November 23, 2014

EL


“Önce söz vardı, oğlum. Bizler, üzerimize düşen mesuliyeti yerine getirmeliyiz. Anlamsızlık çağında yaşıyoruz. Çok konuşuyoruz, çok. Gereğinden fazlasını tüketmek günahtır, demiş bir bilge. Sözün de fazlasını tüketiyoruz. Ya ben ne yapıyorum şimdi, aptal kafam!” Oğlu onu dinlemiyordu. Altı yaşındaydı ve ağacın tepesine tırmanmıştı, ağaç kaç yaşındaydı, çocuğun ağzında beyaz bir maske vardı. “Neredesin oğlum?” Çocuk, acı bir yazgı, tam da, kör bir örümcek gibi, üzerine düştü. Adam, gökten geleni yumrukla savuşturdu, çocuğun beyazında allıklar görüldü, adam korku ile inledi. “Eyvah, ben ne yaptım!” Çocuk pişman olmuştu, vişne şuruplu karsambaç ağzıyla, başını güçlükle kaldırdı, “Baba…” diyebildi, baba ba ba bayılmıştı.

“Eve geçiyoruz şimdi, anlıyor musun?” Karısıydı bu soruyu yönelten. Pembe elbisesi, topuz saçları, üç boncuklu suratı ve tavus kuşu tüylü yelpazesi ile soruyordu her ne soruyorsa. Babayı oturma odasına götürdü ve kızına dert yandı kadın, yelpazesini yelleyip, ferahladı biraz. “Ne oluyor bu adama? Neden böyle?” Evin kızı biraz daha özensizdi, benekli panter kostümü giymişti ve böyle, beyaz bıyıklarıyla, dolanıyordu evin içinde. Cevap niyetine, birkaç “Rarrr…” dedi ve kuyruğunu sürüye sürüye uzaklaştı. Baba, etrafa bakıyordu, aynalar ve çirkin fotoğraflar sarmıştı dört bir yanı, her şey çirkindi. Kendi yüzüne döndü baba, sol eli ile, “Eli sözcüğü ters dönünce ile oluyor, oley!” diye iç çekti, suratını yokladı, pütürlü, deniz kıyısındaki otlu yol da böyledir, aklına gelir o da ille, takma elli postacıyı hatırladı, mektubu değil elini vermişti hani, “Elli sözcüğü ters dönünce ille oluyor, oley!” Bunaldı elbette yalnızlıktan, aklına oğlu düştü, “Neredesin oğlum?” Vitrindeki süt kâsesi, ne işi var orada, çalkalandı o an, ölüm jetleri havalandı, avizeler titriyor, kuşlar ötmüyor, radyo bir ölümü haykırıyordu, duyuru yapıldı: “Evinizden çıkmayın, evinizden daha güvenli bir yer yoktur şu anda, düşman her yerdedir.” Demek o gün geldi işte, süt kâsesi parçalandı, bembeyaz, karsambaç, ayağını kesti, vişne şurubu, “Neredesiniz insanlar?” Baba, ayağından süzüleni seyretti, ona dokunmak istedi, elini uzattı, postacı, eli takıldı, acı, sarsıntı sona erdi.

Aşağıda yemek yeniyordu, evin dışında, ev iki katlı bir yapıydı, bahçeye köhne bir masa çıkarılmıştı, üç mum aydınlatıyordu çehreleri; anne, kız ve çocuk. Anne ağzına götürdüğü kiraz kuşunu, armanyakta boğularak hazırlanmıştı, diline özenle yerleştirdi, kemiklerine değin hissetti etini, içkinin rayihasını içine akıttı ve huzurla doldu. Kız, panter kostümü içinde bir seremoniye hazırlanıyordu. Masada ne var ne yok dağıttı bir sükût dakikasında, çamurların çevrelediği su birikintilerine koştu, üstü başı kirlendi, bataklığa çakıldı, panter kız kan ter içinde kaldı. Küçük çocuk altı yaşındaydı, annesini ve ablasını süzdü, konuşacaktı, sustu ve koştu. Servisi yapan hizmetçi kadın, evine gitmek için izin istedi.

“Bu adam iyice çıldırdı.” Kadın sinir krizi geçiriyordu bu sefer. Doktor, zamanında gelmişti, kara çantası elinde. Kadının pembe elbisesi sıyrıldı üzerinden, baldırları süzüldü, doktorun elleri titredi, kadın kendini parçalıyor, “Bu adam hayaller görüyor, deli!” türünden cümleler kuruyordu. Doktorun yatıştırıcı iğnesiyle rahatladı, topuzundan upuzun bir koku yayıldı, doktor hızla evi terk etti, kara çantası elinde. Bu gidişi gördü baba pencereden. Seslendiği ise tabiattı: “Sana çok dokunuyoruz. Seni tahrip ediyoruz. Ben de… Ben de! Bir keresinde ben de yaptım! Annemin bahçesini izlerdim hep. Berbat, harap olmuş bir bahçe! Annem pencerenin kenarına geçer ve bahçesini neşe ile izlerdi. Neşe ile! Günün birinde annemin pencerede olmadığı sessiz bir vakitte bahçeyi temizledim, elimde makas ve tırmıkla, otları yoldum ve yeni otlar tıktım toprağa, o kadar güzeldi ki! Sonra, annem neredeydi bilmiyorum, ölmüştü belki, geçtim evin penceresine, gözlerimi açtım, üç, iki, bir ve ne göreyim, o güzellik gitmişti! Yani, ne bileyim, annemin gördüğü ne varsa artık yoktu! Bir düzensizlik, bir yapaylık sarmıştı her yanı! Haykırdım ve çığlıklar atarak bahçeye saldırdım, altını üstüne getirdim her yerin, kendimi de parçalıyordum adeta, benekli bir panter olup çıkmışım, bahçe kısa süre içerisinde eskisinden de beter olmuştu, emindim, annemin seslenişiyle toprağa gömüldüm: “Ne yapıyorsun oğlum?”

