Aykut, bisikletine atlardı çoğunlukla, bizden kaçardı, pedalları çevire çevire giderdi bir yerlere. Bu belki en fazla on dakikasını alırdı, bilemezdim. Bizden kaçardı, yanımızda kalmak istemezdi. Üç odalı evimi üç üniversite talebesiyle paylaşıyordum. Evimiz yaşlı, beş katlı bir apartmanın bodrum katında, basık bir yaşam alanıydı. Kimileyin yalnız kalmış bir güneş tanesi damlardı karanlık mutfağımızın çinko kaplı metal raflarına. Aykut, heyecanla ve her defasında ilk kez görüyormuşçasına bağırırdı bu sahne karşısında, yeni doğmuş ve annesiyle henüz tanışmış bebek bir panda gibi sesler çıkarırdı. Ona “Panda” derdik bu nedenle. Ayrıca gözlerinin iki yanında beliren siyahımsı doğum lekeleri de onu pandalaştırırdı yoksa yalnızca bir iki böğürtü için lakap takmak âdetimiz değildi, usturuplu adamlardık, yol yordam bilirdik. Evde ben ve Aykut, matbaada çalışıyordu bir yandan, dışında, Hasan ve Serkan da kalıyordu. İkisi de kördü. Şişko Hasan, mendilcilik yaparak sağlıyordu geçimini ve bir yandan da okulunu sürdürüyordu. Onu takdir ediyordum. Tüm esnafla tanış olmuş, esnafın mendil, sakız, şeker ihtiyacını giderir hale gelmişti kısa zamanda. “Ne yapalım, biz de görmeyelim. Herkes görüyor da ne oluyor?” derdi çoğunlukla Şişko Hasan. Gözleri ışığı dahi seçmezdi. Buna üzülürdük, kahrolurduk. Bilhassa Panda’nın gözleri birer çeşme billurluğuna bürünürdü Şişko başından geçenleri anlattığı zamanlar. “Kafamı ağacın birine vurdum, görmüyorum, ne yapayım, sonra adamın biri önümü kesmez mi? Utanmıyor musun it, dedi. Kör müsün? Evet amca, dedim. Sesinden çıkarmıştım yaşını. Tükürür gibi konuşmuş ve ağır bir koku sürünmüştü. Kendine bakıyordu muhtemelen. Kolumdan tuttu. Ellerinin büyük ve kıllı olduğunu anladım. Alay mı ediyorsun ulan, diyerek yüzüme bir tokat indirdi. Kan akıyordu, anlıyordum. Doğayı katlettiniz, bir de kör ayağına yatıyor, dedi nefretle. Yüzünü göremiyordum ama zihnimde çizdiğim yüz dünyanın tüm kötülüklerini içeren bir canavara aitti. Sonra iki kişi daha geldi ve bacaklarıma, yüzüme tekmeler savurdular, güçlüydüm Allahtan ama acımıyorlardı. İyi bir sopa attılar. Kahkaha atan yabani kuşlara benziyorlardı sanki. Vurmayın, diyordum, yapmayın. Sol elime sıkı sıkıya bağladığım mendil poşetimi almaya çalıştılar. Ağlıyordum şimdi, işte. Bak bir de mendil satıyor, it. Öfkeleri bana mıydı, hayata mı? Bilemiyordum. Tombul bedenim çürük içinde kalmıştı. İçlerinden sesi en genç olanı ağzımdan kanlar fışkırdığını görünce panikledi. Hakikaten görmüyor ağabey bu, hakikaten. Tüymüşlerdi.” Bu hikâyeyi ve nicelerini belki defalarca anlatmıştı Şişko ama her defasında hüzünlenirdik. Sinek ise gülüp geçerdi. Pişkin bir sırıtışı vardı. Sinek Serkan’ın gözleri az da olsa ışığı seçerdi, onun lakabını ben belirlemiştim. Pişti oynardık akşamları ve beni kör gözüyle yenerdi. Dellenirdim ama yenerdi. Gözünün dibine kadar soktuğu iskambil kâğıdına gözünü iyice açarak bakar, ustalıkla görürdü kâğıdı. Birkaç kere hızla oynamış ve onu kandırmış, yenmiştim ama içim rahat etmemişti. Kendimi yenememiştim. Biz pişti oynarken, Şişko o gün neler yaşadığını