“Zaman
nedir, kimse sormadığı zaman cevabını biliyorum; ancak sorulduğunda ne
diyeceğimi bilemiyorum”
Aziz Augustinus (Filozof ve Tanrıbilimci // 354 – 430)
Aziz Augustinus (Filozof ve Tanrıbilimci // 354 – 430)
“Hayat nedir diye sorarsan bilmiyorum evlat, sormazsan biliyorum”
Haraptarlı Nafi (Bin Hüzünlü Haz karakteri // Hasan Ali Toptaş – 1998)
Burayı özlemeyeceğim, dostum. Burayı asla özlemeyeceğim.
Birkaç gün sonra gidiyorum, temelli göçüyorum. Daha iyi olanaklar sunuldu ve
daha güzel bir gelecek. Ellerime bak ve onlara dokun. Parmaklarının arasına al
kollarımdan fışkıran dalları, daldan elleri, ov, gez, onlardaki incinmişliği
ez. Ellerime dokun ve beni anla. Dostum. Anla. Hemen değil. Zam-anla.
Hikâyem şu:
☼
͏ (Damdaki güneş)
╤ (Asma dalı)
͏ (Damdaki güneş)
╤ (Asma dalı)
ﬞ
ﬞﬞ♀ﬞﬞ (Ben ve portakallar)
ﬞﬞ ﬞﬞ
ﬞﬞ ﬞﬞ
RÜYA: Bahçedeyim.
Onlarca portakal ağacı, onlarca portakal ağacı gölgesi, onlarca pütürlü meyve
topu; bence, bence yalnızca ben varım. Gölgemin koyuluğuna sığınmış bekliyorum.
Katılaşıyor, kabalaşıyor, durmuyor, babalaşıyor, atalaşıyorum. Kollarımdan
fışkıran dallar dökülüyor, kuşun biri beni izliyor, onun da gagası ve
tırnakları sökülüyor, ben kuşun birini izliyorum, gövdesi kalıyor geriye ve
kara, ölü bir top oluyor. Bu defa dökülen dallarım niyetine renkli yumak toplar
beliriyor kollarımın bitiminde. Neşeleniyorum bir, kafamı kaldırıyorum, evimin
çatısına, damına, dama yapışık güneş lekesine bakıyorum, güneşin kızıl ateşinde
harlanan ve n/eşelenen, toprağı cız cız kazıyan karnı kül renkli bir serçeyi
seçiyor gözlerim, bakıyorum, güneş gökyüzünde bir meyve topu gibi ışıldıyor.
Uzansam yakalayacağım serçeyi ve güneşi, evin çatısına çıksam, kollarımdaki renkli
yumakları dolasam oraya tırmanan merdivenin tırtıklı demir basamaklarına. Uzansam,
çıksam, yapsam. Bağırıyorum yeryüzünün bütün dallarına, bütün kuşlarına,
bağırıyorum: “Ya yap ya yapma. Denemek diye bir şey yok!” Kameriyenin kubbemsi
kısmına tutunmuş asma yapraklarının arasından sarkan yeşil dala doğru
ilerliyorum. Kollarımda dallar yok. Yok. Yumaklar şimdi kan kırmızı oluyorlar,
hava boğucu bir nemle ağırlaşıyor, güneş batmak üzere, güneş damda batıyor,
serçenin tüyleri birer birer kopuyor derisinden. Yumaklarım yanık ünitesindeki
sargılı, kanlı elleri, kolları, dilleri andırıyor, serçe güneşin kancasına
takılmış bir avdır, anlıyorum, yeşil dalı kavrıyorum oturağa basarak, yeryüzünü
ayağımın altına alıyorum, basıyorum kudretlice, tekmeliyor, eziyorum, sen dur
yeryüzü, ben geziyorum, yeşil dalı kanlı yumaklarımla kavrıyorum, dala geçiyor
kan, dal kanlanıyor, allanıyor, serçe ölüme mahkûm, anlamıyor, anlamıyor.
RİYA: Birkaç adam
geldiler, dostum. Öfkeliydiler, öfkeli, baştan ayağa, öfkenin eli kadar öfkeli.
Bahçedeydim, onlarca portakal ağacının gölgesinde. Etrafımı sardılar. Kısa
boyluydu bunlar, belki kötü huylu. Anlamadığım dilde, çabuk çabuk konuştular. Sağı
solu sinsice kolaçan ettiler, korktum. Başlarında koca koca şapkalar vardı,
gözleri iki yandan mandalla çekilmişçesine gergindi. Üstleri çıplaktı.
Ceplerinden hışımla çıkardıkları buz parçalarını avuçlarına boca edip
vücutlarına sürdüler. Bağırıyorlar, sürünüyorlar, karanlık damaklarının
derinliğinde oynak bir yılan gibi kıvrılan dillerini ısırıyorlar, eriyen
buzların serinliğinde sakinleşiyorlardı. Muhtemeldir ki onları anlamadığımı,
insanları anlamadığımı biliyorlardı. Birisinin şapkasının iki kenarından,
kulaklarının hemen üzerinden alıç dolu bir kolye süzülmüştü, dostum. Kızıl ve
sarı görünüyorlardı yemişler. Şapkasının kubbemsi kısmına beyaz püsküllü
ipçikler tutturulmuştu. Buzu bitmişti adamın, tadı tuzu kaçmıştı. Belirsiz bir
müddet onu izledi gözlerim. Buza değen elleri donmak üzereydi, biliyordum, buza
değen el donardı. Boşluğa doğru açtı ağzını, boşluk nerede diye sorma,
bilmiyorum, baloncuklar içinde konuştu kendi dilinde. Kendi dilinde donuyordu,
diğerleri kaçıştılar kulaklarına dökülen sözlere binaen. Belki şanlı, yalnız
bir ölümü istemişti bu alıçlı kısa adam, belki. Ben de bunu diliyordum,
olacaktı biliyordum.
