On iki katlı bir binanın asansöründeydim. Kabindeki tuş takımı bunu gösteriyordu. Üstümde koyu kahverengi bir pardösü vardı. Bu binada ve asansöründe ne aradığımı hatırlamıyordum. Bellek yitimine uğramış gibiydim.Başımı sızlatacak derecede şiddetli bir ağrıya tutulmuştum. Asansörün aynasından yüzümü yokladım. Gördüğüm sima, tanıdık gelmiyordu. Saçı sakalı uzamış, avurtları çökmüş görünen adamın ben olma ihtimali zayıftı. Rüyada olup olmadığımı anlamak için, kollarımı amaçsızca kımıldattım. Herhangi bir sorun yoktu.
Zemine yayılmış çeşitli kağıtlar dikkatimi çekti. Az evvel burada kıyamet kopmuş olmalıydı. Yerde, siyah deri bir çanta parçalanmış halde duruyordu. Eğilip, kağıtları topladım. Muhtemelen Japonca yazılarla dolu kağıtlardan, hiçbir şey anlamadım. Baş ağrım şiddetini artırmıştı. Hezeyan içindeydim ve asansörün, hareket halinde olduğunun ayırdına varmak zordu.
Asansörden, zor seçilen ama ruha darlık veren bir müzik sesi geliyordu. Kabinde yalnızdım.Üç tarafım deniz yerine aynalarla çevriliydi. Filmlerdeki asansörlü sahneleri aklıma getirdim. Kurban mutlaka, asansörde mahsur kalır ve hayatını yitirirdi. Önce, içine çekeceği oksijenden mahrum kalır ardından da elim bir halat kopuşu neticesinde hayata veda ederdi. Çeşitli senaryolar üretilebilirdi. Sonumun hüsran olacağını hissetmeye başlamıştım.
Geçen zaman diliminde, kabindeki temiz havanın azaldığı aşikardı. Nefes alıp vermemeye gayret gösteriyordum. İzlediğim filmleri tekrar hatırlamaya çalıştım. Genellikle asansör bozulur ve duruverirdi ancak benim içinde bulunduğum asansör, ağır aksak ilerliyordu. Acaba asansörün farklı bir güzergahı olabilir miydi? Yani belki de asansör, iki sağa iki sola bir yukarı gidiyordu. Saçmaydı ama olur olurdu. Tuş takımında dört numaralı kısmın yanıp söndüğünü gözlemledim.
Niçin kimse asansöre binmiyordu? Müzik neden evham verir nitelikteydi? Burada ne işim vardı? “Kimim ben?” “Hangi şehirdeyim? Hangi yıl bu? Hangi dili konuşuyorum?” Derken aklıma enfes bir fikir geldi. Bir kağıt çıkarıp, üstüne çalakalem birkaç sözcük yazdım.Yazıyı yazmakta zorlanmadım ama sıra okumaya gelince dımdızlak kalakaldım. Okuma işi fayda vermeyince, aynalarda bedenimi dikkatlice inceledim. Saçlarım, hafif kırlaşmıştı. Esmer tenim, doğuluları andırıyordu ama bu bilgi yetmezdi. Olmuyordu, birkaç ipucundan genellemeler devşirmek sonuç vermiyordu.
Sahi ya, cüzdanım olmalıydı ve içinde bir kimlik. Beni, bana tanıtacak hüviyet belgesi. Arka cebimi yokladım. Boştu. Cüzdan, çantada bir yerde olmalıydı o halde. Çantaya çullandım ve oracıkta hezimeti tattım. Evet cüzdan vardı ama tamtakır bir halde. Hüsrandı şimdi her anım. Çömeldim yere, dizlerimi kırarak arkama yaslandım. Soluk almakta güçlük çekiyordum. Gözlerimin önüne, günebakan tarlalarının arasında koşan halim geldi. On iki yaşındaydım. Yüzümde kocaman bir tebessümle ilerliyordum. Her şey mükemmeldi. Günebakanlar, boyunlarını bükmüşler ve dingin bir şekilde günü selamlıyorlardı. Benim için her adım, haz demekti.
Şu an asansörde, yere çömelmiş halde ağlıyordum. Bu hatırladıklarımın benimle ne ilgisi olabilirdi ki? Kimdi o canlı? Sorusunun cevabı neydi? Asansörde ne arıyordum? Kimdim?
Kat numarası yediydi. Işık belli belirsiz yanmaktaydı. Dermanım kalmamıştı ve tarladaki halimi andırıyordum. O çocuk gerçekten ben miydim? Düşünceler ne yazık ki anın baskısını ortadan kaldırmıyordu. Çaresizliğin bertaraf edilmesi güçtü. Oksijen adına ne varsa tüketilmişti. Beden, güçten düşmüş ve tehlike çanları çalmaya başlamıştı. İsraf edilecek tek bir sözcük, ölüme davetiye çıkarırdı. Gözlerimi dahi oynatmamaya karar verdim. Behemehal bu işten sıyrılmalıydım.
