Sağa sola savruluyor bedenin, seni yürüyen şişko bir balık
olarak düşlüyorum o an. Pulların yollara dökülüyor Ali. En son ilkokulda
görüşmüştük. Zıldır zımba oynarken omzuma çıkmıştın. Cılızdın. Diğerlerini
tekmelemek istiyordun kafamı komuta ederek. Tuhaf bir yel dokunmuştu elime,
oradan çiçeklere uzanmış, ufalmıştı. Okul bahçesinin paslı demir örgülerle
ayrılan bitkili bahçesine de uğradığını düşünmüştüm yelin. Ellerimdeki
ıslaklıktan ötürü seni daha fazla sırtlayamamıştım. Hafifçe başımı
kaldırdığımda yere düşmüştün çoktan. İnliyordun ve kırılan bacağından ters v
şeklinde bir kemiğin pantolonunu delip belirdiğini fark etmiş, yutkunmuştum. O
günden sonra, okulun son iki ayıydı zaten, gelmedin okula. Seni merak etmiştim
aslında. Evinin etrafında gizlice dolaşmış, aralık perdelerin sisi içinden seni
görmeye çalışmış, başaramamıştım. Taşındığınızı duydum çok sonra.
Sahi, seni neden sırtlamıştım? Neden alttaki bendim? Neden
her seferinde dediklerini harfiyen uyguluyordum?
Evindeki ataride tetris oynamıştın bu olaydan birkaç hafta
evvel. Ben de seni izliyordum. Hızla süzülen blokları ustalıkla
yerleştiriyordun yerine. Kuzenin Damla da gelirdi bazen. Onun sana hayran
olduğunu hissederdim. Avuçlarının arasına yerleştirdiği başıyla dakikalarca
oyuna değil ama senin oyuna bakan gözlerinin içine bakardı. Orada oluşan zafer
pırıltılarını gördükçe saçları kabarırdı sanki; dudakları allaşır, eli ayağı
birbirine dolaşırdı. Damla’yı seyre dalar, suskunlaşır ve sonra hemen yine sana
dönerdim. Senin sağ kaşının yukarıya kalktığını da görür, bunu kazanılmış bir
eylem olarak görürdüm. Dener, oturduğum sandalyeye sıkıca yapışır, dener,
başaramaz, kaşlarımın tekini kaldıramazdım. Sonra “Ali” derdi Damla. Senin
ağzının kenarında bir boşluk oluşurdu. Rahatsız edilmenin sıkıntısı buradan
buharlaşırdı. Bir keresinde bu buhar sisteminin sekteye uğradığını ve senin sinirlenip
tetrisi fırlattığını, titrediğini, ağzından köpüklü beyazlıklar çıkardığını
görmüştüm. Yerde kıvranıyordun, baloncuklar beliriyordu beyazlığın ortasında.
Damla çığlık atıyordu gücü yettiğince. Annen baban gelip seni götürmüştü. Arabanın
arka koltuğunda gidiyordun. Bense Damla ile yan yanaydım. Tetris elimde, senin
gibi yapmaya çalışıyordum. Pilsiz ve kırık ekranlı tetriste çatlamış yüzümü
seçiyor, kendimden geçiyordum. Damla, dev iğneli kara bir arıya dönüşüyordu ben
böyle olunca. Sarı, siyah, sarı. Bağırıyor, güzelleşiyordu. Elim titriyordu
tabii, dilim de. Ballaşıyordu Damla. Tetrisin ekranından sızıyordu arılar. Blok
hâlinde ballaşan Damla’ya bulaşıyorlardı. Belki hayatımda ilk kez korkmamış,
ağzımın kenarında bir boşluk oluşturup tebessüm etmiştim. Başarmıştım. Ali
yoktu ama Alileşmiştim.
Yıllarca içimde taşıdım seni Ali. Kurşungeçirmez, korunaklı özgüvenini
kopyaladım. Ağzından saçılan köpükler, ansızın artan hiddetin ve kırılan
bacağınla çok uzaklardaydın artık.