RÜYA: Birkaç kadın geldiler. Bakmıyordum. Kadınca
gülüşlerini işitiyordum. Birkaç kadın adım adım yürüdüler etrafımda.
Tanımadığım bir dilde yürüyor, zehirli ağlarını örüyorlardı. Hissediyordum.
Bakmıyordum yine de. Kendi dillerinde zehirleyeceklerdi beni. Boyunlarından taşan
alıçlı kolyeleri mi vardı acaba, ağızlarından sivrilen keskin dişleri mi?
Neleri vardı? Bakamıyordum. Boyları kısa mıydı? Bahçedeydim, onlarca portakal
ağacının gölgesinde. Benim boyum nasıldı? Gözlerim kapalıydı o halde.
Göremiyordum. Anlamadığım sesleri bastıran yabancı kahkahaların arasında
kalmıştım. “Aç gözlerini, bak” dedim kendime kızarak. “Denemek diye bir şey
yok.” Bunlar gözleri mandalla çekilmiş kısa boylu adamlardı. “Demek ki gülen
her erkek, kadın” genellemesini yaptım ve ekledim: “Ama yabancı dilde.”
RİYA: Taşıyoruz
her şeyi, dostum, neyimiz varsa. Bebeğimiz, kızımız, alamadığımız hızımız,
sızımız, neyimiz varsa, aslında yalnızız, ne varsa, çanta, çorap, çeşit çeşit
pantolon, yıpranmış kundura, birkaçı delik sayısız çorap, çay altlığı olarak
kullanılan bir Karamazov Kardeşler,
okunan ve okunacak nice kitap, ne varsa, yara bandı, yegâne dostum haşmetli
horoz Prens’in gölgesi, kırmızı ve
tüylü bir kanepe, iri taneli pirinç, mide hapları, hak edilmiş sertifikalar,
belki lazım olurluk çengelli iğne, belki lazım olurluk renkli kâğıt, daha ne
kaldıysa, küçük bir çuval dolusu portakal, kızımız için eğitici oyuncaklar,
ucuz boyama kitapları, cilt bakım kremleri, iki çift terlik, oynak bir yılan
gibi kıvrılan uzatma kablosu, pasaportlarımız ve daha bunlar gibi ne varsa
taşıyoruz. Taşımak için yaşıyoruz.
RÜYA: Nemden
sırtım terliyor, buharlaşıyor, asma dalına kendini asmaya, cinaslı bir ölüme ne
gerek var? Koşuyorum bunu ve yarını düşünerek. Uzun kollarım, ellerim,
dallarım, hayallerim ve gidilecek nice yollarım var. Koşuyorum, hafifliyor,
Çukurova’nın, güzelim toprağımın tanıdık kokusunda hafifliyor, koşuyor, kuş
oluyor adeta, kuş oluyor, kuşuyor, kuşuyorum. Taşıyorum neyim varsa, neyim
kaldı sırtımdaki nemden gayrı, taşıyor, taş taşıyor, kuş taşıyor, göçü bile güç
taşıyor, hayret, insanlar hâlâ ve zamana inat, nasıl da yaşıyor, taşıyor, Toptaşvari bir deyişle, “en büyük yaram
olan aklımı” kaşıyor, kaşıyor, kanatıyor, kanatlardan kan akıtıyor,
kanatlanıyor, kan taşıyor, kanlaşıyor, kamaşıyor, kendimi de taşıyor, hayret,
insanlar daha ve hâlâ insan sanıyorlar kendilerini, bunun ağırlığını da
taşıyor, zamanı aşıyor, hayret, insanlar nasıl da bir ağacın önünden geçerken Dostoyevski’nin de yakındığı gibi “onun
var oluşundan mutluluk duymazlar” şaşıyorum. Renkli yumaklar her yanımda. Ana
dilimde bile yalnızım. Zorlanırım sanmıştım, alışıyorum.
RİYA: RÜYA
Çok. Düşündüm, taşınıyorum.
(Bedenim hayrat. Alıç kolyeli kızıl kuşlar su içsin
yaralarımdan. Sen de iç dostum, al iç, iç.)
/---/
/---/ ΰ (Kuşun gövdesi)
/---/ (Merdiven)
/---/ ΰ (Kuşun gövdesi)
/---/ (Merdiven)
GÜYA: Başında
kocaman bir ağrı var, benekli bir yılan olmuş bu, oturmuş zihnine. İnsan bilir.
Bilir. Ağrısız. Kuş var, kanatsız; kuşku var, kanıtsız. Dost yok, belki en çok, belki olsa olsa Dostoyevski var, ona kısaca Dosto,
ona kısaca Dost demek var. Dost yok.
Vatan yok, vatan yük, taşınmak yok, hareketsizlik var, baş ağrısı ve kalış var.
Taşınmak yok, olsa olsa, taş olmak, toz tutmak, kabuk bağlamak, ağlamak,
anlamak, nihayetinde ve ilelebet, her
kuşta, düşte, yaşta, aşta ve telâşta taş olmak var.
No comments:
Post a Comment