Yakan bağrın açıktı Mehmet. Kareli gömleğini, çelimsiz bacaklarına geçirdiğin koyu renkte bir kot pantolon takip ediyordu. Dükkâna girdiğimde beni selamladın. Sana baktım dikkatlice. “Uzun zamandır görünmüyorsun abi” dedin. Açıklamamı bekledin tıraşını yaparken. Müşterin aynadan takip ediyordu beni, hareketlerimi. Sustum. Biraz gerildim açıkçası. Kırmızı bir sandalyeye oturdum oracıkta. İşim vardı, bir yere yetişmem gerekiyordu. Adamın kafasına dikkat kesildim göz ucuyla, en az bir yirmi dakika sürerdi tıraş. Saçları şakaklarına doğru seyreliyordu, burnu ise kocaman bir sopayı andırıyor, arada bir açılıp genişliyordu. Özgüveni yüksekti sanki. Saçından makasla aldığın her tutamda boynunu yana yatırıyor, güzel yüzünü zevkle seyrediyordu. Çenesinden sarkan bir tutam et koyu tıraş önlüğüne temas ediyor, tuhaf sesler çıkarıyordu. Adamdan gözümü aldığım bir an etrafını saran dört çırağı fark ettim. Sen bu esnada bana her şeyin yolunda gidip gitmediğini soruyordun sanırım. Göğsünün sol tarafının bir parmak üstünden başlayıp ince boynunu kesen gömleğinin yakaları beni endişeye düşürüyordu. Neden açıktı yakan bağrın? Hepimizden boncuk boncuk ter boşanıyordu, sıcaktan ve bunaltıdan. Dört çırağı süzüyordum. “Ha abi” dedin aynaya bakarak “Yaz için aldık bunları. Öğrensinler işi. Para çalmasınlar yeter. Yoksa ben çırak mıyım, kalfa mı, berber mi, çaycı mı, hatta ben müşteri miyim, belli değil.” Gülümsedin, dişlerinden sıçrayan çürük ve terli bir koku, bana seslendiğin aynadan yüzüme çarptı, sarsıldım yerimde. “Abime çay getirin, gazete getirin. Alo, gazete nerede?” Sinirlenmiştin Mehmet, senden akan boncuksu terler de öfkelenmiş, gazaplanmıştı. Kolunun altından damlıyor, intihar ediyorlardı siyah örtü üzerindeki kıl yumaklarına tutunarak. Bıyıkları yeni terlemiş, yeşil örümcek adam figürlü bir tişörtün içinde kaybolan çıraktan aldım nem kokan çayı. Şekeri çoktan boca etmişti içine, yüzüm ekşidi, ekşidi ve belki gerinen bir bebek kedi oldu görünümüm, gerinen bir bebek kuş, gerinen bir bebek berber gibi hissettim kendimi. Çayı tek yudumda, sıcak da olsa, mideme döktüm. Çırağın irice olanı elindeki gazeteyi bana uzattı nefes nefese, yan dükkândan getirmişti. “Bir daha Ahmet Abi gazete isterse yok ulan, öyle söyleyin” diye haykırdın ve elindeki boz renkli tarağı yere fırlattın. Gazetedeki haberleri tarıyordum ben de ve zaman zaman sizleri izliyordum. Haberler odaklanılacak gibi değildi, okumak istemiyordum. Havalar kavurucu sıcaklara teslim olacaktı bir süre daha, liseli talebe çalıştığı inşaatın beşinci katından düşüp ölmüştü, bir futbolcu maaşına zam istiyor, bir memur maaşına zam istiyor, bir milletvekili maaşına zam istiyordu. Gözlerim yuvalarında kayganlaştı bir nebze, ısındı görme aygıtımın damarları, gazeteyi çabucak kenara koydum.
Mehmet tıraşı tamamlamak üzereydi, adamın saçına fön çekiyordu. Fön makinesinin verdiği esintinin berber dükkânındaki neme ve üstte istiflenmiş küçük ekranlı, tüplü televizyondaki Kemal Sunal filmine karıştığını, o filmdeki yakıcı güneşin yarattığı ter boncuklarının ekrandan taştığını gördüm. Hiddetin diner gibiydi Mehmet, yüzde kalan tüyleri temizlemek için fırçayı istedin çırağın tekinden, derin bir nefes aldın. Arada bir pamuk kutusunun yanında duran telefonuna uzanıyor, iç çekiyordun: “Aramıyor bu kız, abi, aramıyor. Arıyorum, açmıyor.” Müşterinin saçından dökülen kıllar gömleğinin üzerinde yer etmişti. “Ayna getir, koçum.” Tıraş ettiğin adamın ensesini görmesi içindi bu. “Doğru tut, ulan.” Adettendi bu Mehmet, adam bakmış, bakmış ve ellerine sağlık, demişti. “Sıhhatler olsun, geç abi.”
