December 27, 2015

KEDİ VE ÖLÜM (ARA KAPI) // Erhan Bener (1961)


Bir Tuhaf Ölüm Acemisi: Ressam Zahit



 “Birkaç saniye süren, ama ikisine de çok uzun gelen yeni bir bekleyiş oldu aralarında, ilk kez o zaman, tıpkı kendisi gibi kedinin de ölümden korktuğunu hissetti.” (Kedi ve Ölüm, Erhan  Bener)


“Vız geliyor onlara, ama kendileri de ölecekler. Aptallar!.. Ben biraz önce, onlar biraz sonra... Ama onların da başına gelecek. Oysa orada coşup duruyorlar. Hayvanlar!..” (İvan İlyiç’in Ölümü,  Lev Tolstoy)                                                        


Erhan Bener’in Ara Kapı adlı romanı ilk kez 1961 yılında yayımlanır. 1965’teki Fransızca baskının ardından eserin adı Kedi ve Ölüm olarak değişir. Eserde, 60 yaşında bir ressam olan Zahit İloğlu’nun doktora gidişi, üç aylık ömrü kaldığını öğrenişi ve bu minvalde değişen yaşamı aktarılır. Doktordan aldığı haberle birlikte köprünün parmaklıklarına yaslanan, dalgın bakışlarla vapurdan çıkanları seyreden bir Ressam Zahit karşılar okuru. Zahit, keşfedilen resim yeteneği sayesinde önce İstanbul’da ve sonrasında Belçika’da resim eğitimi alır. Türkiye’ye döner, evlenir. İlk eşinden bir erkek, bir kız iki çocuğu olur. Kızı beş yaşında ölür. Eşini de sonrasında yitiren Zahit, ikinci defa ve bu kez kendisinden yaşça genç bir kadınla dünya evine girer. Bu, aynı zamanda yeni eşinin de ikinci evliliğidir. Sonrasında ölüm gerçeği kendini gösterecek, her şey silikleşecektir.


Toplumla birey çatışmasının canlı bir örneği konumundaki Zahit İloğlu’nun iç sorgulamaları ile başlar eser. Kip kaymalarındaki fazlalık ilk bölümde belirgin bir şekilde hissedilir. Bu, ölüm olgusu ile ilk karşılaşmanın verdiği acemiliktir. “Ürkek gözlü satıcı, şaşkın, iyice ağan terazinin kefesine telaşla bir iki şeftali daha ekliyor… Deniz kirliydi.”  (Bener 8) Şimdiki zamanla geçmiş zaman arasında gidip gelen aktarım renk çeşitlemeleri ile tamamlanır. Bir ressamın gözünden görünen dünya rengârenk olmalıdır. “Sular ansızın karıştı, köpürdü, açık mavi, camgöbeği bir renk alarak duruldu, daha sonra yemyeşil, geniş, kıpırtısız bir yüzey halinde iskele dubasına kadar yayıldı.” (8) Çevresini böylesi bir ışıltı ile algılayan Ressam Zahit, beyaz hasır şapkası, kemer burnu ve tombalak bedeniyle tasvir edilir denizin kıyısında. İnsanları gözler. Tanrısal anlatıcı bakış açısı ile ilerleyen eserde Zahit’in duygu durumu şöyle aktarılır: “ (…) Zahit vardı. Kendisini kalabalıktan ayrı, yalnız ve kaderine bırakılmış hisseden.” (10) İnsanlar ilerler, acele içindedirler, ölmeyeceklerinden emin, ilerler insanlar: “Her biri kendi içinde sorunlar taşıyan, aşkı, kötülüğü, hayatı ve ölümü barındıran bir yığın anlaşılır, anlaşılmaz yaratık.” (72)