Dokuzuncu katın ışığı yanıp sönüyordu. Tüm umudumu yitirmiş bir halde, gözlerimi kat numaralarına sabitlemiştim.Öte tarafa gidip geliyordum. Başım, vazo olsa çoktan çatlar bir kıvamdaydı. Gına gelmişti asansörden, ağrıdan, yaşamaktan…Saniyeler sonra, asansörün durduğunu duyumsadım. Kapı, bir tül çekilircesine narin bir şekilde açılıyordu. Müzik, ritmini artırmıştı. Kımıldayamıyordum. İçeri hücum eden oksijen taneleri, suratıma çarpıyor, vücudumu yokluyordu. Kanın yeniden damarlarımda yürüdüğünü hissediyordum. Can bulur bir haldeydim. Kapının açıldığı yer, kat boşluğuydu ve yalnızca otuz beş, kırk santimetrelik bir aralıktan kat görünebiliyordu. Ses gelmiyordu. Görünüşe göre ortalıkta kimseler yoktu. Bu arada, yeniden sıhhat bulmuş gibiydim. Hafifçe silkinerek ayaklandım. Yeni emekler bir bebek gibi, zemine çakıldım. Hantallaşan bedenimi, belli bir zaman sonra, ayağa kaldırabildim. Katı gören aralıktan gelen oksijeni su gibi içiyordum. Aralık, boyumu aşıyordu. Bu nedenle ancak zıplayarak katı kolaçan edebiliyordum. İzbe bir mekandı. Hiç kimsenin bulunmadığı bir katta olmalıydım. Her zıplayışımda aynı manzaraya şahitlik etmekten usanmıştım. Geçen süre içerisinde midem de kazınmıştı. Açlık hissini gidermem gerekiyordu. Ne bir su, ne de ekmek vardı. Asansörün halatı kopsa ve ölsem daha iyiydi. Açlıktan ve yavaş yavaş ölmek, acı verici olacaktı.
Asansörün durmasının üzerinden yaklaşık bir saat geçmişti. Sinir katsayımı kaçla çarparsam çarpayım sonuç değişmezdi. Ağlar halde, derin bir nefes aldım ve olanca gücümle haykırdım. Çığlığımın aksisedası, o ufacık boşluktan girmiş ve dokuzuncu kat koridorunda yankılanmıştı. “Yardım edin” diye üsteledim. Hafakanlar basmıştı her yanımı. Müzik, ritmini kaybetmişti öte yanda ama kulağımı sağır edecek derecede tiz bir hale bürünmüştü. Kapı aralığından içeriye, bir çekirdek tanesinin düştüğünü gördüm. Sonra bir tane daha ve bir tane.. Korkum artmıştı. Cesaretimi temin ederek zıpladım ve koridorun boş olduğunu gördüm. Tekrar çömeldim ve ağlayışıma kaldığı yerden devam ettim. Halihazırda, yukarıdan sesler gelmeye başlamıştı. Çeşitli ayak sesleri duyuluyor, koşmayı andırır gürültüler hengamesi ortalığı karıştırıyordu. Bu sefer, bakmaya dayanamazdım Mecalim yoktu buna. Naçar bir halde, zıpladım yine de. Her yer, günebakanlarla çevriliydi. Koşan, ben vardı. Koşuyor ve koşuyordum. Köşede, kargalar, korkuluğa saldırıyorlardı. Olan biteni, efsunlanmışçasına izliyordum. Ayağım taşa takıldı ve düştüm. Düşen ben gözlerini yumarken, izleyen ben de o daracık aracıkta gözlerimi yumuyordum. Yüzümde bir nefes kokusu. Ferahlama...Ve aynı his..Gözlerimizi aynı anda açıyoruz.
Tam karşımda işte..Neye benzediğini bilmiyorum. Yüzünde kan donduran bir gülümseme mevcut. Onun yüzünden, orada düşen beni göremiyorum. Gözlerindeki oyuklar kımıldaşıyor ve soruyor: “Sen kimsin?” Yuvarlanıyorum kabinin içine..Kafayı sertçe çarpıyorum.
Uyandığım vakit, yerde donmuş kanımı görüyorum. Şiddetli baş ağrım dinmişe benziyor. Asansör, on ikinci kata çoktan gelmiş. Kapı açık. Az ya da çok evvel yaşadıklarımın, bir rüya olduğunu düşünüyorum. En azından öyle olmasını umut ediyorum. O gördüğüm canlı…Nerede şimdi? Kimdi? Kabini boşaltmaya hazırım artık. Kulağı tırmalayan müzik sesi kesilmiş. Siyah deri çantayı da alıyorum. Çanta iki kolumun arasında…Çantadan ansızın gelen bir telefon sesi..Açıyorum çantayı ve telefonu cevaplıyorum. “Alo. Kimsiniz?” Karşı taraftan ses yok. Elimdeki telefonun, benim olduğundan şüpheliyim. Adımımı atıyor ve asansörü kaderine terk ediyorum.