anlatmaya koyulur, Sinek güler ve ben de düşünürdüm. Dışarıdaki hayatı, sokakları, kuşları anlatmasını rica ederdim Aykut’tan. Susardı. Tek gören o olsa da susardı, biz akşamın keyfini sürerken, mutfağa gider, fırına tüm patatesleri atar, güzelce közleyiverirdi nimetleri. Sonra fırın tepsisini sunardı önümüze. Kokuyu çoktan almış olurdu bizim körler, el yordamıyla ite kaka banyoya gider, ellerini yıkarlardı. Sinek, Şişko ne zaman banyoya gitse “Elektriği boşa harcama” der, gülerdi. Neşelenirdik. Fırın tepsisinin dibinde patates kalıntıları birikirdi, afiyetle yerdik. Doymamacasına yerlerdi Şişko ve Sinek. Ben onları izler, doyardım, onlara bakar, açgözlü olup olmadıklarını düşünürdüm. Panda, ötede asık değil ama yorgun bir suratla beklerdi. Yemek yediğini görmezdim. Şöyle bir süzerdi bizi hüzünlü gözlerle ve terk ederdi salonu. Kursağım düğümlenirdi o an, yerlere dökülmüş çekirdek ölülerini izler, susar, ayağımı kımıldatmaya çalışır, başaramazdım.
Şişko, Sinek ve Panda benim dostlarım, elim ayağım; karanlık hanemi aydınlatan, ışıl ışıl yüzler olmuşlardı. Yıllardır çıkamıyordum evden, yapamıyordum. Sakallı ve kare kafalı bir adama denk gelmiştim sıcak bir yaz sabahı. Güneş, sarı sarı yakmaya başlamıştı çocuk bedenimi. Adam, sakallı yüzünü kesen boşluktan seslenmişti bana. Anlamamıştım konuşmasını, dilini çözememiştim. Ağzımdan boynuma düşen vişne özünün lekesini fark etmiştim. Kafamı eğmiştim. Bir ürperti hissetmiştim bunu takiben. Çocuk başımı kaldırdığımda adamı görememiştim. Yoktu, yitmişti. Onu aramıştım, içine girilebilen koca bir kanalizasyon borusunda. Oraya bakmıştım korkuyla. Sanki oraya girmişti adam. Sanki orada doğmuş ve orada var olmuştu. Orada, orada. Karanlığa ellerimi siper yaparak ilerlemiştim içeride. Korkmuştum. Acı kokmuştu. Olağan şeyler son bulmuştu galiba çünkü bir aydınlık doğmuştu birkaç adım ötemde. İri, kırmızı bir örümcek beyaz bir ağ üzerinde geriniyor, sivri dişlerini gösteriyordu. Ona takılmış gözlerimi sırtımda beliren, sırtımı deliveren bir el kör etmişti ansızın. Etraf kararmıştı. Bir süre sonra uyandığımda evde yatakta uzanıyordum. Annem yaşlar döküyordu gözlerinden. Neler olup bittiğini anlamak istiyordum. Oğlumu sakat ettiler, diyordu, ağlıyordu. Neremi anne, neremi, desem de sesim içimde yankılanıyordu. Ellerim yanıyordu biraz, kendimi iyi hissediyordum ama bacaklarıma uzanan ellerim boşluğu kavramıştı hemen sonrasında. Ağlıyordum, anlamıyor, ağlıyor, bacaklarımı arıyor, ağlıyordum.
İnsanın geçmişi, onun kiridir. Üzerinden hiç çıkmaz. İnsan çıkarmak ister, çıkmaz. Geçmiş geleceğin lanetidir. Huzursuz eder, hiç durmaz.
Hayatın paslı bir şebeke suyu kadar sıradan aktığı bir akşam, evde yalnız kalmıştım. Tekerlekli sandalyemde, hayatın ve yaşamın tam ortasında, talebe arkadaşlarımı bekliyordum. Birazdan damlayacaklardı, Aykut matbaadaki işini bitirecek, beni kucaklayacak, tuvalete götürecek, karnımı doyurmama yardımcı olacaktı. Sinek de gelecek ve kıs kıs gülerek kendisine yine hangi kızların baktığından söz edecek; Şişko tuhaf hikâyelerini tekrar edecekti, eğer her şey akışında seyretseydi.