Sıra bendeydi artık. Soluklandım ve koltuğa oturdum. Az önceki adamın kokusu, teri, boncuk teri, lavaboda birikmiş sakal tıraşı artıkları, köpük, minik kıl kümeleri beni ürkütüyordu. Koltuğumun ayarı ile oynadın Mehmet ve sol altta yer alan siyah kolu indirip, havayı aldın. Korktum, içim çekildi. Boynuma beyaz bir bant geçirdin, sıktın. “Abi kola iç, soğuk iç” dedin. İstemedim. Bu boğazdan geçmezdi. “Önlüğü getir, havlu getir, çabuk.” Bağırdın artık ayırt edemediğim çıraklardan birine. Önlüğü geçirdin ve artık senin esirindim. “Abi, bu işte fırlama olacaksın. Başka yolu yok. Yırtık olmazsan, güler yüzlü olmazsan kimse gelmez.” Seni aynada izliyor, orada var ediyordum. “Bak misal bana belediye reisi de gelir, arkadaşlarım da, ta uzaktan köylerden gelirler. Neden? Sohbetimden. Dinliyor musun abi?” Gözlerimi kapamıştım tıraş makinesinin baskısı altında. Dinlediğimi ifade ettim kafamı kımıldatarak. Tıraş makinesi, tırtıklı dişleri ile başımı kemiren geçmiş zaman ejderhalarını andırıyordu. Gözlerimi açsam, büyük, yabani kızıl gözleriyle beni hapsedecekti kendi içime. Açmadım. Sakinleştim. Saçımın üst tarafını makas şekillendirecekti bu aşamada. Ejderha pençeleri. Yüzüme zerk edilen parfümsü suyun altında hayal kuruyordum. Ejderha, lav püskürtüyordu ama bu ejderha soğuk su ejderhasıydı galiba. Ağzından boncuksu seller, tsunamiler doğuyordu. Ne zaman görmüş, ne vakit ahbap olmuştum bu ejderhayla? “Abi aramıyor işte, üniversiteyi bitirsin bu kız, kaçıracağım bak.” Tıraşım bitmeden rahatlamayacaktım. “Havluyu getir, yıkayalım abimizin saçlarını. Güzel abim.” Demek sonu geliyordu tutsaklığın. “Dur önce abimin yüzüne bir buhar tutayım. Gözenekleri açılsın.” Serum aygıtı görünümlü cihazın yanıma yaklaştığını hatta yürüdüğünü fark ettim ve açıldı gözlerim. Huzurlanmıştı göz bebeklerim. Etrafımı saran dört çırağın bakışları, televizyondaki boncuklu Kemal Sunal kahkahası ve makineden savrulan buharın boğuculuğu karşısında haykırmak istedim. Yeşil Yol romanındaki cüsseli adam John Coffey gibi hissediyordum. Hapsolmuştum ama bu iyiliği yapacaktım yine, kendime ve insanlara. Gözlerimi kapadım. Mehmet, kenara çekilmiş, kıza mesaj yolluyordu. Üstümde yakalıksız sarı bir tişört, mavi renkli bahçıvan kıyafeti vardı. Makinenin püskürttüğü buharı, boncuklanan yüzümü hissettim. Dokundum güçlü pazılarıma, kollarımı dirseklerimden kırarak. Kudretliydim, rahatladım. Mehmet, telefonu yere fırlatmıştı o buhar bulanıklığının içinde, yüzü neşeliydi. “Kurtuldum abi.” Çıraklardan biri ötekini tokatlıyordu su sebilinin serinliğinde. Ağzıma gözüme doluyordu buhar. Özgürleşiyordum. Boynumdan süzülen kolyemin zincirini ellerimde ufaladım, dudaklarıma sundum, öptüm. Özgürleşiyordum. Ağzımı kocaman, dev bir ejderha ağzı kadar genişçe, açtım ve dükkânda ne varsa, o iki göz mekânda ne varsa, ne varsa, ne kadar kıl, tüy, köpük, ustura içi yarım jilet, ucuz parfüm, makas, tarak, kolonya, ne kadar erkek, erkek muhabbeti, küfür, günlük gazete, çekmecedeki plastik kutuya atılmış buruşuk para, bozulmuş çay, ne kadar hırsız ve ne kadar namuslu çırak ve onların kokusu, hayalleri, terleri, boncuk terleri varsa, ne varsa, kim varsa içime çektim. Hepsini yok ettim. Sona erdirdim her ne oluyorsa. Gözlerimi hafifçe yukarı döndürdüm. Kurumuştu dudaklarım. Elbiselerime sürdüm parmaklarımı. Soluk aldım ve ağzımı ve buhar makinesini kapattım, sarsılıyor, yere yuvarlanıyor, ağlıyordum. Gözlerimden yaşlar akıyor, Mehmet bana bakıyor, çıraklar o günkü yevmiyelerini hesaplıyor, kimse beni, kimse kendini, kimse şu boncuklu hayatı anlamıyor, tüm çabalar nafile, anlamıyordu. Her şey yok olmuş, bir gölge kalmıştı geride. Boncuklar gölgelenmiş, gölgeler boncuklanmıştı. Ters dönmüş bir böcektim belki ve belki aslında, Platon mu diyordu, yerin değil ama göğün bitkisiydim. Kıllı, tüylü ve terli bir bitki gölgesi. Huzurlanmıştım yine de. Onları saran, bizi kuşatan nesneleri, kötülükleri, bela çiçeklerini önlemiş, içime çekmiş, ağlamış, ağlamış, boncukça ağlamış, tümümüzü kurtarmıştım.
Mehmet emrediyordu dört çırağa birden ve hâlâ anlamıyordu: “Hasta galiba, benim abim. Bir yüz maskesi yapalım da açılsın. Sen, abimi kaldır. Sen tozu dök ve karıştır. Sen çay getir. Sen de iyi bak. Bu işi öğren. Bu işin sırrı güler yüz. Dinle…”
June 17, 2015
BONCUKLU GÖLGE
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment