Biri daha, biri daha, dedi kır kraliçesi. İnce boynu, bükülmüş
bir papatyaydı; solmuş, süzülmüş bir unutmabeniydi yüzü. Biri daha, dedi,
kayboldu, yitti gözden. Götürdüler, aldılar. Sessizleştik günler boyu.
Derelerden su içtik yarım ağız, taşlara vurup fokur fokur köpürene karıştı
öfkemiz, şaşkınlığımız. Karardı hava, aydınlandı hava. Defalarca oldu bu.
Sessizliğimiz bozuldu bir gün doğumunda. Göğün kızıl ışıltısında bulduk
ölülerimizi. Suların rengi allanıp tuhaflaşınca fark etmişti bunu bir uzun burunlumuz.
Koklamıştı havayı, suya daldırmıştı bedenini, pütürlü dilini değdirmişti.
Burnunu süsleyen gözleri irileşerek donmuştu. Onun inlemelerine koşmuştuk.
Ölülerimiz bölük bölük süzülüyordu suda, mosmordu yüzleri, gözleri oyulmuş ama
bu onları daha güzel kılmıştı. Ölüm böyle bir şey, diye haykırmıştı kır
kraliçesi bir taşa tüneyip. Büyüleniyorduk ölülerimizin sudaki görkemli
geçişinden. Daha önce ölü görmemiştik, heyecanlıydık. Gençlerimiz heves etmişti
şişmiş yanaklara, içi çekilmiş dudaklara, soyulmuş deriye. Kendilerininkini
yoklamış, hüzünle kulak kabartmışlardı kır kraliçesine. Neler yaşadıklarını
bilmiyoruz çocuklarım, ölüm böyle, güzelmiş ah, ama nasıl öldüler? Ölülerimizin
tebessümle yıkanan cesetleri iyice görünmez olunca hepimizi bir durgunluk aldı,
son kokuları da kayboldu tümünün. Uzun burunlumuz konuşmuyordu sudaki şöleni
keşfinden bu yana. Kır kraliçesi onu dikkatle süzdü ve son talimatını verdi:
Dikkatli olacağız. Biz asırlardır ölüm nedir bilmedik. Savaş, sıkıntı
tanımadık. Hastalık yaşamadık. Ölenler benim kucağımda, kudretli otlarla sarılı
bedenlerle yok oldular. Otlar kalktığında yokluk başladı. Demek ölüm böyle
güzel. Güzel ama dikkatimiz artacak. Aynı dallar altında uyuyacağız bundan
böyle. Bir gözcümüz olacak. Uzun burunlumuz bunu yapacak. Susuyoruz, dallar
hışırdıyor, Tuhaf bir hayat olacak belli ki, tuhaf bir ölümden korunmak için.
Dallar yemiş vermez oldu. Bitkiler yeşilliklerini
yitirdiler. Su, yok denecek kadar az akıyor. Kır kraliçesi tünediği taştan
ayrılmadı pek. Kara ve yaşlı gözleri tedirgin. Tedirgin ve kara gözleri yaşlı.
Bacaklarını hırsla sürtüyor kayaya, kanıyor ve kan durmadan akıyor. Büyük
kuşlar ilk kez geldiler yurdumuza. Tüyleri, sivri gagaları ve omuza atılmış
ceket kıvamındaki kanatlı varlıkları sardı kır kraliçesinin etrafını. Su,
ölüleri taşıyamayacak kadar seyreldi. Yakında aç kalacağız. Umurumuzda değil,
ölüleri gördük ya, yeter, onlar gibi olmak istiyoruz. Ölelim hemen, ölelim.
Yeni bir gece. Koyu karanlık. Issızlığın uğultusu duyuluyor.
Yapraklar karanlıktaki küçük koyu yaralar, sessizliği çıt çıt dövüyor.
Ayaklandık bu planı asırlardır yapıyormuşçasına. Bir şey demedik ve yürüdük.
