasına atasözleri ve
deyimler yerleştiriyorum ki anlasın hayvanlar.” (147) Halk hakkında böyle
düşünmesinin temel sebebi halkın bilime uzaklığı ve metafizik inançlara düşkünlüğü
şeklinde açıklanabilecek olan doktor, din kavramını kabul etmez ancak onun
yerine bilimi koyar ve tutkulu bir ifadeyle kendinden geçer: “Evet, ben Doktor
Selâhattin, yirminci yüzyılda O'nun yerine artık bütün Müslümanların yeni
tanrısı niye olmayayım ki? Çünkü bilimdir artık tanrımız, işitiyor musun
Fatma?” (142)
Bu noktada ansiklopedi bir kurtarma aracı olarak öne
çıkacaktır. Yıllarca ansiklopedisini madde madde kaleme alan Selâhattin Bey’in
planları yeni yazıya geçilen dil devrimi nedeniyle bozulur: “Alfabeyi
değiştirdiler, ansiklopedimin bütün planı altüst oldu.” (119) Ansiklopedisinin ölüm maddesinde kalması ve ölmesi
manidar olan Selâhattin Bey, yine de, ölümü keşfetmiştir ve büyük bir heyecan
içindedir. Bu keşif –ölüm bir hiçliktir- onu aydınlatmış, Doğunun tembelliğinden
ve kabullenici yapısından kurtarmış, özgür düşünen, sorgulayan bir Batılı
kılmıştır. O, bundan sonra bir Batılıdır ve hatta Batıdır: “Ölümü düşünüyorum,
o halde Batı'lıyım! Doğu'dan çıkıp gelmiş ilk Batı'lıyım ben, Batı olmuş ilk
Doğu!” (301) Selâhattin Bey, kendini bulamamış bir toplumun kaybolan bir sesi
olarak, kendi düşüncesiyle, hiçliğe gidecek ve Fatma Hanım’ın sessizliğinin
müsebbibi olacaktır.
Kayıp Gençlik: Hasan
ve Metin
Recep’in yeğeni Hasan eserdeki üçüncü bölümden itibaren
sesini duyurur. Hasan, on sekiz yaşındadır ve ülkücü bir harekete katılmıştır.
Okulda matematikle ilgili sıkıntıları vardır. Ülkücü Mustafa ve Serdar’la birlikte
esnafa milliyetçi gençlerin düzenledikleri bir gece ile ilgili, tarihi geçmiş, davetiyeler
satan Hasan diğerlerine göre çömez konumundadır ve çabuk öfkelenir gibi
görünmektedir. Önemli biri olma isteğindedir Hasan, babası topal piyangocu
İsmail’e öfkelidir, annesini ise sevmektedir. Ayrıca bu bölümde eserin geçtiği tarihsel zaman da netlikle açıklanır.
Davetiyesi satılan etkinliğin zamanı çoktan geçmiştir: “İki ay önceymiş bu
gece. Bak, burada Mayıs 1980 diyor.” (30) 1980 askeri darbesinin öncesindeki
bir dönemi yansıtan eser bu açıdan ele alındığında, eser içinde yaşanan gergin
yapı daha net anlaşılır, anlamlı hale gelir. Bu ortam içerisinde büyüyen Hasan’ın
anlık öfke nöbetlerinin gerekçesi paraya ve makama verilen önemdir: “Gittim.
Paran varsa, paran varsa kaç para: Fatiha yerine bunu okuyorlar artık: O kadar
iğrençsiniz ki, bazan ben kendimi yapayalnız hissediyorum: Yarısı rezil, yarısı
budala.” (78)
Güç edinmek ister Hasan, güçlü olmak, değer görmek. Ülkücü
düşüncelerle harmanlanan zihni, ‘suç, günah’ gibi kavramlarla yüklüdür, kafası
karışıktır. Aklı Nilgün’dedir Hasan’ın. Küçükken oyunlar oynadığı Nilgün, yıllar
sonra onun aklını başından almış, bir takıntıya dönüşmüştür. Öfkesi, bu takıntı
doğrultusunda, artar Hasan’ın: “Kılıçlar, bıçaklar, tabancalar, iktidar! Ben
başka biriyim, geçmişim değilim ben, anılarım değil artık yalnızca geleceğim
var benim. Anılar köleler içindir, uyuşturur onları. Onlar uyusunlar, ben
düşündüm.” (260) Kimse kendisi değildir bu ortamda, kimse başkası bile
değildir. Bu tuhaf kayıp âleminde ilerleyen Hasan’ın, Nilgün’ün çantasından
çaldığı yeşil tarak bir çeşit arayışı,
aşkı, umudu nitelerken, sonrasında bakkaldan aldığı kırmızı tarak, kanı, suçu ve ölümü simgeler ve birer motif (leitmotif/tekrar eden motif) olurlar.