Ölüm: Siyah, Beyaz ve Gri Bir Yığın


Ölüm kavramının getirdiği farklılığı taşır içinde başkişi. İnsanların tavırları, yuvarlanıp gidercesine itiş kakışları dikkatini çekmiştir. Artık, toplumdan daha bir kopuk hissetmektedir: “Bütün bu göz alıcı kümeleşmelerin, gidiş gelişlerin içinde kişiliklerini ve isimlerini yitirmişti insanlar.” Umutlu insanlardır bunlar ve belki de en çok bunu kıskanır Ressam Zahit. Beyaz rengin hâkim olduğu giysiler içindedirler ve hayat doludurlar ve Zahit de öyledir aslında. Başındaki beyaz hasır şapkası ile umudu barındırır içinde her şeye rağmen. “Beyaz” renk, umudu yahut yaşamı işaret eden, tekrar eden leitmotif olur eserde. “Beyaz kasketli, gemici kılıklı bir adam…”, “İnce keten gömlekli, beyaz pantolonlu bir adam…” (11)


Koşuşturmaca içindeki insanlardadır Zahit’in aklı. Yapacak hiçbir işi kalmamıştır. “Ölüm ayaklarının ucundadır” artık. (13) Doktordan aldığı haberle tuhaf bir umursamazlık içine girer. Geçen altmış, neşeli ve tatlı bir yanı bulunmayan, yılı düşünür. Aldığı haberle içine düştüğü çaresizliğin tüm acıları sildiğini düşünür. Bundan sonrasında daha güçlü hissetmelidir Zahit, hissedecektir. Hayatı sevmiyor gibi görünse de sevmektedir, en azından hayatın renklerine tutkundur:  “Her yanı renk içinde, ışık içindeydi bu dünyanın. Işığı seviyordu, güneşi seviyordu.” (16) Hem zaten ölüm de bir renk değil midir? “Neydi ki ölüm? Siyah, beyaz ve gri bir yığın. Bir renksiz dünya.” (17)


Altmış yıla dair sorgulamalar geriye dönüş tekniği ile kurgulanır. Resim öğrenimi için Belçika’da geçirdiği iki yılı hatırlar Zahit, iç çeker. “Delice hayaller peşinde koştuğu” iki yılın ardından Türkiye’ye döner ve hemen evlenir. Kendini çirkin bulan Zahit, Van Gogh’a özenmiştir ve yanağını çakısının ucuyla derince kanatıp çizer.  Böylelikle çirkinliğini öteleyecektir. “Çirkindi, genç yaşına rağmen göbeklinin biriydi, ama cinsel istekleri güçlüydü. Kadınsız yapamazdı.” (25) Çirkindir ve Belçika’da Matmazel Laurens’ten hoşlanır. Hoşlanışının cinsel temelde kalışı kadını rahatsız eder ve bir daha görüşemezler.


Geriye dönüşlere ara verildiği satırlarda Zahit’in hayatın gelip geçiciliği üzerine beyan ettiği cümleler yer alır. Hayat hızla tükenmekte, belki de israf edilmektedir: “Buna karşılık, para kazanmak için tüketilen, sırf toplum gereklerine uymak için konu komşu gezmelerinde harcanan günlere, her biri birer hazine değerindeymiş gibi acımaya başlanıyordu.” (34) Sorgusunu derinleştirir Zahit İloğlu. Yaşamanın doğrusunu arar:


Ama nasıl yaşamak? Tasasız, heyecansız, huzur içinde bir yaşayış mı, hayatın bütün zevklerinden, bütün heyecanlarından doyasıya faydalanmak için tam bağımsız bir ömür sürmek mi, yoksa ölümden sonra da yaşayabilmek umuduyla, kendini dine vermek ya da bir eser bırakabilmek umuduyla çalışıp didinmek mi? Hangisi doğruydu bunların? (35)


İçinde bir başka sıkıntı daha vardır Zahit’in. Ruhundaki bu sancı, ilk eşinden olan oğlu ile yeni eşi arasında bir yakınlaşma olabileceği endişesi üzerine yeşerir. Konu komşunun imalı sözleri, köprüde birlikte görünen anne ve oğul, Ressam Zahit’in zihninde yer eder, ölümü daha korkulu bir düş kılar.


