“Önce söz vardı, oğlum. Bizler, üzerimize düşen mesuliyeti
yerine getirmeliyiz. Anlamsızlık çağında yaşıyoruz. Çok konuşuyoruz, çok.
Gereğinden fazlasını tüketmek günahtır, demiş bir bilge. Sözün de fazlasını
tüketiyoruz. Ya ben ne yapıyorum şimdi, aptal kafam!” Oğlu onu dinlemiyordu.
Altı yaşındaydı ve ağacın tepesine tırmanmıştı, ağaç kaç yaşındaydı, çocuğun
ağzında beyaz bir maske vardı. “Neredesin oğlum?” Çocuk, acı bir yazgı, tam da,
kör bir örümcek gibi, üzerine düştü. Adam, gökten geleni yumrukla savuşturdu,
çocuğun beyazında allıklar görüldü, adam korku ile inledi. “Eyvah, ben ne
yaptım!” Çocuk pişman olmuştu, vişne şuruplu karsambaç ağzıyla, başını güçlükle kaldırdı, “Baba…” diyebildi,
baba ba ba bayılmıştı.
“Eve geçiyoruz şimdi, anlıyor musun?” Karısıydı bu soruyu
yönelten. Pembe elbisesi, topuz saçları, üç boncuklu suratı ve tavus kuşu tüylü
yelpazesi ile soruyordu her ne soruyorsa. Babayı oturma odasına götürdü ve kızına
dert yandı kadın, yelpazesini yelleyip, ferahladı biraz. “Ne oluyor bu adama?
Neden böyle?” Evin kızı biraz daha özensizdi, benekli panter kostümü giymişti ve
böyle, beyaz bıyıklarıyla, dolanıyordu evin içinde. Cevap niyetine, birkaç
“Rarrr…” dedi ve kuyruğunu sürüye sürüye uzaklaştı. Baba, etrafa
bakıyordu, aynalar ve çirkin fotoğraflar sarmıştı dört bir yanı, her şey
çirkindi. Kendi yüzüne döndü baba, sol eli ile, “Eli sözcüğü ters dönünce ile
oluyor, oley!” diye iç çekti, suratını yokladı, pütürlü, deniz kıyısındaki otlu
yol da böyledir, aklına gelir o da ille, takma elli postacıyı hatırladı,
mektubu değil elini vermişti hani, “Elli
sözcüğü ters dönünce ille oluyor,
oley!” Bunaldı elbette yalnızlıktan, aklına oğlu düştü, “Neredesin oğlum?”
Vitrindeki süt kâsesi, ne işi var orada, çalkalandı o an, ölüm jetleri
havalandı, avizeler titriyor, kuşlar ötmüyor, radyo bir ölümü haykırıyordu,
duyuru yapıldı: “Evinizden çıkmayın, evinizden daha güvenli bir yer yoktur şu
anda, düşman her yerdedir.” Demek o gün geldi işte, süt kâsesi parçalandı,
bembeyaz, karsambaç, ayağını kesti,
vişne şurubu, “Neredesiniz insanlar?” Baba, ayağından süzüleni seyretti, ona
dokunmak istedi, elini uzattı, postacı, eli takıldı, acı, sarsıntı sona erdi.
Aşağıda yemek yeniyordu, evin dışında, ev iki katlı bir
yapıydı, bahçeye köhne bir masa çıkarılmıştı, üç mum aydınlatıyordu çehreleri;
anne, kız ve çocuk. Anne ağzına götürdüğü kiraz kuşunu, armanyakta boğularak hazırlanmıştı, diline özenle yerleştirdi,
kemiklerine değin hissetti etini, içkinin rayihasını içine akıttı ve huzurla
doldu. Kız, panter kostümü içinde bir seremoniye hazırlanıyordu. Masada ne var
ne yok dağıttı bir sükût dakikasında, çamurların çevrelediği su birikintilerine
koştu, üstü başı kirlendi, bataklığa çakıldı, panter kız kan ter içinde kaldı.
Küçük çocuk altı yaşındaydı, annesini ve ablasını süzdü, konuşacaktı, sustu ve
koştu. Servisi yapan hizmetçi kadın, evine gitmek için izin istedi.
“Bu adam iyice çıldırdı.” Kadın sinir krizi geçiriyordu bu
sefer. Doktor, zamanında gelmişti, kara çantası elinde. Kadının pembe elbisesi
sıyrıldı üzerinden, baldırları süzüldü, doktorun elleri titredi, kadın kendini
parçalıyor, “Bu adam hayaller görüyor, deli!” türünden cümleler kuruyordu.
Doktorun yatıştırıcı iğnesiyle rahatladı, topuzundan upuzun bir koku
yayıldı, doktor hızla evi terk etti, kara çantası elinde. Bu gidişi gördü baba
pencereden. Seslendiği ise tabiattı: “Sana çok dokunuyoruz. Seni tahrip
ediyoruz. Ben de… Ben de! Bir keresinde ben de yaptım! Annemin bahçesini
izlerdim hep. Berbat, harap olmuş bir bahçe! Annem pencerenin kenarına geçer ve bahçesini neşe ile izlerdi. Neşe ile! Günün birinde annemin pencerede
olmadığı sessiz bir vakitte bahçeyi temizledim, elimde makas ve tırmıkla,
otları yoldum ve yeni otlar tıktım toprağa, o kadar güzeldi ki! Sonra, annem
neredeydi bilmiyorum, ölmüştü belki, geçtim evin penceresine, gözlerimi açtım,
üç, iki, bir ve ne göreyim, o güzellik gitmişti! Yani, ne bileyim, annemin
gördüğü ne varsa artık yoktu! Bir düzensizlik, bir yapaylık sarmıştı her yanı!
