Sivri burunlu küstah kukla, bir ayağını kafasına kadar
kaldırır. Siyah ayakkabısı, kırmızı kukuletasına değer. Kırmızı, mavi ve beyaz
karışımı elbisesi eskir durmadan. Mordan bozma iplerle bağlı olduğu tahta
düzeneğe efsunlu gözlerle bakar. Saçları sarkar ve gözlerini kör eder.
Kendini spora adamıştı. Yüz elli iki kiloydu ve son iki ayda
on üç kilo yitirmişti. Saçları ensesinde biterdi. Her gece düzenli olarak spora
geliyor ve yürüyordu.
Onu orada gördüm. Kırmızı, mavi ve beyaz karışımı bir
elbisesi vardı üzerinde. Yüz elli kilo kadar ederdi. Anlamsız bir neşe saçıyordu
etrafa. Koşu yolunda rekora gidiyordum: Durmadan koşulan mesafeler… Ne zaman
koşuya çıksam hep bir köşede onu görürdüm. Yüzünde yanlış kesilmiş bir
gülümseme. İğreti. Uzun adımlar atıyor ve başındaki kırmızı beresini kolluyordu
bir yandan. Yanından geçtiğim an suratıma bakıyor ve beni tanımaya çalışıyordu.
Kırıtıyordu besbelli. Sanırım kızdı. Kilo insanı şaşırtıyordu.
Kukla. Papyonunu da takar. Tahtanın bir çıtası hafifçe
yukarı kalkar. Kuklanın sol ayağı yere iner usul usul. Kuma düşer kukla. Kum
kuklası olur. Ter toz içinde kalır. Kör kum kuklası. Boşa değildir ilk
harflerin k olması.
Yanıma yanaştı yağmurlu bir günde. Ben hafif bir tempo ile
koşu yapıyordum. Kumları titrete titrete geldi sol yanıma. Sanırım güldü. Ağzı,
dipsiz bir kuyu gibi göründü karanlıkta. Üstündeki kırmızı, mavi ve beyaz
karışımı elbisesini çok seviyordu anlaşılan ki ben pek hoşnut değildim bu
kuşamdan. Saçında mordan bozma ipler, kurdeleler vardı. Koşu yolunun kenarlarına
sıralanmış ışıklar yüzüne vurduğunda suratını seçebildim. Sinirli görünüyordu.
Neşeliydi. Nasıl oluyorsa oluyordu işte. “Sen de mi koşuyorsun?” şeklinde bir
cümle fırlattı bana. Yere yuvarlandım. Kafamı çevirmeden cevapladım: “Daha
yeniyim.” “Hmm” gibi böğürmelere yeltendi. Hızımı artırdım dönemeçte. Arkadan
zemini sarsan ayak sesleri duyuluyordu. Derin bir oh çektim ve kaçtım.
İki asık suratlı bekçi, yerden çöpleri toplar; ellerindeki
sivri çöp alma aletini, topraktaki cansızlara saplarlar. Kukla da cansızın
tekidir. Karnına saplar biri, kahkaha atar. Kara ayaklarını kırar diğeri.
Zalimler. Burnunu yontar, kukuletasını parçalar, papyonunu berbat ederler. Kör
kum kuklası, iplerinden olur.
Bir hafta boyunca koşu yoluna gelmedi kız. İlginç bir şekilde
onu düşündüm. Böyle şişman insanların hayata olan bağlılıklarını
değerlendirdim, saçma muhasebelere giriştim. Bindiğim otobüste salak salak kola
içen bir çocuğa bağırdım. Çocuğun alık bakışlarını özümsemeden annesini de
haşladım. “Şu çocuklarınızı adam gibi eğitin.” Kadın, masumane başını önüne
eğdi ve ilk durakta indiler. İnişleri uzun sürdü, çünkü çocuğun tek ayağı
protezdi; benim de kalbim. Kendime gelemedim uzun süre. İki hafta uykusuz
kaldım. Adını bile bilmediğim, şişman ama umutlu kızı düşündüm.
Buralardan gitmeye karar verdim.
Son bir koşuya daha ihtiyacım vardı. Sonra terk edecektim bu
beldeyi.
Koşu yoluna çıktım. Biraz turladım. Arkamda bir gölge zuhur
etti. “Ben Zerk.” Kızın kardeşi olmalıydı, aynı kıyafetlere bürünmüş lakin bir
o kadar güzel kalabilmişti .Şaşkınlıkla durakladım: “Ne biçim bir isim bu?”
Bilgece cevaplar veriyor ve beni alt ediyordu. Yine de ilgimi çekemedi.
