Her gün gelir, gelir de suyun altına girerdi Bakkal Naciye.
Saat gecenin ikisi olurdu suyun sesini duyduğumda, üçü bazen. Yatağıma akan
hayali suyun tüyleriyle tıkanırdı burnum. Yan apartmanda oturan Naciye’nin
banyo penceresi benim yatak odama baktığı ve banyo sularının sesi benim yatak
odama insafsızca aktığı için olurdu bunca eziyet. Alışmıştım altmış yıllık
binaların çaresiz mimarisine. Alışmıştım ama Naciye’nin koca koca tükürmeleri,
böğürmeleri beni her gün yeniden çıldırtmayı başarırdı. Kadının böylesi anlarda
birkaç parçaya ayrılıp tekrar birleştiğini ve su içinde infilak eden bir ağır
yük gemisinin enkazına benzediğini hayal eder, ruhumu dingin kılmaya
çabalardım. Sonra aklımın sulu perdesine düşerdi Bakkal Naciye’nin görüntüsü.
Tövbe, derdim, tövbe. Git kadın. Kâbus başlardı. “Yaklaşık yüz elli kiloluk bir
et yığını. Gözlüklü, siyah saçlı. Kasada oturuyor, başında yeşilli siyahlı bir
yazma. Kafasını hafifçe eğerek gözlüğünün aralığından beni süzüyor ve elindeki
para destesini sayıyor. Kirli tırnaklarının berisindeki dokuya değen pullu
dilinin ıslaklığını görüyor, ürküyor ve sol yanımdaki dolaptan bir su alma
bahanesiyle birkaç adım atarak önümü kapatan yağ tenekelerinin ardına
sığınıyorum. Suyu alıp dolabın kapağını kapattığımda tavandaki sarı ışığın ve
Naciye’nin görüntüsü, arkamı döndüğümde sarı ışığın gölgesi ve Naciye’nin
gövdesi beni sarıyor.” Aklımın kuyusunu darmadağın ederdi bu olay, uyuyamaz,
uyuyamazdım.
Her günün sabahında dükkânına giderdim Naciye’nin. Silik eşi
Hamit peynirleri dizer, tenekesinin küfünden süzdüğü zeytinleri mavi plastik
kaplara döker, içerideki müşteriyi takip ederdi gizlice. İçten içe huzurlu
olduğunu anlardım onu izlerken, yaptığı işi severek yapardı. İki ekmekle süt
alırken ben, Naciye para saymakla meşgul olur, kocasını paylar –Acele et, adam-
ve koca gövdesini (Koca gövdesi ve kocası sözcüklerindeki benzerliği sezdiğim
bir gün, kadının kendi kendisinin kocası da olduğunu düşünmüş, sinsice
gülmüştüm.) bir sağa bir sola savurarak hüküm sürerdi. Gelen ürün satıcılarını
azarladığını görür, tombul yumrukları ile tepelediği masada sıçrayan bozuk
paraların da bu duruma bozulduğunu görerek öfkelenirdim. Evet, derdi bana.
Senin ne vardı? Gereksiz sorusuna cevap aramadan elimdekileri yağlı gözleriyle tarar,
ücreti söyleyerek elini uzatırdı. Korkardım ellerinin şişinden, kirinden. Donup
kalırdım her seferinde ve kadın da silik kocasına beni dışarı çıkarmasını
emrederdi. Çıkar şunu, hasta mı ne? Kadının nasıl olur da her gün alışveriş
yapmama rağmen beni tanımadığını düşündüğüm bu nakliye anlarında silik kocanın
dağ esintili deterjan, sinek ilacı ve bayat kremalı kek kokusunu içime çeker,
kendime gelirdim. Sonra gün boyu ev. Dışarı çıkarmazdı beni annem. Oğlum,
kadersizim, derdi. Bir hastalığım olduğunu söylerdi bazen, bazense turp gibi
olduğumu ifade eder, biraz daha yemek yemem için zorlardı. Sonra günün sonu.
Gece. Gözüm saatte olurdu. Yan apartmanın hayali merdivenlerini görürdüm
akrepte. Yelkovan ilerledikçe kırık kenarlı, eşit dilimlenmemiş benekli merdivenleri
tırmandığını görürdüm Naciye’nin. Yazması omuzlarına düşer, soluk soluğa
kalırdı. Yeşil ayıcıklı eteğinin uçları herhalde ıslak olurdu. Teri oraya akar,
omuriliği erirdi. Tutunduğu merdiven korkuluğunun kahverengi yüzeyinde çizik ve
koku bırakırdı. Bunu görmesem de hisseder, kadının ev kapısına adım atışıyla
banyoya koşturmasının bir olduğunu bilirdim. Yelkovan durur, akrep kadın suyu
açar, odama nemli bir gürültü sökün ederdi.
Annem hastalandı üçüncü ayın birinde. Kötüleşti, kötüleşti
de konu komşu zor yetişti. Biraz daha geç kalsalarmış boylarmış tahtalıköyü.
Bana döndü iyileşince, oğlum, dedi, niye vermedin ilacımı, ne ettim sana?
Odanda niye dört döndün, ne diye kesmeye çalıştın bileklerini? Baktım
bileklerime, çizgiler var. Dikiş izlerine benzeyen koyu tırtıklar. Anlamadım
annemi, anlayamadım. Balkondan esti bir yel, kulak kulak açan bitki çürüdü,
annem uyudu. Uyudum ben de, Naciye yıkandı, Naciye uyudu, ben uyandım.
