April 07, 2018

ON İKİ TAKSİT

Popüler olmuştu kaçış öyküleri. Modern hayata ve tüketim toplumuna meydan okuyan kişiler ormana sığınıyorlardı. Ne var ki çoğunlukla bu maceralar iyi bitmiyor; kahramanların ölümüyle sonuçlanıyordu. Zaman zaman kahramanın modern hayata tekrar döndüğü ve daha dengeli bir şekilde sistemin çarklarına dâhil olduğu da gözlemlenebiliyordu tabii. Ormana kaçmak, doğal hayata sığınmak benim de ilgimi çekiyordu doğrusu. Bu amaçla planlamalar yapmış, kendimi marka ve alışveriş çılgınlığından kurtarmaya karar vermiştim. Son bir kez, demiştim, son bir kez gideyim de dışarıda yaşamak için gerekli malzemeleri alayım kendime. Ne gerekiyordu? Liste yaptım.

·      *Çadır (insanlardan kaçarken doğadan da kısmen korunmak gerek)
·      *Mat, uyku tulumu (toprağa temas ederek uyumak zor mu?)
·      *Çakı, bıçak (deşecek, keseceğim)
·      *Fener (gerek var mı yıldızların ışıltısı varken?)
·      *Kalın, ince ip (bağlar, çözerim)
·      *Düdük, pusula, harita (hiç pusula kullanmadım)
·      *Budama testeresi, el baltası (kendime yeni bir hayat inşa etmek için)
·      *Şapka, güneş gözlüğü (güneş yakıcı olursa)
·      *Matara (su)
·      *Kazak, polar, mont (mevsimlerce kalacağım demek ki)
·      *İç çamaşırı, tişört (derede yıkamalıyım)
·      *Panço, yağmurluk (sırılsıklam olmak var aslında)
·      *Havlu (ter)
·      *Kol saati (almayacağım bunu)
·      *Kalem, kâğıt (belki yazarım)
·      *Yemek için kap kacak seti (hayatta kalmak maksadıyla)

Ne varsa aldım. Yüklü miktarı on iki taksite böldürdüm. Almayacağım desem de aldım kol saatini ve devasa alışveriş merkezindeki spor mağazasından elimde poşetlerle çıkınca farklı hissediyordum kendimi artık. Işıl ışıldı kolumdaki saat. Kahve içilen mağazada oturdum ve saatlerce kaçma planı yaptım. Şehrin dışında bir ormanlık alan vardı ve oraya gidiyordu günübirlik kampçılar. İki artı bir oturaklı rahat otobüslerden birine atladım ve şehrin dışında inene kadar kaçış planımı düşündüm. Cesaret her şey. Saatimin ışıltıları gün batarken sönmüştü. Araçtan indiğimde hafiflemişti bedenim. Yediğim koca hamburgeri heyecanla sindirmiştim. Çabuk acıkmayayım diye yemek katındaki en kalorili gıdayı temin etmiştim ama doğa, insanı acıktırıyordu işte. Temiz hava, oksijen. Kamp alanına girdiğimde burnuma gelen mangal kokusu enfesti. İki arkadaş mangal sefası yapıyordu alenen. Bir şeyler içiyor, keyif katıyorlardı keyiflerine. Saatime baktım, en pahalısını almıştım işimi görsün diye, sol yanındaki ışıklandırma düğmesiyle ekranını aydınlattım. Anladım vaktin geç olduğunu, havaya baktım sonra. Daha önce hiç bakmamıştım havaya vakti anlamak için, bulutlar yitip giderken köşelerde, kızıl bir sessizlik örtüyordu aydınlığı.

Çadırı güç bela kurdum. Ortasındaki direk onu ayakta kılıyordu. Alışveriş ürünlerimi nazikçe yerleştirdim köşelere. Oyun havası ezgileri yükseliyordu gecenin içinden, et kokuları da. Acıkmamıştım daha. Sabredecektim. Uyku tulumunun içine girdim ve gözlerimi kapadım. Filmlerdeki, kitaplardaki gibi değildi. Arkada çalan heybetli fon müziği yoktu bir kere. Onun yerini alan ezgiler vardı ama motive edici değildi bunlar. Üşümüştüm. Psikolojik, dedim tulumun içine üfleyerek, soğuk değil. Bu gece yemeyecektim. Yarına farklı olacaktı her şey. Güvenli bölgeydi burası. Burada başarırsam yaşamayı, ıssız yerlere gidecektim. Gözlerimi kapadım. Uykunun kollarında ürkütücü rüyalar gördüm. Uçan bazı yaratıklar çocukluğumun geçtiği evin pencerelerine konuyor, vırk vırk sesleri çıkarıyordu. Ben iblis değilim, diyordu her konan ama gözlerini belertip sivri dişlerini gösteriyor ve içimi korkuyla dolduruyordu. Kımıldayamaz olmuştum.

