“Güçlü olmam gerek, ezeceğim, ezeceğim. Herkesi yeneceğim.” Şimdi evin avlusundaki portakal ağacını tekmeliyor Muhsin. Çok sinirli, baştan ayağa. Sinirli. Hissediyor, sinirlenmek için yaratılmış adeta, asabi, ağacı tekmeliyor, dal budak bırakmıyor. Annesi koşu koşuveriyor. Sarıyor anne kokan sinesine, bastırıyor minik başı, “Oğlum, evladım, sakinleş, yavrum…” Muhsin, huzur buluyor, soluğu düzenli hâle geliyor. Muhsin’in dilinde benekli öfke: “Ezeceğim.”
Turgut Amca bulmuştu Muhsin’i, yol kenarındaydı, ağzı gözü kan içindeydi çocuğun. Yine dayak yemişti. Üç fırlama görmüştü işini, korunun girişinde çıkmışlardı karşısına, sapanlarla saldırmışlardı. “Aptal. Prens’i öldüreceğiz.” diyerek atılmışlardı üzerine. Gücü yetmiyordu, yetmeyecekti. Yeni gömleğini kana bulamışlardı, ağlıyordu, babası bunu duyunca delirecekti, düşünüyordu, bir kat daha, ağlıyordu. Babası önce bir bakmış, uzunca bir bakmış, konuşmadan çıkmıştı odadan. Sorgulamanın ardından bahçeye iniyor Muhsin hızla. Prens’i alıyor kucağına. Prens, onun horozunun adı. “Seni” diyor “Seni Prens, kimse elimden alamayacak, kesemezler, öldüremezler, seni!” Prens’i sevgiyle sarıyor, tüy tüy, kol kanat geriyor. Kara tüylü, beyaz ibikli Prens daha bir güzelleşiyor, caka satıyor, horozca sesler çıkarıyor, gür gür, gürül gürül ötüyor.
<0
((())) Prens’in temsili bir çizimi.
_ //
((())) Prens’in temsili bir çizimi.
_ //
Hasta oldu Prens, günlerdir bir lokmacık olsun yemiyor. Tüyleri döküldü, gürbüzlüğü gitti, söndü. Muhsin onu üç ev ötedeki çitlerin önünde gördüğünde iki iri horozla kavgaya tutuşuyordu, horozların pençeleri deşiyordu Prens’in göğsünü, yaman noktalara ölümcül darbeler geliyordu. Prens, havada uçuşan tüylerin arasında, tüm acıya rağmen, cesurca mücadele ediyordu. Kafasının kıyısı açılmıştı, kan sıçrıyordu tertemiz dünyaya. Muhsin, o kısacık anda gördü bunu. Bayıldı.
Ölecek Prens. Ölecek. Muhsin’in babası emri verdi: “Kesin şunu!” Anne çaresiz, başı eğik. Prens, kümesinin yanı başında can çekişiyor, ölecek. Muhsin’in başı dönüyor, çaresiz. Sanki Muhsin’i kesecekler, sanki onu yiyecekler. Prens, o bol tüylü, heybetli, tavukların sevgilisi, haşin Prens, ölecek, kesilecek eceliyle ölmeden. Prens’in cücük halini hatırlıyor Muhsin, gülemiyor, ağlayamıyor, içi donuyor, sevimli bedeni ve minnacık gagası ile içeri giriyor sanki Prens şimdi, adı sonradan mı geliyor, ne önemi var? Kendisini döven ve onun Prens’e olan sevgisini bilen hain çocuklar da ziyarete gelmişler Muhsin’i. Onlar da ağlamaklı. Özür diliyorlar. Muhsin, çenesi kilitlenmiş, tekmeler savuruyor, konuşamıyor, horoz gibi dökebilse tüy dökecek ve anlasalar dil.
Prens, fırtınalı bir günde, sabahın doğduğu vakitten evvel ötmüştü, hatırladı Muhsin. Tek o duymuştu Prens’in feryadını. “Prens!..” diye bağırmış, tüylü dostunun sesini aramaya koyulmuştu. Kirli bir incir ağacının tepesinde bulmuştu Prens’i. Ağaca tırmanmıştı Muhsin, ses kesilmişti. Ses kesilmişti. Prens, oradaydı. Dallar savruluyordu yelde. Prens’in tüyleri gökyüzüne doğru dökülüyordu. Prens, sol kanadını hafifçe yukarı kaldırmış ve gökyüzünü işaret etmişti Muhsin’e. Kara bulutlar yaklaşıyordu, kara bir yazı. O sabah, gün ışımadan, kara bir yel ikisini de ağaçta yakalıyordu. Muhsin’in de dökülmüştü derisi, ruhu görülüyordu, Prens’in iki gram beyaz eti kalmıştı. Prens, kanayan kanadını açmıştı. Muhsin, ağaçtan düşüyordu. Burnu parçalanıyordu. Tekrar çıkmıştı kirli ağaca, Prens tekrar kanadını açıyordu, Muhsin tekrar düşüyordu yere. Ayakları parçalanıyordu koyu kara yelin içinde. Kalan bedenini zorlayarak, ite kaka, ışıl ışıl ağaca tırmanıyordu, Prens bu kez dikkatlice ona bakıyordu, kanadı yoktu, kan olmuştu Prens, akıyordu. Muhsin tekrar düşüyordu, son kez, kara yelin içine, bıçak bıçak doğranıyordu. Doğduğunda gün, öldüğünde kara yel, dindiğinde fırtına, Muhsin’den geriye bir Prens kalıyordu, kanatsız ve anlamsız.
Muhsin, Prens kesilmeden önce kaçıyor evden. Deli gibi koşuyor, ciğerlerini delercesine. Prens’in değiştiği bu fırtınalı günü anımsıyor yol boyu. Güneş yakıyor derisini. Pul pul kabarıyor, ucu bucağı olmayan bir yolda ilerliyor. Ne görüyorsa Prens’tir artık, dağ taş, insan Prensler, Prens insanlar, büyük Prens taşıtlar, koşuyor Muhsin, bir feryat işitiyor ötelerden, Prens’in son nefesteki sesidir bu. Muhsin yığılıp kalıyor oracıkta. Kalbi fırlayacak gibi yerinden. Taşın üstünde babasını görüyor, hayır Prens bu. Babası bu, Prens bu. Ne bu? Babasının görünümünde Prens. “Çok değiştin.” diyor Muhsin. Toza toprağa, kana tere bulanıyor gülerken. Deliriyor. Kerem Prens Ağa tebessümü işitti, eyvah, az önce taş tozu ile kremlediği elini kuşlara doğru kaldırıyor, Muhsin’in yanık yanağını lekeliyor. Tüyler saçılıyor, tel tel, ışıl ışıl, fırtınalı gündeki gibi. Heybetli kanadını kanlı gövdesinin iç yüzüne siliyor Kerem Prens Ağa bu esnada, hiddetli bir ibikle dönüyor önüne. Muhsin, çaresiz, güç bela, doğruluyor, yumuk elinde sanki babası var, kümese gidiyor (Prens Muhsin) ve haykırıyor/lar: “İşte şimdi güçlüyüz. Ezeceğiz, ezeceğiz. Üürürü.”
No comments:
Post a Comment