Kimse birbirine benzemez, evet, ama kimse kendisi de
olamıyorsa görünmez bir pranga mevcuttur bireyler arasında. Onları esaret
altına almaktadır bu, makineleştirmekte, sessizleştirmektedir. Artık çıkan yegâne
ses, ‘aynı’lığın sesidir: “Bulutlar, karanlık fırtınalar, anlayamadığım
düşünceler! Hepimiz tanımadığımız birinin kölesiyiz sanki, bazan durup şöyle
bir isyan etmeye çalışıyoruz, ama korkuyoruz sonra: Şimşekleri, yıldırımları,
bilinmeyen uzak felâketleri üstüme atar!” (259) Hasan bu noktada maddeci,
tüketen topluma bir itiraz unsuru olarak öne çıkar ve düzeni eleştirir: “Evet,
fabrika denilen yer, modern bir hapishanedir aslında ve makinelerin keyfi olsun
diye, sabah sekizden akşam beşe kadar zavallı köleler ömür tüketir.” (321)
Kölelerden bahseder, modern ve yorgun kölelerden. Herkes birbirine bağımlı
konumdadır ve takıntılıdır da. Hasan, Nilgün’e; Metin Ceylan’a; Babaanne
anılara, Faruk hikâyelere ve Selâhattin dine: “Karanlığın mahzenlerinde yürüyen
milyonlarca zavallı Müslüman var, benim kitabımın ışığını bekleyen milyonlarca
uyuşturulmuş zavallı köle!” (312)
Eserin beşinci bölümünde sözü devralan Metin’dir. Metin,
Nilgün ve Faruk’la birlikte Babaanne Fatma Hanım’ın torunlarındandır. Metin’in
en büyük arzusu Amerika’ya gitmek, üniversiteyi orada okumak, zengin bir hayat
sürmektir. Metin’in matematik zekâsı yüksektir ve ezberleme yeteneği fazladır.
Zengin çocuklarıyla dolu bir arkadaş çevresi olan Metin, zenginlerden nefret
etmesine rağmen onların arasındadır. Kendisiyle çelişir gibi görünen Metin’in
esas nefret ettiği şey fakirliğidir aslında ve diğerlerinin zenginliği
karşısında hissettiği çaresizliktir olsa olsa. Metin, kaymakamlıktan istifa etmiş
Doğan Bey’in oğludur, zengin değildir. Özel ders vererek para kazanmaktadır:
“Biraz para için de senin gibi aptal zengin çocuklarına matematik, İngilizce ve
poker dersleri veriyorum.” (47) Arkadaşlarına kitabi bilgilerden bahseder
Metin, çünkü yaşadıklarını, yaptıklarını söylese küçümsenecekmiş gibi
hissetmektedir: “Çünkü nedense troleybüse bindiğimi söylersem beni
küçümseyecekmiş gibi bir duygu uyandı içimde.” (50) Bu küçümsenmişlik
duygusunun, yoksulluğun panzehiri, çaresi ise zekâdır. Metin, zeki olduğunu
düşünür ve direnir. “Ben hepsinden zekiyim bunların!” (52) Zekâsı ile kendini
güçlü kılan Metin, Ceylan adında zengin bir kızla tanışır ve ona, nedense, âşık
olduğunu hisseder: Ceylan’a baktım, güzeldi. Evet! Ona âşık olabileceğimi gene
düşündüm, az sonra düşündüğüme inandığıma inandım.” (52) Ceylan’la birlikte
denize giren Metin’in duyguları, Pamuk’un ve
bağlacı kullanımındaki akıcı tekrarı ile, yoğun bir hâle gelir: “Ve sonra o güzelim ayaklarını yavaşça
karanlık ve esrarlı suya soktu ve o zaman ben onu hem yanı başımda hem
erişilmez buldum ve suyu fışırdatırken ve konuşurken ben onu kaba ve çekici ve
ruhsuz ve kahredici ve bayağı ve inanılmaz ve öldürücü buldum.” (196)
