April 04, 2018

GÖZCÜ

Biri daha, biri daha, dedi kır kraliçesi. İnce boynu, bükülmüş bir papatyaydı; solmuş, süzülmüş bir unutmabeniydi yüzü. Biri daha, dedi, kayboldu, yitti gözden. Götürdüler, aldılar. Sessizleştik günler boyu. Derelerden su içtik yarım ağız, taşlara vurup fokur fokur köpürene karıştı öfkemiz, şaşkınlığımız. Karardı hava, aydınlandı hava. Defalarca oldu bu. Sessizliğimiz bozuldu bir gün doğumunda. Göğün kızıl ışıltısında bulduk ölülerimizi. Suların rengi allanıp tuhaflaşınca fark etmişti bunu bir uzun burunlumuz. Koklamıştı havayı, suya daldırmıştı bedenini, pütürlü dilini değdirmişti. Burnunu süsleyen gözleri irileşerek donmuştu. Onun inlemelerine koşmuştuk. Ölülerimiz bölük bölük süzülüyordu suda, mosmordu yüzleri, gözleri oyulmuş ama bu onları daha güzel kılmıştı. Ölüm böyle bir şey, diye haykırmıştı kır kraliçesi bir taşa tüneyip. Büyüleniyorduk ölülerimizin sudaki görkemli geçişinden. Daha önce ölü görmemiştik, heyecanlıydık. Gençlerimiz heves etmişti şişmiş yanaklara, içi çekilmiş dudaklara, soyulmuş deriye. Kendilerininkini yoklamış, hüzünle kulak kabartmışlardı kır kraliçesine. Neler yaşadıklarını bilmiyoruz çocuklarım, ölüm böyle, güzelmiş ah, ama nasıl öldüler? Ölülerimizin tebessümle yıkanan cesetleri iyice görünmez olunca hepimizi bir durgunluk aldı, son kokuları da kayboldu tümünün. Uzun burunlumuz konuşmuyordu sudaki şöleni keşfinden bu yana. Kır kraliçesi onu dikkatle süzdü ve son talimatını verdi: Dikkatli olacağız. Biz asırlardır ölüm nedir bilmedik. Savaş, sıkıntı tanımadık. Hastalık yaşamadık. Ölenler benim kucağımda, kudretli otlarla sarılı bedenlerle yok oldular. Otlar kalktığında yokluk başladı. Demek ölüm böyle güzel. Güzel ama dikkatimiz artacak. Aynı dallar altında uyuyacağız bundan böyle. Bir gözcümüz olacak. Uzun burunlumuz bunu yapacak. Susuyoruz, dallar hışırdıyor, Tuhaf bir hayat olacak belli ki, tuhaf bir ölümden korunmak için.

Dallar yemiş vermez oldu. Bitkiler yeşilliklerini yitirdiler. Su, yok denecek kadar az akıyor. Kır kraliçesi tünediği taştan ayrılmadı pek. Kara ve yaşlı gözleri tedirgin. Tedirgin ve kara gözleri yaşlı. Bacaklarını hırsla sürtüyor kayaya, kanıyor ve kan durmadan akıyor. Büyük kuşlar ilk kez geldiler yurdumuza. Tüyleri, sivri gagaları ve omuza atılmış ceket kıvamındaki kanatlı varlıkları sardı kır kraliçesinin etrafını. Su, ölüleri taşıyamayacak kadar seyreldi. Yakında aç kalacağız. Umurumuzda değil, ölüleri gördük ya, yeter, onlar gibi olmak istiyoruz. Ölelim hemen, ölelim.

Yeni bir gece. Koyu karanlık. Issızlığın uğultusu duyuluyor. Yapraklar karanlıktaki küçük koyu yaralar, sessizliği çıt çıt dövüyor. Ayaklandık bu planı asırlardır yapıyormuşçasına. Bir şey demedik ve yürüdük. Nöbetçi uzun burunlu yoktu ortada. Ben, dedi, maceracımız, ben biliyorum nereye gittiklerini. Sözcükleri özenle seçiyordu; karanlığa ve toprağa çarpan harfler başımızı döndürüyor, ölüm arzusu yürüyüşümüzü şenlendiriyordu. Her şey daha güzel olacak arkadaşlar, şu dağı görüyor musunuz, oraya gitti kaçanlar. Başka türlü değişmeyecekti bir şey. Birinin elinde, otlar arasında yok olacaklarını biliyorlardı. Biliyorlardı kaderlerini dolduran kederlerini, biliyorlardı.

Ne kadar yürüdük kim bilir? Zaman kavramı önemsizdi. Az kalmıştı ve zirveye ulaşıyorduk. Elbette başlangıçlar ürkütücüdür. Vardığımızda en tepeye, gördüğümüz bir ıssızlıktı. Ağaç yoktu. Alışmıştık çiçeklerin bizi ferahlatan kokularına. Yoktu. Birkaç çaresiz kül yığını vardı, bitimsiz bir şarkıyı mırıldanan fırtına vardı bir de. Üşüdük. İlk gece zor olur, dedi maceracımız, sabretmeliyiz. Sonu güzel bitecek nasıl olsa. Buzdan bir kahır yapıştı bedenlerimize, dondurdu bizi, tir tir sızladı her yerimiz. Böyle ölüm olmaz olsun, dedirtti. Hayır, dedi dermansız sesli maceracımız, hayır arkadaşlar, belki de böyle gitmeliyiz ölüme. Böyle gidilen bir ölüm, mutlu bir ölüm olabilir mi? Sorumuzu duymazdan geldi. Gözlerimiz kapandı. Sıcaklık hissettik ölümün maskesi yüzümüze geçirildiğinde. Sert bir emirle sürüklendik uçurumun kıyısına: Gülümseyin.

Aşağı her fırlatılan, ona dokunan elin ve ölümü üfleyen soluğun uzun burunlumuza ait olduğunu anlıyordu tabii. Yüzümüzde yakıcı maskenin kalıcı kıldığı yapay bir gülümseme vardı artık. Tıkanan su pınarı açıldı bizim düşmemizle. Diğer ölenlerimiz orada mecburi gülümsemeleri ve oyuk gözleriyle bekliyorlardı. Hep birlikte akıntıya kapıldık. Yakıcı maske ve dondurucu soğuk kımıltısız kılmıştı bizi ama yaşıyorduk. Ölmemiştik.

Suyun gümbür gümbür aktığı yataklardan coşkuyla geçtik. Ölmemiştik ama ölecektik nihayetinde. Yurdumuzun oradan geçiyorduk. Görmesek de hissediyorduk bunu tüm varlığımızla. Büyülenerek bakıyordu bize kalanlarımız. Ölüm, diyorlardı, ne güzel, ne güzel şey.

Hissediyorduk: Kenarda tüyleri, sivri gagaları ve omuza atılmış ceket kıvamındaki kanatlı varlıkların parçaladığı kır kraliçesinin tedirgin, yaşlı ve kara gözleri birer boncuk parçası olmuş, kanlı kayanın dibinde biz süzülenleri ışıl ışıl seyrediyor; uzun burunlumuz kayaya çıkarak kır kraliçesinin kuşlardan arta kalan saç demetini kafasına geçiriyor, gülümsüyor, gülümsüyor, haykırıyordu: Demek ölüm böyle güzel. Güzel ama dikkatimiz artacak. Aynı dallar altında uyuyacağız bundan böyle. Bir gözcümüz olacak.

Suyun bizi götürdüğü yere, henüz ölmemiş bir halde gidiyorduk. Ölümümüz beklenmedik bir anda olacaktı, biliyorduk.



No comments:

Post a Comment