“Sana önerim şu olabilir.” dedi takma elli postacı, bisikletinden düşmüştü az önce, evin civarına gelmişti, sağ ayağı çamura belenmişti, “Anlattıklarını dinledim, sen kabına sığmıyorsun. Seni kim kurtarabilir?” Postacı, takma eline bir zarf tutuşturdu ve pencereden babaya fırlattı. Babanın elinde şu an diğer bir el ve zarf vardı. Zarfta yazan kişi hizmetçi kadındı. Baba, sinirlendi, eli çamurlu su birikintisine fırlattı, postacı gülümsüyordu. “Seni değil yalnızca, bizi de kurtaracak!” Baba, anlamıyordu, “Kimden ve nasıl kurtaracak?” Yine o sağır edici ölüm jetleri, postacının üstüne de kurşunlar yağıyor, kurşun değil, kiraz kuşları, postacıya saldırıyorlardı, acı, postacıdan geriye takma bir el kalıyordu, sarsıntı sürdü bir müddet, ölüm jetleri mesaideydi, o halde çare yoktu, gidilecek ve hizmetçi kadın edilecekti ziyaret, aksini iddia eden radyo duyurusuna inat.

Pencereye dayanmış bir ağaca tutunarak toprağa ulaştı baba. Postacının takma elini çıkardı çamurdan, baktı, baktı, eli cebine attı, bisiklete atladı ve ilerledi. Hizmetçi kadının evi ağaçlık alandaydı, uzak sayılmazdı. Yolda uğursuz kuşlar öttüler, birtakım hain yaratıklar ses ettiler. Baba, bisiklete sımsıkı sarılmıştı, cebini yokladı, el orada, kadının evine varmak üzereydi, bisikletten düştü, on pencereli tozlu bir ev çıktı karşısına, elleri toprağın yumuşak şekline dalmıştı, hizmetçi kadın iri gözleriyle karşıladı onu. Neden geldiğini biliyor gibiydi. Adamın elini beyaz bir güğümden dökülen su ile temizledi. Kadın gencecikti, güzeldi, su gibiydi. Suyun akışında, ellerin arınışında kadını hissetti adam, öpmek istedi. Kadın ürktü ve geri çekildi. Adam, ağlamaya başladı, kadının dizlerine koydu başını ancak ölüm jetleri tekrar ortaya çıktılar, bu sefer adam sarsılıyordu, her yer sabitti, hizmetçi kadın üstündeki bluzu yavaşça indirdi, gözlerinden yaşam suyu akıyordu, kuşlar ve kurşunlar, ölüm jetleri, kadının göğüsleri adamın önünde birer günah elması gibiydiler, adam titriyordu, hizmetçi kadın, “Benim zavallım, küçüğüm…” sözleriyle sarıyordu babayı, “Annem, anneciğim…” derken sarsılıyordu baba hâlen… Babanın cebinden takma eli çıkardı hizmetçi kadın, kirli saçlarını okşadı. “Bahçeyi anne, görebiliyor musun? Düzeltebilmiş miyim?” Hizmetçi kadın göğüslerine bastırıyordu babayı. “Zavallıcığım, zavallıcığım!”

“Bu adam gelmeyecek, en iyisi mi gidelim, ormanda bir tur atalım.” Anne, iştahla kemirdi günah elmasını. Kızı, panter kostümüne o kadar alışmıştı ki, kendini panter sayıyor, konuşmuyor, büyük kediler misali miyavlıyordu, annesinin tavus kuşu tüylü yelpazesini bile yemişti geçen gün. “Kardeşin nerede? O hasta, biliyorsun. Allah'ın cezası bir bela başımıza.” Çocuk, ağaçtaydı ve duyuyordu denilenleri. Anne ve kız ormana doğru ilerlediler. Ev yalnızdı, yalnız bir insan kadar, yalnızdı. Çocuk, ağzındaki beyaz maskeye soludu bir nefes daha. “Gereğinden fazlasını tüketmek günahtır.” dedi içinden öfkeyle. Masayı mutfağa taşıdı zorlukla, sandalyeleri masanın üzerine yerleştirdi, bir kuvvet buldu kendinde, babasını düşündü, hastalığı düşündü, büyük beyaz bir maske kıvamında uzanan bir örtü serdi sandalyelerin üzerine, günahı düşündü, altı yaşındaydı, annesini ve doktoru, ablasını ve panteri, annesini ve kiraz kuşunu, kiraz kuşunu ve kör kurşunu, aklı yettiğince düşündü, altı yaşındaydı. Kibriti çaktı ve alev alıyordu büyük beyaz maske, hastalığı bitecekti, alev, yanıyordu masa ve sandalyeler, yanıyordu ev, fazlaydı tüm olanlar, fazla…

Bu esnada, ağaçlık alandan bir ambulans hareket ediyordu. Deli bir adam ihbar edilmişti, “Anneciğim, anneciğim…” diye bağırıyor, hayali birini çağırıyordu elindeki takma elle… Anne yoktu ortada, kimse yoktu, herkes evinden çıkmıştı, güvenli bir ev kalmamıştı, güvenli bir el kalmamıştı... Sonra... Ambulans, yanan evin yanından geçecek; küçük çocuk, ambulanstaki deli, delinin elindeki takma el, artık onun eli, titreyecek, titreyecek, sevinecekti… Kara yazgıdır bu, anne ve kızı ormanda, alev alev, ölüverecekti…

No comments:

Post a Comment