Herkes bir sahtelik içindedir: “İyi aydınlatılmış iğrenç
pastaneler! Kendini gizlemeyen bütün iğrençlikleri seviyorum. Ben de sahteyim,
ne mutlu, hepimiz sahteyiz!” (134) Bu sahteliğin ortasında kendini yitiren
Metin, Ceylan’a olan takıntısının, tıpkı Hasan’ın Nilgün takıntısı gibi,
etkisiyle güç kazanma isteğini artırır, Sessiz
Ev’in satılmasını, zenginleşmeyi ister. Metin’in aktardığı bir dans
sahnesi, müziğin ve dansın doğasına dair ilginç gözlemler içermektedir,
başkaları gibidir herkes ve aslında değildir kimse kendisi gibi bile, tıpkı
Hasan’daki gibi, kayıptır herkes:
Dizlerini bükerek titriyorlar ve
aptal tavuklar gibi kafalarını sallıyorlar! Ahmaklar! Bütün bunları, zevk aldıkları
için değil, başkaları öyle yapıyor diye yaptıklarına yemin ederim! Dans
ederken, acaba, ben şimdi dans ediyorum, diye düşünüyorlar mıdır? Çünkü tuhaf
hareketler, müziği hiç duymasan daha da tuhaf! Ben dans ederken yaptığım şeyin
saçma olduğunu düşünürüm ve böyle düşündüğüm için sıkılan canımı bu kıza
kendimi sevdirmek için ne yazık ki bu tuhaf hareketleri yapmak gerek, diyerek
yatıştırırım ve böylece bilincim bu aptallara katılmış gibi düşünür, ama
katılmaz ve sonuç olarak hem başkaları gibi, hem de kendim gibi olabilmeyi
başarırım ki bunu başaran insan çok azdır! Sevindim! (135)
Sesin ve Sessizliğin Hikâyecisi:
Faruk
Eserin 4, 9, 14, 18, 24 ve numaralı bölümlerinde konuşan
Faruk, eserin ana konusundan bağımsız bir yolculuk yapar. Üniversite hocası bir
doçent olan Faruk, eşi Selma’dan boşanmış, kilolu birisidir. Gebze’deki bir
arşivde Osmanlı tarihi üzerine araştırmalar yapan Faruk, eserin arka plandaki
en mühim karakteridir aslında. Kimsenin kendisi olamadığı, kimsenin bir başkası
olamadığı, Doğunun Batı ve Batının Doğu olamayıp kendini bulamadığı, kimsenin
bir diğerini anlamadığı ve anlamaya çalışmadığı, herkesin geçmişin
sisinde/geleceğin pusunda yaşadığı ve şimdiyi tükettiği bir ‘unutma’ çağında
yaşamaktadır Faruk. Tarihin her şeyi nesnel hâle getirme, ilişkilendirme
gayesini bilir ama bu düşünceye ters bir tavır takınır:
İlişkileri inançla
kuramıyorum," dedi Faruk Bey. "İş bana kalmadan, ilişkileri olgular
kendi kendilerine kursunlar diyorum, olmuyor. Bir nedensellik bulunca, bunun
kendi aklımın yakıştırması olduğunu hemen hissediyorum. O zaman olgular korkunç
solucanlara, kurtlara benziyor. Boşlukta salınır gibi beynimin kıvrımları
arasında kıpırdanıyorlar... (173)
Aksini iddia etse de bir hikâye düşkünüdür Faruk Bey: "Bütün
hikâyelerden kurtulmak gerekli!" dedi Faruk Bey.” (175) Tarihi, geçmişi ve
yaşananları nedensellik ilişkisi içinde değil, tek tek olgular olarak ele
almanın önemine değinen Faruk, derin bir büyülenme yaşar geçmişin olaylarını
okurken. Bir şey hissedemediğini düşünür (84) ama hikâye eder ve heyecan duyar
bundan, hayat bir hikâyedir ve umut da öyle:
Uzun bir gemi yolculuğundan
sonra, yol boyunca sizi bunaltan sis açılır da, bir kara parçası her ağacı,