Kan ter içinde kalmış, altıma doldurmuştum. Koca adam ben, ağlayarak, ıkına sıkıla altımı pislemiştim. Koku yayılmıştı hemen evin içine. Ellerimle yelpaze olmaya çalışsam da durduramamıştım bu utanç kokusunu. Şişko ile Sinek neredeydi? Gözlerimden akan yaşın kurumaya yüz tuttuğu bir vakit kapı şiddetle vuruldu. Gündüz olmuştu sanırım. Tekme, tokat ve küfür deryasının arasında kırıldı kapı. İki izbandut daldılar mabedime. Ellerini insafsız burunlarına götürerek beni, kokumu aşağıladılar. “Yok, şerefsiz. Bu kötürümü bırakmış burada. Berbat kokuyor bu.” Beni herhangi bir nesneden farklı kılmayan sözler sarf etmişlerdi. Gözlerimi kapatmış, o kanalizasyon borusunu hayal etmiştim. Nefes alışımın normalleştiği esnada ellerimi kavramıştı bir el: Aykut’un eli. Aykut’un eline rahmani bir ışığın aksettiğini görür gibi olmuş, heyecanlanmıştım. Panda beni omuzlamıştı. Koksam da hâlâ, o benim arkadaşımdı. Tekerlekli sandalyemi ve beni sokağa çıkarmıştı. Araba sesleri, gülüşen insanlar, cıvıl cıvıl bir yaşam, sınırsız bir oksijen vardı burada. Yıllar sonra ciğerlerim bayram ediyordu. Kokum bile hafiflemişti. Gülümsüyordum. Panda beni tekerlekli sandalyeme özenle yerleştirdi, elime tutuşturduğu kalın ipin diğeri ucunu tutarak bisikletine atladı. O önde ben arkada ilerliyorduk. Yolları aşa aşa, hızla, ipe sıkıca tutunarak ilerliyorduk. Ellerim aşınsa da beni Panda’ya bağlayan bu somut bağı bırakmıyordum. Arada bir düşecek gibi oluyor, daha sıkı sarılıyordum sandalyeme. Bir süre sonra durmuştuk yeşil bir alanda. Park benzeri bir yerdi burası, sessiz ve sanki kimsesiz. Panda’nın yüzünde daha önce tesadüf etmediğim kötücül izler görmüştüm bana baktığında. İntikam almak ister gibiydi. Beni sırtına yüklemiş ve hafifçe kararmakta olan günün izlerinin silindiği koyu bir köşeye götürmüştü. Tam teçhizatlı bir hastane odası havası vardı bu yerde. Hayatımı esrarengiz biçimde etkilemiş olan kanalizasyon borusundaki varlığımı hatırlıyordum. Acı kokmuştu, tekrar. Doktorun biri, belki de sakallı ve kare kafalı adam bu doktordu, ameliyat için hazır halde bekliyordu. Demek, Panda yıllarca bu iş için kaçmıştı bizden, bizi düşündüğü için kaçmıştı. Panda, bana, doktora ve sedyelerinde sessizce, kımıltısız, uzanıveren Şişko ve Sinek’e bakmış, susmuştu. Şişko’nun ve Sinek’in gözlerini çıkarmışlardı anlaşılan. Arkadaşlarımın göz çukurlarında minik kurtlar oynaşıyordu. Sonra, Panda’nın elleri kendi gözlerine gitmişti ve Panda hüzünlü gözlerinden birini deşerek çıkarmış, Şişko’nun göz oyuğuna bırakmıştı jelibonumsu uzvu. Bana da sesler çıkararak, sen de yap, dercesine işaret etmişti. Yapmıştım aynı işlemi, sonra kalan gözlerimizi de çıkarmıştık. Artık göremiyorduk. Tüm gözleri yerlerine yerleştirmişti Panda. Doktor, işleme başlamıştı. Kapkaranlık bir hayatı görüyorduk. Panda, Sinek ve Şişko için kendisini ve beni kör etmeyi uygun bulmuştu. Herhalde, birilerinin canını yakmıştı ki adamlar gelip evi, evimi, benim evimi basmıştı. Ben bu işten kârlı mı çıkmıştım, bilemiyordum ama Panda’yı göremiyor, yaşamın güzelliğini hissediyor, Panda'nın gözlerinin yanında beliren siyahımsı doğum lekelerini göremiyor ve onun kokusunu, yalnızca kokusunu duyuyordum derinden ve kendimi dev bir beyaz ağ üzerinde yürüyen, sakat olmayan, sağlıklı, insan bir kırmızı örümcek olarak hayal ediyor, kendi pis kokumun da Panda'ya ve hayata ulaştığını adım gibi biliyordum.