***
Büyümüş, koca adam olmuştum. Galiba. Hâlâ ara sıra senin
eksikliğini duyumsuyordum. Bir akşam vakti seni gördüm Ali. O anlar şöyle: Sağa
sola savruluyor bedenin. Yıllar geçmiş aradan, belki yirmi yıl. Şişko bir balık
yürüdüğünde ne olursa sen yürüdüğünde de o oluyor. Saçılan pullar, süzülen ağır
koku, yüzü çevreleyen yorgun yüzgeçler. Kırk kilodan yüz kiloya ulaşmışsın,
öyle söyledin. Çeşitli ilaçlar kullanıyormuşsun. Hastaymışsın. Sinir hastalığı
raporun bile varmış. Birini öldürsen hapis bile yatmazmışsın. Seni dikkatle
takip ediyordum. Her bir sözcüğünü özlemişim, kana kana içiyordum. Beni sordun.
Anlattım. İyi bir kariyerim var Ali. Özgüvenim yerinde. Param bol. Keyfim
yerinde. Oh. Tuhafça baktın. Beni en son bir sünepe olarak bırakmışsın. Bu ne
değişimmiş böyle.
Ağır hareket ediyordun. Birlikte bir hamburgerciye
gitmiştik. Oradaki kasiyer kızı tavlamıştın herhalde. Kız, seni görünce
kırıtmıştı. Farklı soslardan istedin, kız önce bir etrafı kolaçan etti, tezgâhın
altından on beş, yirmi tane sos paketini tepsiye bıraktı. Demek ki etkileme
yeteneğin diri kalıyordu her hâlükârda. Patatesi bir o sosa, bir bu sosa, bir
ötekine, bir berikine batırarak yedin. Bakışların ölü bir balığınkilerdi. Arada
bir kendi içindeki denize dalıyordun. Eski yakışıklılığının kalmadığını,
hastalık yüzünden arkadaş çevrenin seni unuttuğunu söyledin. Sonra elini
bacağına götürdün ve kırılan bacaktan yadigâr platini okşadın. Sessizleştik bir
süre. Konuşmamanın verdiği garip yalnızlık içinde önümdeki kolayı içtim. Mideme
dökülen asidin içinde yandı sözcükler. Aklıma geldi, Damla’yı sordum, yanık
sözcükleri kullanarak. Bilmediğini söyledin, evinden kaçmış bir erkekle. Sen de
elbette bu durumdan hoşlanmamış, Damla’yı defterden silmişsin. Nasıl unuturum
bu huyunu? Ağzına götürdüğün koca bir soğan halkasının deliğinden gördüm
yüzünü. Yayvanlaşmış, eskimiş.
Konuyu bir türlü getirememiştim hastalığının ne olduğuna.
Yıllar öncesinden bir yel dokundu elime, kola bardağını devirdim. Gözlerimi
tekrar sana kavuşturduğumda donup kaldığını gördüm. Ellerin topak olmuş,
kenetlenmişti. Boş gözlerle bir noktaya sabitlenmiştin. Yerinden kalktın, mekânın
içinde yürüdün ileri geri. Kasiyer kızın korktuğunu ve senin tesirinden
uzaklaştığını fark ettim. Yüzüne biraz su serptim. Kendine gelmiştin beş dakika
kadar sonra. Yıllar sonra seni böylesi bir mağlubiyet içinde görmek huzursuzluk
vericiydi. Bu duygu içinde evime gittim.
Birkaç gün sonra yine görüştük. Aynı hamburgerciye gittik.
Biraz daha kilo almış gibiydin. Kız, bu sefer fazladan sos vermedi. Boynun
bükülmüştü. Eski yakışıklılığının kalmadığı gibi cümleleri yineledin. İlkokulun
en güzel kızıyla sen arkadaş olmuştun. Kızlar seninle sevgili olmak için sıraya
giriyordu. Reddediyordun hepsini. Bacağın kırıldıktan sonra, bu esnada
sessizleşmiştin, her şey ters gitmişti. Hastalığın şiddetlenmiş, bir de trafik
kazası yaşamıştın. Araç sürerken donup kalman neticesinde kırılmadık kemiğin
kalmamıştı. Ablanı da yitirmiştin bu kazada. Bacağındaki ilk platini bir platin
dizisi takip etmişti. Yerli yerine tetristeki bloklar misali konulan platinler.
Gülmüştün. Ağır hareket etmenin sebebi biraz da bunlardı. Keşke senin yerinde
olsaydım, dedin usulca.
Hayat içinde biraz daha güçlenmiştim senin bu sözlerin
sayesinde. Ali olmadan da güçlü olunabiliyormuş, istenirse yapılıyormuş.
Engelli kadrosuyla girdiğin kolay bir sınav sonrası bir ilkokulda memur olarak
çalışmaya başladın. Fotokopi çekiyordun. Her görüşmemizde benim gibi
olamadığını ama idare ettiğini söylüyordun. Bir gün tuhaf bir şeyler oldu.
Anlam veremedim. Bir daha yoluna çıkmamamı, bana bunca iyilik ettiğin halde
kıymet bilmediğimi, benden adam olmayacağını söyledin. Beni silecektin. Dur,
demiştim, o karanlık sokakta. Beni sileceksin ha, dur bakalım, ben seni
siliyorum Ali Bey. Elveda. Hızlıca uzaklaşırken donup kaldığını, bir gölge
ölüsüne dönüştüğünü anımsıyorum.
***
İnsan büyüyor Ali, yaşlanıyor ve bir süre sonra mezarlık
sohbetleri yapmaya başlıyor. Kaçış yok bundan. Seni tekrar görmek, barışmak istedim.
Araya aracı koydum ama benim gibi soysuzla barışmayacağını belirttin defalarca.
Ben de içimdeki seni öldürdüm. Olmadı, başaramadım. Çalıştığın ilkokulda
fotokopi çekmek isteyen bir öğrenciyi öldüresiye dövmüşsün. Tek yetkili
senmişsin, senin dediğin olurmuş. Okuldan atılmışsın bu nedenle. O okulun bizim
mezun olduğumuz okul olduğunu öğrenmekte gecikmedim. Paslı demir örgülerle
ayrılan bitkili bahçe kaldırılmış, her yer betona çevrilmişti. Oyun oynadığımız
ve seni tuhaf bir şekilde devirdiğim yerin kıyısında bir fotokopi odası inşa
edilmişti. İnceledim. Senin kokunun sindiği makineye dokundum. Ağladım. Ailene
zorla kredi çektirerek aldığın yeni bir araba ile kaza yaptığını ve bu kez
komaya girdiğini duydum. Ağladım. Şöyle bir çözüm ürettim kendimce: Eğer bu
fotokopi makinesini sen diye sırtlarsam, eğer o noktaya gelir ve bu kez ben
yere kapaklanırsam her şey farklı olur, senin hayatın düzelir, iyileşirsin.
Sırtımdaki onlarca kilo ağırlığındaki makineyle tuhaf bir yelin elime dokunduğu
noktaya gitmeye çabaladım. Zihnimde yoğun bakımdaki sen. Ağzının kenarındaki
boşluk. Oradan fışkıran kan. Gözlerin ölü birer kanlı balık. Ve o an. Ellerimdeki
ıslaklık. Makine olan seni daha fazla sırtlayamıyorum. Bu sefer ben çöküyorum
yere. Sırtım parçalanıyor adeta. Makineden sisler yükseliyor. Kemiğim hangi
harfin tersi? Arayan sensin, fotokopi makinesi olan senin içinden geliyor sesin,
sisler içinden: İyiyim. Ses mi sis mi? Kemiklerim içten içe dağılıyor. Cevap
veriyorum: Ben de Ali, ah, ben de! (Aklımda kuzenin Damla…)
No comments:
Post a Comment