Nöbetçi uzun burunlu yoktu ortada. Ben, dedi, maceracımız, ben biliyorum nereye
gittiklerini. Sözcükleri özenle seçiyordu; karanlığa ve toprağa çarpan harfler başımızı
döndürüyor, ölüm arzusu yürüyüşümüzü şenlendiriyordu. Her şey daha güzel olacak
arkadaşlar, şu dağı görüyor musunuz, oraya gitti kaçanlar. Başka türlü
değişmeyecekti bir şey. Birinin elinde, otlar arasında yok olacaklarını
biliyorlardı. Biliyorlardı kaderlerini dolduran kederlerini, biliyorlardı.
Ne kadar yürüdük kim bilir? Zaman kavramı önemsizdi. Az
kalmıştı ve zirveye ulaşıyorduk. Elbette başlangıçlar ürkütücüdür. Vardığımızda
en tepeye, gördüğümüz bir ıssızlıktı. Ağaç yoktu. Alışmıştık çiçeklerin bizi
ferahlatan kokularına. Yoktu. Birkaç çaresiz kül yığını vardı, bitimsiz bir
şarkıyı mırıldanan fırtına vardı bir de. Üşüdük. İlk gece zor olur, dedi
maceracımız, sabretmeliyiz. Sonu güzel bitecek nasıl olsa. Buzdan bir kahır
yapıştı bedenlerimize, dondurdu bizi, tir tir sızladı her yerimiz. Böyle ölüm
olmaz olsun, dedirtti. Hayır, dedi dermansız sesli maceracımız, hayır
arkadaşlar, belki de böyle gitmeliyiz ölüme. Böyle gidilen bir ölüm, mutlu bir
ölüm olabilir mi? Sorumuzu duymazdan geldi. Gözlerimiz kapandı. Sıcaklık
hissettik ölümün maskesi yüzümüze geçirildiğinde. Sert bir emirle sürüklendik
uçurumun kıyısına: Gülümseyin.
Aşağı her fırlatılan, ona dokunan elin ve ölümü üfleyen
soluğun uzun burunlumuza ait olduğunu anlıyordu tabii. Yüzümüzde yakıcı maskenin
kalıcı kıldığı yapay bir gülümseme vardı artık. Tıkanan su pınarı açıldı bizim
düşmemizle. Diğer ölenlerimiz orada mecburi gülümsemeleri ve oyuk gözleriyle
bekliyorlardı. Hep birlikte akıntıya kapıldık. Yakıcı maske ve dondurucu soğuk
kımıltısız kılmıştı bizi ama yaşıyorduk. Ölmemiştik.
Suyun gümbür gümbür aktığı yataklardan coşkuyla geçtik.
Ölmemiştik ama ölecektik nihayetinde. Yurdumuzun oradan geçiyorduk. Görmesek de
hissediyorduk bunu tüm varlığımızla. Büyülenerek bakıyordu bize kalanlarımız.
Ölüm, diyorlardı, ne güzel, ne güzel şey.
Hissediyorduk: Kenarda tüyleri, sivri gagaları ve omuza
atılmış ceket kıvamındaki kanatlı varlıkların parçaladığı kır kraliçesinin
tedirgin, yaşlı ve kara gözleri birer boncuk parçası olmuş, kanlı kayanın
dibinde biz süzülenleri ışıl ışıl seyrediyor; uzun burunlumuz kayaya çıkarak
kır kraliçesinin kuşlardan arta kalan saç demetini kafasına geçiriyor,
gülümsüyor, gülümsüyor, haykırıyordu: Demek ölüm böyle güzel. Güzel ama
dikkatimiz artacak. Aynı dallar altında uyuyacağız bundan böyle. Bir gözcümüz
olacak.
Suyun bizi götürdüğü yere, henüz ölmemiş bir halde
gidiyorduk. Ölümümüz beklenmedik bir anda olacaktı, biliyorduk.
No comments:
Post a Comment