“Kardeşin nerede?” Uzunca düşündü. “Ben o’yum desem inanacak mısın?” Sohbet
saçma bir mecraya doğru gidiyordu. “İnanabilirim aslında, çok da
umursamıyorum.” “O halde sıkı dur, ben onun annesiyim.” Güldüm. “Ben de
babasıyım galiba. Neyse defol git de koşayım insan gibi.” Bastım gaza ve eve
gittim güç bela.
O beldeden uzaklaştım. Başka bir insan kalabalığına
karıştım. Üstünden birkaç ay geçmiş olmalı. Koşu yolu buldum kendime. Koşmaya
başladım ama eski halimden eser kalmamıştı. Kilo alıyordum sürekli. Kenarlara
devriliyor, nefes alamıyor, bağırıyor, ağlıyordum…
Artık şişko bir kuklaya dönmüştüm. Ellerimi dahi oynatamıyordum yatakta. Nefesi bile idareli kullanıyordum. Kapı çalındı ve açık
kapıdan içeri Zerk girdi. “Kardeşim” diyerek üstüme atıldı. “O, bir daha gelmedi
ve gelmeyecek.” Ne konuşuyordu bu aptal? “Kimden bahsediyorsun sen be?” Zorlukla
konuşmuştum. “Kimden olacak be, senin bir kere konuştuğun delikanlı. Adı
neydi?” Kanım dondu. Tüm gücümle
bağırdım. Diken diken olmuş tüylerimle. “Ben kimim?” “Nasıl ben kimim, sen
Terk’sin.” Kat kat göbeğimde bir sızı vücut buldu. “Bu boktan isim ve aşırı iri
bedenle ne işim var?” Son nefeslerimi de hunharca tüketmiştim. Yatağa gömüldüm.
Kenarda kırık kukla, bir ayağı protezdir artık. Burnu,
papyonu, kırmızı, mavi ve beyazdan oluşan elbisesi protez. Bekçilerin ettiği.
Gözlerimi ne zaman açtım bilmiyorum. Zaman mefhumu yitmişti.
Kendimi büyük kitaplıkların olduğu, tıka basa üniversite hazırlık kitabı ile
dolu olan bir sahafta buldum. Sahibi olan avanak yine konuşmuyor, hareket
ediyordu. Pis bir sırıtması vardı besbelli. Çok dardı iki raf arası mesafe. Geçemiyordum.
Gözlerimde biraz yaş birikti. Tarih kitaplarının olduğu yerde Terk’i gördüm o
an. O halde ben Terk değildim. Yaşasın! “Herkese benden bir kitap!” diye
haykırdım. Tozlu raflardan fışkıran kitaplar üzerime devrildi. Rezonans etkisi.
Kitapların altında, yaşamın altında kaldım. Sahafın sahibi pis bir sırıtma ile
üzerime basa basa geçti ve yeni açtığı çuvaldaki kitapları istifledi. “İmdat”
dedim. Bu söz etkiliydi. Arapçadan geliyordu ve kurtarıcı bir niteliğe sahipti.
Terk, bir ayağı protez, yanıma kadar sokuldu. Gözlerini devirdi ve üzerime
düştü. Dükkandaki tüm kitaplar devrildi. Dükkan devrildi ve yandaki boşluktan
aşağıya düştük. Sahafın sahibi, geri zekalı adam hala kitap istifliyordu. Bina
üzerimize devrildi. Üzerime bir daha Terk düştü.
Kukla, açar gözlerini hastanede. Kırılan kemikleri ve protez
her yeri… Burnu yine var yerinde. Mordan bozma ipleri.
Terk, ölmüştü. Onsuz kalmıştım. Zerk, doktordu ve döktürdü
beni kurtarmak için. Terk’in tüm organlarını bana takmıştı beni kurtarmak için.
Yüzünü bile nakletmişti. Beni, Berk’i katletmişti. Ben artık Terk’tim.
Yıllarca,mordan bozma iplere bağlı, kırmızı, mavi ve beyaz
renkli elbisemle yaşadım. Gün geçtikçe kilo alıyordum. Koşu günlerim başlamıştı
çaresiz. Onu orada gördüm. Kırmızı, mavi ve beyaz karışımı bir elbisesi vardı
üzerinde. Yüz elli kilo kadar vardı. Anlamsız bir neşe saçıyordu etrafa. Koşu
yolunda rekora gidiyordum: Durmadan koşulan mesafeler… Ne zaman koşuya çıksam
hep bir köşede onu görürdüm.
Bir şeyler başa sarmıştı. Zerk’e seslendim: “Zerk, dün bir
çocukla tanıştım koşu yolunda!” Zerk, anında yanıtladı. “Zerk mi? O ne biçim
isim be!”
Çok titriyordum; iplerinden azat edilmiş bir kukla gibi. Titriyordum
çok; kör kum kuklası misali.
17.07.2013 01:57
No comments:
Post a Comment