Kaygı Veren İmgeler: Kedi ve Örümcek


Eserin ikinci bölümü, kedi imgesinin varlığı ile hareketlenecektir. Ölüme yaklaşma sürecinin sızısını düş ya da hakikat arası bir gerçeklikte ortaya çıkan kocaman bir kedi artırır.  “Kedi” dedi birden. “Göğsümün üstünde bir kedi var.” (39) Zahit’in göğsüne bastıran, onu nefessiz bırakan kedi “şeytan” ile bir tutulur. (43) Miyavlamasının bir büyücü çığlığını andırması ve tabirnameye bakma gereksinimi doğuran kaygıya sebebiyet vermesi, kedinin ölümü çağrıştıran bir imge olarak betimlendiğini gösterir.


Kedi eserin dördüncü bölümünde kendini tekrar gösterir ve bu kez gerçek bir varlıktır. Zahit’in ölüme yakınlaştığı bu anda düşlerinin korkunç yaratığı, şeytanın ta kendisi (90) olan kedi ile tekrar karşılaşması ve bu kez “gerçek” olması ölümün nefesinin çok yakında olduğuna bir işarettir. Bunu fark eden Zahit’le kedi arasında bir mücadele başlayacaktır: “Birkaç saniye süren, ama ikisine de çok uzun gelen yeni bir bekleyiş oldu aralarında, ilk kez o zaman, tıpkı kendisi gibi kedinin de ölümden korktuğunu hissetti.” (90) Ölüm elçisi şeytan olarak imgeleştirilen kedi bu anda Zahit için bir ayna işlevi görür ve ölüm korkusunu yansıtır. Ölüm, canlı kanlı buradadır, şimdidedir. Zahit’in bir leğenin altında sıkıştırdığı kedi, gözleri açık, yuvalarından fırlamış durumdadır, kedinin ağzında kanlı köpükler vardır. Leğen açıldığında ortaya çıkan bu tablo, aniden dirilen kedinin başına indirilen bir süpürge darbesi ile tamamlanır. Kedi, yani ölüm elçisi şeytan, ölmüştür, ölüm alt edilmiştir bir bakıma: “Acayip, kof bir ses çıktı. Gövde belli belirsiz bir kez daha titredi, sonra büsbütün katıldı kaldı.” (93)


 Öte yandan bir diğer imge kullanımı da örümcek olarak göze çarpar. Kedi, korkulan ve ölümü çağrıştıran bir canlı olarak algılanırken, örümcek Ressam Zahit’in çaresiz vaziyetini yansıtmaktadır. Zahit de ölecektir ve örümcek kadar anlamsız, çaresiz durumdadır. “Biri düşünen, yaşadığının farkında olan bir insan, öbürü, ince tel bacaklarıyla anlamsız, gereksiz bir yaratık.” (48) Eserin son kısmında Zahit, karısının boynunda gezdirdiği ellerini de örümceğe benzetecek (119) ve onun canını almak isteyecektir.


Zahit’in yaşam döngüsünde belirleyici bir unsur olan ‘şehvet’ ölüme gidiş serüveninde de etkisini yitirmez. Düşünde bile, ona tapan bir genç kızın varlığını duyumsar. Ona şöyle seslenir: “Ben damarları kurumuş ihtiyar bir ağacım. Siz, hayat dolu, tatlı, güzel, neşeli bir güvercinsiniz. Benim kuru dallarım size göre değil.” (51) Ölüm huzursuzluk verici ve yaşlanma ile yakınlaşan bir gerçeklikten ötesidir artık, hastalıkla çirkinleşen, acı veren bir kaybediş olmuştur Zahit için. Belçika günlerini, Matmazel Fortamps’la yakınlaşmalarını, ünlü bir ressam olma hayaliyle dolup taştığı günlere döner. Anılar, insanların hep aynı kalabileceği sığınma alanları, ölümsüzlük fotoğrafları değil midir zaten? “O değişimin içinde yer alan başkaları hiç değişmemişler gibi geliyordu insana. Sanki o Laurens’ler, Hilda’lar hâlâ o eski eşsiz güzellikleri içindeydiler.” Herkes değişmiştir, Zahit’in arkadaşları vasat birer ressama dönmüş, kimi hayatını yitirmiş, kimi yaşlanmıştır, evet, herkes değişmiştir. Şimdi Zahit’in amacı onu ölümsüz kılabilecek bir resim yapmaktır. Yıllarca ertelediği bu işi yapması için onu motive edebilecek kısıtlı bir süresi vardır. O da değişmiştir ölüm sayesinde böylece. Hırslı ve azimlidir. Tanrısal bir eser, destan, oluşturacak sonsuza dek yaşayacaktır: “Görecekler Zahit İloğlu’nun kim olduğunu. Ölmedim ben daha. Ölmedim. Üç ay ha? Alayım fırçayı elime bir kere. Bütün mesele kafada, efendiler.” (65)