Sahi adım neydi?
Şişko, Sinek ve Panda benim dostlarım, elim ayağım; karanlık hanemi aydınlatan, ışıl ışıl yüzler olmuşlardı. Yıllardır çıkamıyordum evden, yapamıyordum. Sakallı ve kare kafalı bir adama denk gelmiştim sıcak bir yaz sabahı. Güneş, sarı sarı yakmaya başlamıştı çocuk bedenimi. Adam, sakallı yüzünü kesen boşluktan seslenmişti bana. Anlamamıştım konuşmasını, dilini çözememiştim. Ağzımdan boynuma düşen vişne özünün lekesini fark etmiştim. Kafamı eğmiştim. Bir ürperti hissetmiştim bunu takiben. Çocuk başımı kaldırdığımda adamı görememiştim. Yoktu, yitmişti. Onu aramıştım, içine girilebilen koca bir kanalizasyon borusunda. Oraya bakmıştım korkuyla. Sanki oraya girmişti adam. Sanki orada doğmuş ve orada var olmuştu. Orada, orada. Karanlığa ellerimi siper yaparak ilerlemiştim içeride. Korkmuştum. Acı kokmuştu. Olağan şeyler son bulmuştu galiba çünkü bir aydınlık doğmuştu birkaç adım ötemde. İri, kırmızı bir örümcek beyaz bir ağ üzerinde geriniyor, sivri dişlerini gösteriyordu. Ona takılmış gözlerimi sırtımda beliren, sırtımı deliveren bir el kör etmişti ansızın. Etraf kararmıştı. Bir süre sonra uyandığımda evde yatakta uzanıyordum. Annem yaşlar döküyordu gözlerinden. Neler olup bittiğini anlamak istiyordum. Oğlumu sakat ettiler, diyordu, ağlıyordu. Neremi anne, neremi, desem de sesim içimde yankılanıyordu. Ellerim yanıyordu biraz, kendimi iyi hissediyordum ama bacaklarıma uzanan ellerim boşluğu kavramıştı hemen sonrasında. Ağlıyordum, anlamıyor, ağlıyor, bacaklarımı arıyor, ağlıyordum.
İnsanın geçmişi, onun kiridir. Üzerinden hiç çıkmaz. İnsan çıkarmak ister, çıkmaz. Geçmiş geleceğin lanetidir. Huzursuz eder, hiç durmaz.
Hayatın paslı bir şebeke suyu kadar sıradan aktığı bir akşam, evde yalnız kalmıştım. Tekerlekli sandalyemde, hayatın ve yaşamın tam ortasında, talebe arkadaşlarımı bekliyordum. Birazdan damlayacaklardı, Aykut matbaadaki işini bitirecek, beni kucaklayacak, tuvalete götürecek, karnımı doyurmama yardımcı olacaktı. Sinek de gelecek ve kıs kıs gülerek kendisine yine hangi kızların baktığından söz edecek; Şişko tuhaf hikâyelerini tekrar edecekti, eğer her şey akışında seyretseydi.