Koridor, loş ışıklarla donatılmış. Filmlerdeki, asansörlü sahnelerin birer zırvalık olduğuna eminim artık. Kurtuldum işte. Yürürken, duvarlarda beliren gölgem, benden kat kat iri ve heybetli görünüyor. On ikinci katta ne aradığımı bilmiyorum ama bir an evvel bu binadan çıkma isteğine mani olamıyorum. Tek tük beliren tablolar, cenk sahnelerinden izler taşıyor. Sadece bir tablo gözüme çarpıyor ki o tabloda, gösterişli ve dipdiri bir günebakana yer verildiğini net göremesem de hissediyorum. Sırtımda bir el…Boynumda aynı nefes kokusu…Kalbim, durmak üzere ve kan pompalamayı bırakıyor..Bu kadarı da fazla..Yumruklarımı top haline getiriyor ve sıkı sıkı kavuşturuyorum. Yüzüme iblisvari bir ifade veriyorum ve arkamı dönüyorum…
…………….
Yeri hallaç pamuğu gibi alt üst eden bir zelzele vuku buluyor..Zifiri karanlıkta, feryatlar göğe yükseliyor. Ortalığı kesif bir kan kokusu kaplıyor. Ölüm, acı acı figan ediyor. İnlemeler, bağrışmalar ve derin suskunluklar geceyi bıçaklıyor. Ertesi gün yapılan basın açıklamasında, depremde enkaz altından çıkarılan ölüler arasında, kimliği henüz belirlenemeyen bir adamdan bahsediliyor. Adamın tam on iki metre ötesinde, esrarengiz görünümü ve tuhaf vücut yapısıyla farklı bir canlının varolduğu tespit edilse de bu gerçek, kamuoyundan gizleniyor. Gizlenen ya da önemsenmeyen bir başka gerçek ise, adamın ve esrarengiz canlının etrafının günebakanlarla çevrili olması…
…………….
<“Kim olduğunu söyle diyorum sana!”
**“Sen kimsin? Neden takip ediyorsun beni? Elimde kalacaksın”
<“Korkuyorsun benden..Merak etme. Zararsızım.”
**“Defol git! Çıldıracağım. İmdat..Gelme üstüme!”
<“Korkma, ben aslında senim. Sen aslında bensin.”
**“Bu ne demek? Uzaklaş benden.”
<“Kendini tanımlayacak birkaç cümle bile bulamıyorsun. Yazık”
**“Çok çirkin ve ürkütücüsün. Git. Ne işin var benimle? Sana ne benden?”
<“Kimsin sen? O koşan mutlu çocuk mu? Bugün buradaki çaresiz adam mı? Hangisi ha?”
**“Sana ne? Bilmiyorum..Ben..Başım ağrıyor. Git şimdi.”
<“Ben gidersem, sen bitersin..Bir kimliğin bile yok. Bugün burada ne aradığını dahi bilmiyorsun.”
**“Kimim ben? Yalvarırım söyle. Dayanamıyorum.”
<“Üstündeki bedensel elbisenin altında sıkışan bir hiçsin esasen.”
**“Yani? Bu ne demek?”
<“Yani sen, kim olduğunu, niye burada olduğunu, niye yaşadığını, niye öleceğini, niye niye bile demediğini sorgula-ya-mayan bir hiçsin.”
**“Tamam, sen kimsin peki?”
<“Ben senin, on iki yaşında, taşa takılıp düştükten sonra gördüğün canlı değilim. Ben senin ruhunum.Yaralı, şekilsiz, acı dolu ve yine de ümitvâr.”
**“Nasıl vücut buldun? Asansörde ne işim vardı? Niye on ikinci kattayım? Adım ne? Burası neresi?”
<“Rüyadasın farz et. Uyanman mümkün olmayacak.”
**“Niçin?”
**“Konuşsana!!”
<“Acele et”
**“Nereye gidiyorsun? Kimim ben? Söylesene”
<“Anlayacaksın nasılsa orada”
**“Nerede?”
<“Sus şimdi.Gidiyoruz.”
**“Oyun yeter artık. Şaka mı bu?”
<“Kapat gözlerini? Kapat! Çabuk ol. Tut elimden”
**“Nereye gidiyoruz? Hem bu çekirdek tarlalarının kokularını bir kilometreden alırım”
**“Konuşsana be! Nereye gidiyoruz? Niçin koşuyoruz? Niçin?”
**“Adım ne? Sen kimsin? Sen? Elimi bırakma! Sen? Heeyyy!!”
28.08.2010 05:57:53
No comments:
Post a Comment