Kapı çaldı annemi kaybettiğim gün. Gözlerim mor, dişlerim
sarı. Hamit, Naciye’nin kocası. Bana sarıldı ağlayarak. Deterjan, ilaç, kek
kokusuna karıştı sıvı. Yok, dedi, bulamıyorum. Nerede eşim? Sarıldı sıkıca.
Hayatımın anlamı hani? Vıu vıu ifadeleriyle süsledi feryadını. Başım ağrıyor,
ne diyeceğimi bilemiyordum. Ne yapacağım ben, nasıl idare edeceğim dükkânı,
nasıl? Sarıldı bir kat daha. Annem ölmüştü ve çaresizdim. Bir yere de gitmezdi.
Sabah bulamadım. Sıktı da sıktı. Gitmeye kalksa anlardım. Hem nereye gidecek,
hayatımız bu bizim. Ev, bakkal. Havaya kaldırdı çelimsiz bedenimi. Nerede?
Tepki vermediğimi ve kendi dünyama döndüğümü fark eder etmez nazikçe bıraktı
beni yere, apartmanın karasineklere tahsis edilen merdivenlerini koşarak indi.
Kapıyı kapattım, başım ağrıyordu.
Ertesi sabah bakkala gittim. Süt ve ekmek. Ekmeği ikiden bire
indirmenin hüznü vardı içimde tabii. Kasada kendinden emin duruyordu terk
edilmiş koca. Beni görünce gülümsedi. Neşesi yerindeydi. Nasıl anlayamadım bu
zamana kadar yahu? Nasıl fark edemedim? Zindandaymışım meğer. Naciye gitti ve
huzur geldi. Oh be. Bugün her şey ücretsiz. Kemal Sunal’ın kendisine miras
kalan bir bakkal dükkânına girdiği ilk gün müşterinin ayağı alışsın düsturuyla
uyguladığı yöntemi yeğleyen Hamit yeni hayatına hızlı başlamıştı. Donup
kalmıştım ben de, talan ediliyordu raflar. (Sahibi olmasam da dükkânın, kendimi
beyaz saçlı ve fötr şapkalı amca Ali Şen gibi hissetmiş, hınçla dolmuş,
umarsızca aramıştım eşim olacak Adile Naşit’i) Filmle hakikat arasındaki bu
anlamsız benzerlik ellerimi titretmişti önce. Çenemde kasılmalar olmuş, sessizleştirmişti
beni. Kendime geldiğimde yüzüme ucuz su şişesinden serpiyordu Hamit. Eve
vardım. Karanlık. Karanlık karnavalı. Gecenin sessizliği harika. Su sesi yok,
yok. Huzur çok.
Bakkala gittim. Kepenkler inik. Zilini çaldım Hamit’in.
Yanıtsız. Evime dönüş. Yemek yok. Annemin göçüşünün ardından ondan kalan son
koku da kayboluyor. Başımda ağrı. Yüzümü yıkasam iyi gelir. Musluğu çevirdim.
Su yok. Vanaya baktım, yok. Kesilmiş sular. Balkonda izliyorum sokağı.
Ellerinde bidonlar, tenekeler, çeşmelerden su taşıyor insanlar. Kuruyan
damağım. Su içsem, içsem. Hamit’in zili tekrar. Açılıyor kapı bu kez. Beni
karşılıyor Hamit. Hoş geldin, diyor. Seni bekliyorduk. Bu cümlenin yüklemi
düşündürüyor beni. Kimle bekliyor? Kanepeyi kaplayan Naciye. Sakin ama
dikkatli. Bana bakıyor. Ayıcıklı eteği ıslak. Su kesikti kaç gündür, ben de
kardeşimgile gittim. Yıkandım da açıldım, oh, oh ki oh. Bu sümsüğü de bıraktım
tek, dedim görelim ne yapıyor bensiz. Ne yapacak, hiç. Rezil etmiş bakkalı.
Neyse su satışlarıyla buluruz yolumuzu. Bir su iç, çok su getirdim, çok.
Gece. Bidonlardan dökülen sular. Bu kez plastik şişelerin
gıcır sesleri. İhtimaldir ki Hamit döküyor. Annem yok. Sular kesik ve açım.
Naciye’nin ferahlama sesleri. Kat kat da olsa etleri, ona dokunan elleri Hamit’in.
Mutlu elleri. Yastığıma akan hayali suyun içimi gıcıklayan tüylü elleri.
Sabah bakkala gidiş ve paklanan Naciye’yi süzüş. Yaklaşık
yüz elli kiloluk bir aşk kangalı. Tırnaklarının berisindeki pembe dokuya değen
pullu dilinin ıslaklığı. Pısırık kocasının anlamsız varlığı. Varlığı anlamsız
pısırık kocasının olmaması. Plânlar, Hamit’in olmaması. Devrilen yağlar,
tutuşan dükkân. Hiçbirimizin olmaması. Yanmak. Hepimizin erimesi. Suyun sonsuza
dek kesilmesi. Alev. Erimenin güzelliği. Hepimizin bir bedende buluşarak tükenmesi.
Kocanın, koca vücutlunun ve sıskanın birleşmesi, hastalıkların bitmesi,
kokuların sona ermesi. Korkuların sona ermesi.
No comments:
Post a Comment