Kan ter içinde kalmış, altıma doldurmuştum. Koca adam ben, ağlayarak, ıkına sıkıla altımı pislemiştim. Koku yayılmıştı hemen evin içine. Ellerimle yelpaze olmaya çalışsam da durduramamıştım bu utanç kokusunu. Şişko ile Sinek neredeydi? Gözlerimden akan yaşın kurumaya yüz tuttuğu bir vakit kapı şiddetle vuruldu. Gündüz olmuştu sanırım. Tekme, tokat ve küfür deryasının arasında kırıldı kapı. İki izbandut daldılar mabedime. Ellerini insafsız burunlarına götürerek beni, kokumu aşağıladılar. “Yok, şerefsiz. Bu kötürümü bırakmış burada. Berbat kokuyor bu.” Beni herhangi bir nesneden farklı kılmayan sözler sarf etmişlerdi. Gözlerimi kapatmış, o kanalizasyon borusunu hayal etmiştim. Nefes alışımın normalleştiği esnada ellerimi kavramıştı bir el: Aykut’un eli. Aykut’un eline rahmani bir ışığın aksettiğini görür gibi olmuş, heyecanlanmıştım. Panda beni omuzlamıştı. Koksam da hâlâ, o benim arkadaşımdı. Tekerlekli sandalyemi ve beni sokağa çıkarmıştı. Araba sesleri, gülüşen insanlar, cıvıl cıvıl bir yaşam, sınırsız bir oksijen vardı burada. Yıllar sonra ciğerlerim bayram ediyordu. Kokum bile hafiflemişti. Gülümsüyordum. Panda beni tekerlekli sandalyeme özenle yerleştirdi, elime tutuşturduğu kalın ipin diğeri ucunu tutarak bisikletine atladı. O önde ben arkada ilerliyorduk. Yolları aşa aşa, hızla, ipe sıkıca tutunarak ilerliyorduk. Ellerim aşınsa da beni Panda’ya bağlayan bu somut bağı bırakmıyordum. Arada bir düşecek gibi oluyor, daha sıkı sarılıyordum sandalyeme. Bir süre sonra durmuştuk yeşil bir alanda. Park benzeri bir yerdi burası, sessiz ve sanki kimsesiz. Panda’nın yüzünde daha önce tesadüf etmediğim kötücül izler görmüştüm bana baktığında. İntikam almak ister gibiydi. Beni sırtına yüklemiş ve hafifçe kararmakta olan günün izlerinin silindiği koyu bir köşeye götürmüştü. Tam teçhizatlı bir hastane odası havası vardı bu yerde. Hayatımı esrarengiz biçimde etkilemiş olan kanalizasyon borusundaki varlığımı hatırlıyordum. Acı kokmuştu, tekrar. Doktorun biri, belki de sakallı ve kare kafalı adam bu doktordu, ameliyat için hazır halde bekliyordu. Demek, Panda yıllarca bu iş için kaçmıştı bizden, bizi düşündüğü için kaçmıştı. Panda, bana, doktora ve sedyelerinde sessizce, kımıltısız, uzanıveren Şişko ve Sinek’e bakmış, susmuştu. Şişko’nun ve Sinek’in gözlerini çıkarmışlardı anlaşılan. Arkadaşlarımın göz çukurlarında minik kurtlar oynaşıyordu. Sonra, Panda’nın elleri kendi gözlerine gitmişti ve Panda hüzünlü gözlerinden birini deşerek çıkarmış, Şişko’nun göz oyuğuna bırakmıştı jelibonumsu uzvu. Bana da sesler çıkararak, sen de yap, dercesine işaret etmişti. Yapmıştım aynı işlemi, sonra kalan gözlerimizi de çıkarmıştık. Artık göremiyorduk. Tüm gözleri yerlerine yerleştirmişti Panda. Doktor, işleme başlamıştı. Kapkaranlık bir hayatı görüyorduk. Panda, Sinek ve Şişko için kendisini ve beni kör etmeyi uygun bulmuştu. Herhalde, birilerinin canını yakmıştı ki adamlar gelip evi, evimi, benim evimi basmıştı. Ben bu işten kârlı mı çıkmıştım, bilemiyordum ama Panda’yı göremiyor, yaşamın güzelliğini hissediyor, Panda'nın gözlerinin yanında beliren siyahımsı doğum lekelerini göremiyor ve onun kokusunu, yalnızca kokusunu duyuyordum derinden ve kendimi dev bir beyaz ağ üzerinde yürüyen, sakat olmayan, sağlıklı, insan bir kırmızı örümcek olarak hayal ediyor, kendi pis kokumun da Panda'ya ve hayata ulaştığını adım gibi biliyordum.
Sahi adım neydi?
No comments:
Post a Comment