Haykırdım ve çığlıklar atarak bahçeye saldırdım, altını üstüne getirdim her
yerin, kendimi de parçalıyordum adeta, benekli bir panter olup çıkmışım, bahçe
kısa süre içerisinde eskisinden de beter olmuştu, emindim, annemin seslenişiyle
toprağa gömüldüm: “Ne yapıyorsun oğlum?”
“Sana önerim şu olabilir.” dedi takma elli postacı,
bisikletinden düşmüştü az önce, evin civarına gelmişti, sağ ayağı çamura
belenmişti, “Anlattıklarını dinledim, sen kabına sığmıyorsun. Seni kim
kurtarabilir?” Postacı, takma eline bir zarf tutuşturdu ve pencereden babaya
fırlattı. Babanın elinde şu an diğer bir el ve zarf vardı. Zarfta yazan kişi
hizmetçi kadındı. Baba, sinirlendi, eli çamurlu su birikintisine fırlattı,
postacı gülümsüyordu. “Seni değil yalnızca, bizi de kurtaracak!” Baba, anlamıyordu,
“Kimden ve nasıl kurtaracak?” Yine o sağır edici ölüm jetleri, postacının
üstüne de kurşunlar yağıyor, kurşun değil, kiraz kuşları, postacıya
saldırıyorlardı, acı, postacıdan geriye takma bir el kalıyordu, sarsıntı sürdü
bir müddet, ölüm jetleri mesaideydi, o halde çare yoktu, gidilecek ve hizmetçi
kadın edilecekti ziyaret, aksini iddia eden radyo duyurusuna inat.
Pencereye dayanmış bir ağaca tutunarak toprağa ulaştı baba.
Postacının takma elini çıkardı çamurdan, baktı, baktı, eli cebine attı,
bisiklete atladı ve ilerledi. Hizmetçi kadının evi ağaçlık alandaydı, uzak
sayılmazdı. Yolda uğursuz kuşlar öttüler, birtakım hain yaratıklar ses ettiler.
Baba, bisiklete sımsıkı sarılmıştı, cebini yokladı, el orada, kadının evine
varmak üzereydi, bisikletten düştü, on pencereli tozlu bir ev çıktı karşısına,
elleri toprağın yumuşak şekline dalmıştı, hizmetçi kadın iri gözleriyle
karşıladı onu. Neden geldiğini biliyor gibiydi. Adamın elini beyaz bir güğümden
dökülen su ile temizledi. Kadın gencecikti, güzeldi, su gibiydi. Suyun
akışında, ellerin arınışında kadını hissetti adam, öpmek istedi. Kadın
ürktü ve geri çekildi. Adam, ağlamaya başladı, kadının dizlerine koydu başını
ancak ölüm jetleri tekrar ortaya çıktılar, bu sefer adam sarsılıyordu, her yer
sabitti, hizmetçi kadın üstündeki bluzu yavaşça indirdi, gözlerinden yaşam suyu
akıyordu, kuşlar ve kurşunlar, ölüm jetleri, kadının göğüsleri adamın önünde
birer günah elması gibiydiler, adam titriyordu, hizmetçi kadın, “Benim
zavallım, küçüğüm…” sözleriyle sarıyordu babayı, “Annem, anneciğim…” derken
sarsılıyordu baba hâlen… Babanın cebinden takma eli çıkardı hizmetçi kadın,
kirli saçlarını okşadı. “Bahçeyi anne, görebiliyor musun? Düzeltebilmiş
miyim?” Hizmetçi kadın göğüslerine bastırıyordu babayı. “Zavallıcığım,
zavallıcığım!”
“Bu adam gelmeyecek, en iyisi mi gidelim, ormanda bir tur
atalım.” Anne, iştahla kemirdi günah elmasını. Kızı, panter kostümüne o kadar
alışmıştı ki, kendini panter sayıyor, konuşmuyor, büyük kediler misali
miyavlıyordu, annesinin tavus kuşu tüylü yelpazesini bile yemişti geçen gün. “Kardeşin nerede? O hasta, biliyorsun. Allah'ın cezası bir bela
başımıza.” Çocuk, ağaçtaydı ve duyuyordu denilenleri. Anne ve kız ormana doğru
ilerlediler. Ev yalnızdı, yalnız bir insan kadar, yalnızdı. Çocuk, ağzındaki
beyaz maskeye soludu bir nefes daha. “Gereğinden fazlasını tüketmek günahtır.”
dedi içinden öfkeyle. Masayı mutfağa taşıdı zorlukla, sandalyeleri masanın
üzerine yerleştirdi, bir kuvvet buldu kendinde, babasını düşündü, hastalığı
düşündü, büyük beyaz bir maske kıvamında uzanan bir örtü serdi sandalyelerin
üzerine, günahı düşündü, altı yaşındaydı, annesini ve doktoru, ablasını ve
panteri, annesini ve kiraz kuşunu, kiraz kuşunu ve kör kurşunu, aklı yettiğince
düşündü, altı yaşındaydı. Kibriti çaktı ve alev alıyordu büyük beyaz maske,
hastalığı bitecekti, alev, yanıyordu masa ve sandalyeler, yanıyordu ev,
fazlaydı tüm olanlar, fazla…
No comments:
Post a Comment