taşı ve kuşuyla birdenbire sizi kendisine hayran bırakarak nasıl belirirse,
okudukça aralanan kâğıtlar arasından iç içe geçmiş milyonlarca hayat ve hikâye
birden aklımda beliriverir. O zaman çok keyiflenir, tarihin işte aklımda
canlanan bu renkli, hayat dolu şey olduğuna karar veririm. Bunun ne olduğunu
anlat, deseler anlatamam. Biraz sonra, zaten o, arkasından tuhaf bir tat
bırakarak geçip gider. O zaman umutsuzluğa kapılmaktan korkarım ve o geçip
giden şeyi yeniden düşünmek isterim. (83)
“Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında” diyen
Tanpınar’ın tam da bahsettiği noktadır Faruk’un yeri. Zamanın ve hayatın içinde
ama ondan kopuktur ve bu kopukluk onun hikâyesidir. Tarih onu aydınlatacaktır: “Bu
kâğıt parçalarının arkasında bütün bir ömrü geçirmeye yetecek kadar hikâye
vardı, bu hikâyeler sisin arkasındaki kara parçasını bana gösterecekti.” (86)
Bir yandan hikâye gereksiz diyen Faruk’un hikâyelerin ışığına ihtiyaç duyması
onun da bir karmaşa içinde olduğunu gösterir. “Özgürüm ben. Ama nedense
iğrendim de kendimden. Bende sahte, ikiyüzlü bir şeyler varmış da gizliyormuşum
gibi. Şöyle düşündüm. İnsan kendini bir dereceye kadar tanır, sonra ne kadar
uğraşırsa uğraşsın bir noktaya gelip takılır ve karşılıksız bir gevezeliğe
başlar.” (284) Metin’in sızlandığı ve tüm karakterlerin içine düştüğü sahtelik
duygusundan kaçmaya çalışan Faruk, direnişini hikâyelere tutunarak sürdürür. Onun
karşı çıktığı şey tarihin ek bilgilerle hikâyeye dönüştürülmesidir. Oysaki
zaten tek tek olgular, insanı dönüştüren, düşündüren, zevklendiren
hikâyelerdir: “Böylece dipnotları ve belge numaralarıyla süslediğimiz
hikâyelerimizi gösterişli yazılarla, tantanalı toplantılarla, birbirimize
gösteriyor, hikâyelerimizi karşılıklı savunup, kendi hikâyelerimizin daha iyi
olduğunu ötekileri çürüterek kanıtlamaya çalışıyoruz.” (124)
Olayları, olguları böylesi ele alan Faruk, hikâyeleri bir
kurtulma, kaçma çabası olarak görür ve onların sesine kulak verir: “Uçmak
istiyorum, neon lâmbalara, pleksiglas reklamlara, siyasal sloganlara,
televizyonlara, duvarlara mıhlanmış çıplak kadınlara, bakkal köşelerine, gazete
resimlerine, bayağı afişlere bakışlarımı vura vura kendimi unutmak istiyorum;
haydi, gösterin bana, gösterin...” (232) Unutmak ister Faruk ya da hatırlamak,
mantığın, anlatılanın dışına çıkarak sadece hissetmek. Artık Faruk’un gözünden
bakmaya başlamışızdır biz de. Seslerin, sözcüklerin, sessizliğin değerini
bilmeye başlamışızdır böylelikle, Fatma Hanım’ın hikâyesini, cüceyi, Selâhattin’in
zihnini, Metin ve Hasan’daki belirsizliği anlamaya başlamış ve Faruk gibi
hissetmişizdir: “Tarihi de defterime geçirdikten sonra, aşağı yukarı dört yüz
yıl önce, bir çocuğun düşlerine giren incirlerin ve incirleri düşleyen çocuğu
düşleyen Resul'un nasıl şeyler olduğunu düşündüm.” (85) Böyle/böylelikle
hissetmiş ve değişmişizdir Faruk sayesinde, bir nebze, ses ve sessizlik içinde:
Tarihi, hatta hayatı olduğu gibi
kelimelere geçirmenin bir yolu yok! Sonra, bu yolu bulmak için yapılması
gereken tek şeyin beyinlerimizin yapısını değiştirmek olduğunu düşündüm: Hayatı
olduğu gibi görebilmek için hayatımızı değiştirmeliyiz! Bunu daha iyi
anlatabilmek istiyordum, ama yolunu bulamıyordum. (163)
Faruk’un Fuzuli ve Naili’den yaptığı alıntılarsa bize hikâyenin
sadece edebi bir tür olmadığını ve hayatın her anının, olgusunun, hayattan her
anının bir hikâye olduğunu hatırlatır. Öyle ki Hasan’ın Nilgün için yazdığı
Fuzuli beyitine de etki eder bu hâl: “Biraz sonra, bak Nilgün, defterimin
kenarına ben ne yazmışım: Değildim ben
sana mail /Sen ettin aklımı zail” (109) Faruk, Fuzuli’nin acı çekmeye olan
tutkusundan bahseder ve kendi acılarını/hepimizin acılarını/hikâyemizi şu
Fuzuli beyitiyle resmeder: “Öyle
sermestem ki idrak etmezem dünya nedir /Men
kimem saki olan kimdir mey-i sahba nedir” (200) Bir çeşit kaybolmuşlukla,
sarhoşlukla dünyayı anlamaktan uzaklaşmıştır ve kavramları sorgulamaktadır
Faruk da, kendi hikâyesini, eşini düşünmekte, bizimse Sessiz Ev’in hikâyesini düşünmemizi sağlamaktadır.
----------------------
Son Söz ve Daimi Sessizlik
Post modern anlatının
nimetlerinden istifade eden Orhan Pamuk da kendisini romanın akışına katar ve
eserin hikâyecisi Faruk’un bölümünde görünür, gezinir, kendisinin ve kardeşi
Şevket Pamuk’un sesini gösterir: “Hepsini unutmuşum. Sandala binip sabaha kadar
içmişiz filan. Sonra öteki arkadaşlardan kim var, söyledi; neler yapıyorlarmış,
anlattı. Annelerini görmüş: Şevket'le Orhan haftaya geleceklermiş; Şevket
evlenmiş, Orhan roman yazıyormuş.” (288) Belki de ‘bir çocuğun düşlerine giren
incirlerin ve incirleri düşleyen çocuğu düşleyen Resul'un nasıl şeyler olduğunu
düşünen’ Faruk gibi Orhan Pamuk da kendi sessizliğini, bu sessizliğin
hikâyesini düşünür ve her şeyin sona erdiğini, hiçliği, ölümü, adı her ne ise,
onun sesini duyurmak için son bir kez çırpınır: “Yenilgi ve zaferin yalnızca
birer kelime olduğunu düşündüm; hangisine inanırsan o gelir seni sonunda bulur.
Hani romanlarda yazarlar ya: Her şeyin sona erdiğini artık hissediyordum.
Belki, Orhan'ın romanında böyle bir cümle vardır.” (289)
Eserin son cümlesi, Sessiz Ev’in daimi sessizliğini, bu
sessizliğin ve aslında hayatın hakiki bir hikâye olduğunu anlatır, eser biter
ve ses yok olur, tükenir, yok olur:
Hayata, o bir seferlik araba yolculuğuna
bitince yeniden başlayamazsın, ama elinde bir kitap varsa, ne kadar karışık ve
anlaşılmaz olursa olsun, o kitap, bittiği zaman, anlaşılmaz olan şeyi ve hayatı
yeniden anlayabilmek için istersen başa dönüp biten kitabı yeniden
okuyabilirsin, değil mi Fatma? (336)
------------------------------------------------------------------------------------
Kaynakça
Pamuk, Orhan. Sessiz
Ev. 31. Baskı. İstanbul: İletişim Yayınları, 2010
No comments:
Post a Comment