Sabah oldu. Saate bakmadan anladım. Tutulmuştu boynum. Çadırın ortasındaki direk yıkıldı yıkılacaktı. Dışarı attım kendimi. Gitmiş mangalcılar, geride poşetler, artıklar, kokmuş et parçaları. Yalnızım. Daha güzel. Daha güzel.

****

Burada geçirdiğim üç günün öğrettiği bir şey yok. Kampçılar geldiler, gittiler. Etler yendi, konserveler ve kuru gıdalar öğütüldü. Kahkahalar, çevreye saçılan çöpler. Bir şey yemedim, canım istemiyor. Zayıfladım. Kamp alanı bekçileri çadırımın yanına geldiler. İçerdeydim: Deli herhalde, kaç gündür duruyor burada, konuştuğu ettiği de yok. Attıralım bunu.

İş makinesine konan çadırın içindeydim. Yeşil ormanların öte yakasına savruldum çadırın içinde. Çizildi alnım, kolum, ruhum. Buralarda pek insan yaşamışa benzemiyordu. Çöp yığınları vardı bolca. Ağaçların dikenli yapraklarının izin verdiği noktalarda dikilmiş gökdelenler, toplu konutlar çarpıyordu gözüme. Saatime baktım, çizikti, yutkundum.

Birkaç gün içinde öğrendim gerçeği. Bir zamanların çöplüğü olan bu mekânın çevresine binalar dikilmiş ve burası yapay bir vadi olarak tasarlanmış. Yakında buradaki çöplerin ve ağaçların yerini minik yapay ağaçlar ve kafeler alacakmış. Düşündüm de o binalarda binlerce insanın stadyumdaki gibi seyredeceği bir minyatür orman sahasında olacaktım. Bunu kaldırabilirdim.

****

Çadırımı kurduğum yerde rahat yok. Yemedim aylardır. Yaşamadığımı düşünüyorum. Binalar daha da yükseldi ve içine doluştu insanlar. Çadırın direği olarak duruyorum içindeyken, dışına nadiren çıkıyorum. Çöpler temizlendi, renk renk minik yapay ağaçlarla bezendi vadi. Çadırımın olduğu kısımdaki ağaçlara dokunmadılar nedense. Sular aktı köşelerden, yapay hayvan maketlerinden yükseldi yapay hayvan sesleri. Bunları duyunca terk ettiler ormanımı hayvanlar. Geceleri, yapay ay büyüklüğünde lambaların ışıkları aydınlattı vadiyi. Tertemizdi her yer, tertemizdi vadi, tertemiz.

****

İnsan yemeden de yaşayabiliyor. Alıştım buna. Baba, anne ve çocuktan oluşan mutlu bir aile, açılır camlı balkonlarının gölgesinde yapay vadiyi izliyor. Gözlerimden yaşlar akıyor, çocuğun saçındaki taç ışıl ışıl. Telefonlarıyla ölümsüzleştiriyorlar yeni taşındıkları bu evden görünen manzarayı. Doğaya kaçmalarına gerek yok, doğa onlara geldi nasılsa. Mutlular, kahvaltı etmeliler, organik ve samimi. Ağlıyorum aylar sonra. Sonra aylar ağlıyorum. Baba, çocuğunu kucaklıyor. Vadideki, vadimdeki yapay kuğuları gösteriyor el yordamıyla. Titriyor çocuk, cama yapışıyor, hava kararıyor.

Saatimi çıkarıp atıyorum. Alıp da kullanmadığım ne varsa –çakı, bıçak, ip, düdük, pusula, harita, testere, balta- veriyorum ateşe kör bir kibritle.

Zaman beni öldürmedi, ben onu öldürebilirim.

Tutuşmaya başlayınca gereçler, içimi sevinç kaplıyor. Bir şeyin yandığı yok onlar dışında. Her şey yanmaz malzemeden. Gerçek sandığım ağaçlar da. Her şey yapay. Ben de. Ben de.

Kendimi öldüremiyorum ama on iki taksite böldürebilirim.


No comments:

Post a Comment