April 03, 2018

YEŞİL YELEK

Otobüse biniyorsunuz arka kapıdan, biletsiz. Otobüs, tuhaf yerleri aşıyor. Dağılmış binalar, kırmızı çarpı ile işaretlenmiş barakalar, karanlık arabalara yanaşmış sakallı adamlar var. Ellerindeki minik torbaları ceplerine atıyorlar otobüs köşeyi dönerken. Toplu konut idaresinin tek renk sitelerinin tellerini aşıyor araç, yokuş tırmanıyor, rampa iniyor, mezarlığın kapısının önünde bekleyen simitçiyi bırakıyor geride. Simitçi mezarlık önünde niye, neyi bekler? Kapanmış bir petrol istasyonunda duruyor şoför. Kaptan n’oldu, diyor yolcular. Ses yok. Kafasını direksiyon simidine yaslıyor, susuyor. Belki kırk dakika bekliyorsunuz sessizce, hareketleniyor kaptan, aşağı iniyor eline aldığı sopayla. Dükkânın halihazırda kırık camlarını tuz buz ediyor. Sakin. Otobüsün tavanındaki sarı lambanın içine sinek ölüleri dolmuş. Canlı bir sinek de var ama ölecek diğerleri gibi. Bir bebek ağlıyor, bir yaşlı bağırıyor, bir ayyaş en arkada, yanınızda, şarkılar mırıldanıyor. Şoförün işi bitti. Huzurla geçiyor koltuğuna, gaza basıyor. Duraklarda inenler, binenler. Çok yakında değişecek buralar, yepyeni evler dikilecek. Derme çatma yerlerde oturan Suriyelilerin soluk nefesleri ile doluyor otobüs. Taksi durağını geçiyor araç tam sol yaparak. Işıkta bekliyor otobüs, yolun ortasına sandalye çekmiş bir bakkal. Huzur Bakkaliyesi. Terlikleriyle oturuyor toz içinde. Değişiyor şehir.

Polisler mahalleyi bastı. Üç ev daha yıkılıyor. Kollarındaki büyük silahlarla sardılar etrafı. Kuşçu Ali’yi dövdüler direnince. Kuşlarını saldılar dışarı, ağladı Ali. Dayaktan değil, paçalı yavruları ayrılmıyorlardı başından, ondan. Alnından akan kanı gagalıyor, taklalar atarak güzel günleri müjdeliyorlardı. Yavrularım, diyordu, var mı sizden vefalısı, var mı? Otobüs köşeyi dönüyor, gidiyordu.

Tüm binalar yıkıldı bir gece. Heyula gözlü iş makineleri geceyi darmaduman etti. Bir daha gece olmayacak, bir daha yaşam doğmayacak, nefes alınmayacak sandınız. Ürkütücü gece yaratıkları önüne ne geldiyse yedi kustu. Kendini makinenin önüne atmıştı Ahmet Kadirli. Mesleği bilinmezdi ama Muhtar derdi herkes ona. Suyumuz yok Allahsızlar, ekmeğimiz yok, yıkmayın damlarımızı, demişti yüzü bir mermiyle dağılmadan evvel. Leşi de karışmıştı parçalanan meskenlerin küfüne. Benzinlikte doldurulmuş ucuz tüplerin tedirginliğine, marketten çalınmış bebe bezlerinin lekelerine, çuvalla alınmış patateslerin çil çil yeşillenişine karışmıştı Ahmet Kadirli. Pek umursamamıştı mahalleli. Savrulan yeşil yeleğini Bidon Arif almıştı gün ışıyınca. Gece bir savaş oluyor, gündüz toz bulutlarıyla karışık bir umut doğuyordu.

Okulun bahçesinde kanlı bir kavga oldu. Üç kişi öldü, on iki kişi yaralandı. Sakat kaldı Bidon Arif. Topallayan bir bacakla ağır aksak yürüyordu taksi durağının kıyısına. Onu görenin en az bir lira vermesi adettendi. Parayı aldı mı yüzü güler, eli ayağına dolanır, sağ ol abim, ablam, sağ ol, oh, derdi nağmeli bir edayla, dansa kalkar ve şinanam oynardı. Taksi durağının çatısındaki TV anteninin telleri titrerdi böyle neşe gösterilerinde tabii ve öfkeli taksiciler, otur lan Bidon ananı avradını, diye yarım ağız küfrederlerdi. En sonunda bu antene ve uyduruk televizyona kalmışlardı, çalınıyordu gün aşırı ne varsa. Bir insan tatlı kaşığını niye çalar, çalıyorlardı işte. Sarı taksilerin gölgesinde bebeler oynaşır, kapıları yoklar ve taksicilerden biri fark ederse muzipçe kaçarlardı oradan. Bazen para verilmezse Bidon’a yüzü gölgelenir, kalın kaşları çatar, bir ustura olup yüzünü keserdi. Yandım anam, abim, derdi ağlayarak. Kötü insanlar, kötü, zalim, sözlerinden acıklı bir melodi tutturur; taksicilerin de içini yakardı. Sakatlanan Arif’in keyfi kalmamıştı. Esmer yüzü küçülmüş, bedeni zayıflamıştı. Taksicilerin öğlen yemeğinden de otlanmıyordu. Önüne koyulan tastaki yemekleri sokak köpekleri tüketiyordu. Sesi de kesilmiş, yok olmuştu. Öylece duruyor, ölümü bekliyordu. Kendini bir ekip aracının önüne attı gün sönerken. Geceyi görmek, gecenin iş makinelerini, gecenin savaşını görmek istememişti. Kuş kadar kalmış, cılız bedeni çürük asfaltın çukurlarını doldurdu. Yeşil yeleğini oracıkta kaptı Cancan’ın karısı kat kat olmuş göbeğiyle. Taksicilere bir göz attı. Gerdan kırdı, gülümsedi bir çift altın dişini ayan ederek. Üstüne geçirdi yeşil yeleği, lekelerini bluzunun alt kısmıyla sildi. Birkaç bina ilerideki Dostlar Kıraathanesi’ne yöneldi. Bana bir açık, dedi tok bir sesle. Başörtüsünün altındaki kirli kafasını kaşıdı. Kocası Cancan sekiz aydır içerideydi, iş yeri soymuş, sahibini öldürmüş ve kaçmıştı. Stereo Emin’in dükkânına, arkadaşının yanına sığınsa da polis hemen enselemişti onu. Cancan, karısını içki sofralarına meze yapsa da kadın seviyordu onu. Temiz yüreğini, dürüstlüğünü, mücadelesini seviyordu kocasının. Cancan içeri düşünce ekmeksiz kaldı karısı. Parası, ismi, çocuğu yoktu. Hapiste ölecekti adam, bunu biliyordu kadın. En güzeli içeride ölmekti, dışarısı kötüydü, dışarısı karanlık. İnsanlar kötü, karanlık. Üst kata çıktı kahvedeki amelelerden biriyle. Yüreğinde Cancan vardı, üstünde kocaman bir adam. Gözlerinden yaşlar akıyor, öldüğünü hissediyordu Cancan’ın.

Yeşil yeleğin cebinden düşen Muhtar’ın evden kaçan kızının fotoğrafı. İniltiler üst katta, iniltiler kodes tuvaletinde. Sekiz yerden deşilen koca.

Otobüsler artık başka bir yolu kullanıyor.

Yolun ortasında bir sandalye ölüsü. Parçalar. Terlikler duruyor toz içinde. Şehir değişiyor.

No comments:

Post a Comment