Bir şey oldu Ali Dayı’ya. Gelmedi dükkânına bir hafta. Her
gün önünden geçtim ekmek teknesinin. Kolum bacağım kırıldı, yoktu. Minik
oturakların, kirli örtülerin yerinde birkaç tombul kedi keyif çatıyordu. Gözüm
döndü, kaldıramadım olanları, elimdeki gazoz şişesini kedilere fırlattım.
Miyavladılar, gazoz şişesi dağılıyordu, her bir parçası yine bir şiş, birer
kediye saplandılar. Kediler cansız, vitrin kedileri, dokuz kere arsız, boylu
boyunca, ölümüne, uzandılar. Mahalleyi istila etmişti bu kediler ve ben Ali
Dayı’nın sırrını şu an keşfedecektim. Suriye’den göçen bebelerden Mirfan’ı
gördüm az ötede. Elinde bir çikolata kabı, onu kemiriyordu, cebimden bir lira
çıkarıp ona uzattım. Anlat, dedim kendi dilimde. Anlattı, kendi dilinde.
Anladım, anladım. Kedileri işaret etti, ölüydüler, elini dürüm yaptı, kendi
kendini yiyecekti, ağlıyordum dinlerken, savaşlara, çocuklara, açlığa
yanıyordum, midemden gaz gaz atarken gazozu, Ali Dayı’yı resmettiğini düşündüm
Mirfan’ın, biliyordum. Ali Dayı’nın tezgâhını dağıtmışlardı mahalledeki
çakallar. Bir de söylenti çıkarmışlardı, Ali Dayı kediden yapıyor kebapları, diye. Mirfan anlattı, ben anlamadım, ben aldattım, Mirfan ağladı, damlalar, başını
okşadım, ben ağladım, damlalar, tuhaf görünümlü bir kedi yıpranmış hasırdan düştü yere, ölüm
gördüm kedinin dilinde, dört ayak, ölen kediler ayaklandılar.
Tuhaf zamanlardı atlatılan ve masallardı anlatılan, tuhaf.
Ertesi hafta, temiz, mis bir hafta, Ali Dayı’yı gördüm, bir
neşelendim, bozuk kaldırımın çukurlaştığı noktada peşinden yürüdüm. Fark
etmedi, kambur bedeni, ne nedeni, öne kıvrılmış yürüyordu aceleyle. Durdurdum.
Küçük bedeni ve kocaman gözleriyle ağladı. Her yeriyle ağladı, gözleri şişesiye
dek ağladı. Ağladı anam babam ağladı. Şiş olmuş gözlerinin şişi, aklıma gelen
kebaplar, her şey şiş, her şey şiş. Sarıldım ona, kebabı saran dürümün
nezaketiyle. Durumu gülünç kılmak işe yaramadı, ben de ağlıyordum, acı soğan
kıvamında. “Lekelediler şerefimi.” Nasıl da haykırdı bu cümleyi! “Öldüreceğim.”
dedi bunu takiben. Onu sarmalayan ellerim çözüldü, durdum, her haltı alaya
almaktan gelmişti gına, susacaktım, gidip ne kadar konuşmam varsa, ne kadar
konuştuğum, susacaktım, konuşmuşluğum, kokuşmuşluğum varsa, hepsini, alayını asacaktım.
Şimdi değil, değil, hep, daima sonra. “Özdemir Asaf diyor Ali Dayı, bir
yerlerde okumuştum: ‘Damla, kendini tamamlayınca damlar.’ Bekle.” Cevap olarak
arka cebindeki şişleri gösterdi, gülümsemedi.
Mirfan’ın çığlığı ile sarsıldı mahalle bir akşam, kara
karanlıktı. Mirfan ağlıyor, nedenini bilen yok, Mirfan ne oldu, anlamaz ki, ne
oldu Mirfan, bu damla ne zaman tamamlanacaktı Sayın Asaf? Bozuluyordu asap! Kendi tezgâhının
orada Ali Dayı, kara kara örtüler altında cansız yatıyordu. Mirfan titriyordu,
nasıl titrenirse öyle, hepimiz oradaydık, ölümün geleceğini bilenler, bunu
Marquez’in Kırmızı Pazartesi
romanından hatırlıyordum. Santiago Nasar Dayı da orada katledilmişti, herkes
biliyordu, alayı. Aklıma bu bağlantı geldi ölünün başında, kitaptan birkaç
satır okudum dua niyetine. Mirfan’a sarıldım, hâlâ ağlıyordu. Ölü kedi
cesetleri ise beş adım kadar yandaki diğer bir kara örtünün altında, hani
canlanmışlardı, istirahat ediyordu. Açtım örtüyü, tüm kediler birbirine
şişlenmişti, şiş kedi, delik deşiklerdi, şaşırdım, Ali Dayı ise son eseri
olarak kendisini tamamlamıştı. Bedenini delen şişler, vücuduna serpiştirdiği
baharatlar, soğan, domates parçaları eşliğinde bir kebap olmuştu. Ölüm
kokuyordu bu defa. Karanlık kokuyordu ve de. Sessiz ve meraklı kalabalığı yaran birkaç karanlık kılıklı çakal, hınçla, cesetleri götürdüler. Arabalarından kova, bir kalıp sabun ve fırça
çıkarıp k/alanı temizlediler. “Kebabını sevdiğim!” diye bağırdım giden aracın
ardından, ağladım, damlalar, ağladım, Mirfan’dı artık beni teskin eden, birkaç canlı
kediye bile sarıldım.
Öldürecekti ama kimi, kimi? Kendini mi, kedileri mi,
çakalları mı? Onu kim öldürdü, kendi mi, kediler mi, çakallar mı? Ben, kimim
ki, nereden bilecektim?
Mirfan’a bir lira uzattım, gülümsedim, gece de öldü.
Ertesi sabah yeni bir adam geldi tezgâha. Kebap şişlerini
dizdi, çirkindi, bakımsızdı. Midem kazınmıştı, oturup bir kebabını yedim,
güzeldi, çok güzeldi, yıllardır beklediğim, yemek istediğim kebap buydu, buydu
kebap.
(Son lokmamda, “miyav” eden hain bir kedinin kesik kuyrukla
tezgâhın ardından çıkması, yeni dayının sırıtışı, kusuşum, şüpheler. Bunlar
anlatılmayacak şeyler…)
No comments:
Post a Comment