Babam, yedi yüz yirmi sekiz haftadır beni arıyordu, ona
göre, kaybolmuştum. Şimdi de bir kayıp bulma programından sesleniyordu bana:
“Nereye gittin oğlum?” Sanki bana bakıp ağlıyordu. “Niye gittin?” Kameraya
bakıp ağlıyordu. “Şu an neredesin?” Sunucuya bakıp ağlıyordu. “On dört yıldır
yok, tam on dört sene.” Ağlayan seyirciye bakıp ağlıyordu. “Yaşadığını, beni
izlediğini biliyorum.” Ellerine, çaresiz ellerine ve titreyen sesine b/akıp ağlıyordu.
“En çok bana benziyordun, annene değil, söylemiştim sana.” Sırık gibi sabitlendiği
beyaz koltuğa, takma ayaklı bir ördeğin dengesiz düşüşüne benzetmiştim bu anı
nedense, yığılıyordu, yıllar sonra susuyordu. Sunucu konuşuyordu bu kez, kendi
kendine yahut yayın yönetmenine hitaben, izlenme oranının zirvesinde, kamerayı
delen gözlerle. Babam stüdyoda can veriyordu. Reklamlar, başlıyordu; bebe bezi
reklamlarına bakıp ağlıyordum.
Evden neden kaçtım? Yedi yüz yirmi sekiz hafta önceydi. Ben,
başka türlü şeyler hissediyordum. Kimseye yakınlık besleyemiyor, kimseyi
sevemiyordum. Oğuz Atay da böyleydi,
kendimi ona benzetiyordum. Gecenin erken/den geldiği saatlerde evden kaçtım,
üstümde mavi bir yelek, çiçek desenli, elimde, artık sayılı verdikleri, market
poşetlerinden biri ile, içinde süt, yulaflı bisküvi, su, yola ilerledim,
cebimde beş liram kalmıştı, artık yalnızdım, arabaya atladım, geceye doğru
sürdüm aracı, sütü içtim, bisküviyi yedim, kremasını ezdim dişlerimin
arasında, bir yandan, sütü içtim, suyu içtim, bisküvi tükendi, aracı durdurdum,
babamın arabası, arabayı gaz yağına buladım, Oğuz Atay da bunu yapardı, suyu içtim, yeleğimi arabaya savurdum, kibriti
çaktım, sıcaktı artık çok sıcak, hızla değil sabırla uzaklaştım oradan, tükenen
sütün kamışını ağzımda büzdüm, suyu içtim, su şişesinin içindeki kokuyu içtim,
son bir heyecanla…
Babam, öldüğüme inanmıyordu, ölmedi bu, diyordu, beni
arıyordu her yerde, bulamayacaktı. Ben, ona ait değildim. Ben, başka türlü
şeyler hissediyordum. Kimseye yakınlık besleyemiyor, kimseyi sevemiyordum,
demiştim. Ancak, her canlının iç kısmı beni etkiliyordu, vücutlarının iç kısmı,
oradaki organlar, hareketler, beni heyecanlandırıyordu, canlı ve cansız ne
varsa, içindekiler ilgilendiriyordu beni, gecekondudan bozma evimizin arka
bahçesindeki bitkilerin köklerini kesmiştim iştahla, yeşil boncuk görünümlü canlılar
avuçlarımda renk atıyorlardı işte, ne güç! Köpeğim Korot’u ben yedi yaşındayken
getirmişti babam eve, bana hayvanca bakıyordu Korot, gözlerini benden
ayırmıyordu, boğucu bir kokusu vardı, bir süre yanaşmadım, onu görmekten
kaçındım, olmayacaktı, babamın işe gittiği sabahların birinde Korot’un derisini
yüzdüm, koyuna benziyordu, bıçağı saplamıştım besili karnına ve kan
fışkırmıştı, hızlıca açmıştım içini, Korot, Korot, içi harikaydı, elimdeki
organları, göğüs kısmı ve minicik kaburgaları, diyafram, kasılmalar, nefes
borusu, üfürüyordum, akciğerler ve biriken hava ve biriken yaşam, dudaklarımın
civarına sürmüştüm kan dolu damarlarını, Korot’u seviyordum, içini, içini,
sadece içini! Dışından nefret ediyordum, Korot’un, herkesin, herkesin, bu
kesin!
Korot’un kemiklerini gizlemiştim bahçeye, gömmüştüm ve
Korot’un içi benden ayrı kalamayacaktı, baba, sen anlayacak gibi olmuştun,
yüzüme bakmıştın, eve getirdiğin iki yüz elli gramlık kıymayı mutfak tezgâhına
bırakmıştın, yüzüme bakmıştın, gözlerime bakmıştın, kıymaya sonra, tezgâhtaki
kirli bıçaklara, nasıl da unutmuştum, nasıl da, bıçaklara biraz daha
yaklaşmıştın, konuşmuyordum o günlerde, sevimli yüzün biraz daha kabarıp
kızarmıştı, çok az ve çok fazla konuşmuştuk besbelli, yorulmuştun, içeriye, televizyon izlemeye geçmiştin, Korot’un organlarını yememiştim, hayır, ben
yamyam değildim, değilim, Korot’u yüzerken, iç organlarını nezaketle tahliye
ederken, kuvvetli çenesine biriktirmiştim içini, hepsini yedirmeye çalışmıştım,
yiyecek dermanı olmasa bile yemesi gerekecekti, sevimli ellerimle yumruk yumruk
o çeneye vurmuş, besini Korot adına öğütmüştüm, halihazırda bulunduğumuz alan
iğrenç kokardı, şehrin arıttığı şehir buraya akardı, şehrin pisi, leşi buraya
akardı, uzayan otlar zehir doluydu, ilerideki gölde atıklar yüzüyordu,
Korot’tan kalanları, pek kalmamıştı, o göle götürmüştüm, sanki su görünümlü bir
şeytan Korot’u yutmuştu hemen, Korot’u tutan ellerimi koklamış ve o şeytan
suyunu yüzüme çalmıştım, ferahlama, arınma, anlamıştım, Oğuz Atay olsa, o da
bunu yapardı, her çocuk biraz yalnız ve biraz yanlış doğmaz mıydı, yok, yok,
ben daha yedi yaşındaydım ve olsa olsa Oğuz
da H’Atay,dı benim için, yaşam bir
hataydı…
Anneme dair anılarım net değil, bir pazartesi ağzının
köpüklendiğini ve evi terk ettiğini hatırlıyorum, babamın o gece onu fazlaca
dövdüğünü söylemişti yanıma gelip, yüzü tanınmayacak haldeydi, o şeytanlı gölün
meleği olmuştu, yanağıma öpücük kondurmuştu, sen öldürdün Korot’u, biliyorum
canım, demişti tebessüm ederek, çenesi sızlıyordu, inlemişti, canım ha, canımı
sıkıyordu, küçüktüm ama nefretim doğalı çok olmuştu, konuşmuyordum, annem derin
derin içine çekti kokumu, benim içimi keşfetmek istercesine, tedirgin oldum,
derken çocuk ve sevimli yüzüme bir tokat patlattı, kapıyı çekti ve gitti,
sıvası dökülen pencereden onu izliyordum, iki pençe misali elini göğe kaldırdı,
kafatasını avuçladı, kendini yaratırcasına, kendini yaralarcasına, şeytanlı
gölün sularında gözden kayboldu, ben ise gülümsüyordum, artık daha yalnızdım.
Yıllar, hızlı tren vagonlarına binip gittiler, aralarda
kazalar olmadı değil, yıllar, insanı biraz daha öldürerek, bir kademe daha
öldürerek, geçtiler, gittiler. Lise dönemi, insanın dönümüdür bir bakıma.
Kadri’yi böyle bir zamanda görmüştüm, bu arada başka diyarlara taşınmıştık ve ben
tüm hayvanlarımızın içini görmüş, dışını gömmüştüm, babam bunun farkındaydı,
bunu biliyordu. Yer değişikliğinin bana iyi geleceğini düşünmüştü. Herkes
tuhaftı bu yeşil şehirde. Her yer ağaçlarla doluydu, insan gibi ağaçlar,
devasa, iri gövdeli, heybetli, gövdelerini yumrukluyordum, ellerim kanıyordu, büyüyordum,
değişiyordum, ağaçlardan birine tırmandığım ve dalları kırıp ağacın içini
görmek istediğim bir günde Kadri’yi görmüştüm, harika görünüyordu, Oğuz Atay’a benziyordu, beni etkilemeyi
başarmıştı, erkekleri tercih etmiştim sevmek için, ona içimi döktüm, beni alaya
aldı, tekmeledi ve gitti, aynı ağacın zirvesinde Kadri’nin kalbini söküyordum
kısa bir süre sonra, her kişinin kalbi kendi yumruğu büyüklüğündedir, yüzünü
kalbim büyüklüğündeki yumruğumla çürütüyordum.
Dünyaya gelişimin bin yüz kırk dördüncü haftasında kaçtım
evden, kaçmasaydım babamın içini görecektim çünkü babamın iç yüzünü görmüştüm,
o da benim gibiydi, o benim yasadışı çoğaltılmış kopyamdı, annemi gölün
şeytanına adak olarak sunmuştu, gördüm, annemin gizlemeye çalıştığı kopmuş
kulaklarını gördüm, dilimlenmiş parmaklarını, suya dökülmüş kanlı gözyaşlarını
gördüm ama sustum, çocuktum, yıllar sonra ise babam televizyonda sadece
insanların içini gösteren belgeseller, kendisi de çekmişti bunlardan, izliyordu, babamın bunları izlediğini anladım, çocukken anlarsın, büyüyünce
bilirsin, iniltiler geliyordu karanlık odasından, ekranda genç erkek sevgilisi,
benim yaşlarda, ona cilveler yapıyordu, birlikte kameraya bakıyorlardı,
gülüyorlardı, öpüşüyorlardı, annem bunu zorla izliyor, kayda alıyor ve
ağlıyordu, babam genç sevgilisinin karnını deşiyor, çığlıklar dört yandan
aksediyor, genç erkeğin ruhu göle kavuşuyordu, ben babama benziyordum, benim de
içimi görecekti, videodaki genç erkeğin iç organlarını elinde tutuyor, yüzünü
kana buluyor, kahkaha atıyordu, babam, annemin yüzüne ince bağırsağı
fırlatıyordu, annem kamerayı düşürüyordu, kayıt alt üst olmuştu, genç
sevgiliden kopan organlar zemini süslüyordu, babam haykırıyordu: Oğlumun içini
de göreceğim, karıcığım, göreceğim!
Kaçmasam, bilmesem, o gündüz vakti, o pis perdeli karanlık
odada olanları görmesem, babamı heyecanlandıran şeyin beni de cezbettiğine inanmasam,
kaçmasam, çoktan babamın içini/işini görmüş olacaktım.
Huzurluydum, babam yedi yüz yirmi sekiz haftadır beni
arıyordu ve içimi görmekti tek derdi. Ona bu fırsatı vermeyecektim, onun içini
görecektim! Stüdyoya geldi, kulise geçti, oradaydım, yaşamış ve yaşlanmıştım,
nefretim ölecekti neredeyse, kuliste dinleniyordu, önündeki boy aynasına
bakıyor, aynadaki zamanı görüyordu, aynada beni gördü elbette, aynanın içini
ele geçirmiştim, aynanın içinden izliyordu oğlunu, tebessüm buyuruyordu, ceketini
nezaketle, yine, çıkardım ve omurgasını belirledim, beyin sapından başlayan bu
yapıyı elimde tutmayı her şeyden çok istiyordum, ayna bizi çekiyordu, leğen
kemiğine dek uzanıyordu omurga ve ikimizi de büyülüyordu, otuz üç omurun hepsi umurumdaydı,
her biri, tek tek, babamı biliyordum, acıdan da haz alıyordu, çok defa darp
ettirmişti kendisini, sırtı izlerle doluydu, aynanın içinde onun içini
açıyordum bıçak yardımıyla, omurgasını kırıyordum, on dört omurunu ve onurunu
çıkarıyordum içinden, baba gibi kokuyordu, baba kokusu, aynanın içinden bana
bakıyordu içtenlikle, içinden çıkarabildiğim kadar baba çıkardım, umut
çıkardım, anne çıkardım, çıkar çıkardım, sahtelik ve azizlik çıkardım, ilk adım
atışımdaki, aya değil dünyaya, heyecanı çıkardım, baştan çıkaran şeyler
çıkardım, az omur-az ömür, ceketini giydirdim ve sonra onu yayına çıkardım…
Bu acının neşesiyle, kayıp bulma programından sesleniyordu
babam, yan odadaki, bana ve içinden şunları diyordu: “Beni buldun oğlum.” Sanki
bana bakıp ağlıyordu. “Ben senin içini göremeden sen neden her şeyin içine
ettin?” Kameraya bakıp ağlıyordu. “Hazzın acısını nasıl anlayacaksın peki?” Sunucuya
bakıp ağlıyordu. “On dört omurum yok, tam on dört onursuz omur.” Ağlayan
seyirciye bakıp ağlıyordu. “Bedenimi kontrol edemiyorum, göle ve genç sevgilime,
sana benziyordu, gidiyorum.” Ellerine, çaresiz ellerine ve titreyen sesine
b/akıp ağlıyordu. “Babana benziyordun en çok, annene söylemiştim bunu ama onu
ikna edememiştim.” Sırık gibi sabitlendiği beyaz koltuğa, takma ayaklı bir
ördeğin dengesiz düşüşüne benzetmiştim bu anı nedense, yığılıyordu, yıllar
sonra susuyordu. Sunucu konuşuyordu bu kez, kendi kendine yahut yayın
yönetmenine hitaben, izlenme oranının zirvesinde, kamerayı delen gözlerle. Babam
stüdyoda can veriyordu. Reklamlar, başlıyordu; bebe bezi reklamlarına bakıp ağlıyordum.
Gözüm aynaya takılıyordu ve aynanın içinde Oğuz
Atay’ı görüyordum, bana bakıyor, en çok aynanın içinde, bana ve babama benziyordu…
No comments:
Post a Comment