Tedirgin Ölümlüler: İvan İlyiç ve Ressam Zahit


Bir ressam olarak nü çalışmalara ve çıplaklığa aşina olan Ressam Zahit, içinde taşıdığı şehveti her anında hisseder, tazeler. Ölüme yakın ve şehvete yatkındır, bedenen tükenme noktasına gün gün ulaşmaktadır ama yine de ölümle şehvet arasında bir bağ kurar: “Kim bilir, ölümde de bir kızı okşarken duyulan o hafif, uçucu şehvet duygusuna benzer bir tat vardır belki.” (75) Sancıları sıklaşan Zahit’in acılar içindeki hali artarak devam eder. Bu noktada Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü eseri ile paralellik gösteren başkişi aslında bir aydınlanma yaşar. Tolstoy’un eserinde “çoğalan bir yığın ıstırap, daima artan bir hızla sona, en korkunç ıstıraba doğru tepetaklak inmek” (Tolstoy 61) olarak tanımlanan hayatı fark eden Zahit’in iç sorgulamaları bir isyana varır. O da İvan İlyiç gibi ölümü kabullenmiştir, evet, ancak yaşamak istemektedir içten içe. İlyiç’in tedirginliği ‘yük olmak’ üzerinedir: “Bu, onun ortadan ne zaman kalkacağını, etraftaki canlıları varlığıyla tedirgin etmeye ne zaman son vereceğini, kendisinin de çektiklerinden ne zaman kurtulacağını bilmekten ibaretti.” (45) Zahit’inki de benzer görünür:


İsyan ediyordu. Büyük bir öfke ve kinle, acıya ve ölüme karşı tek başına bırakıldığını düşünüyordu. Kimse yardım edemezdi artık ona. Buna rağmen, faydasız bile olsa, yakınında birisinin bulunmasını istiyordu insan. Susayınca suyunu verecek, acıdan kıvranırken acısını biraz olsun dindirecek, morfin iğnesini yapmak için ona yardım edecek birisine ihtiyacı vardı. Karısı, oğlu ya da bir başkası, kim olursa olsun. Onların elinde artık. İster istemez onların iyiliğine sığınacak. Ölünceye kadar onların eline bakacak, onlardan avuntu bekleyecek, yardım dilenecek.  (Bener 88)


Ölüm yine de çirkindir. Aslında kendisini çirkin bulan Zahit, daha en baştan böyle bir ölüme yazgılıdır:  “Çirkindi böylesi. Canlının çırpınışı ateş doluydu. Güzeldi. Ölünün boyun eğişinde hiçbir güzellik yoktu. Yutkundu.” (110) Acılar, sanrılar ve tükeniş içinde geçen günlerin getirisiyle, henüz kendisini oğluyla aldattığına emin olmadığı, eşinden intikam almak ister Zahit, onu öldürmeyi arzu eder. Belki bu sayede ölümden kurtulabileceğini de düşünür: “Can özünün bir bedenden öbürüne geçebilmesi için, yaşamakla ölmek arasında, ölenden öldürene doğru ağır, kanlı bir köprünün kurulması gerekti.” (121)


---------


Zahit’in ölüme uzanıp uzanmadığını, eşini öldürüp öldürmediğini, şehvetinin tesirini, 5 bölüm ve 128 sayfadan oluşan romanın son kısmında görmek mümkündür.


-------


Bener, okuru da bir iç sorguya davet eder eser boyunca. Biz de düşünürüz, geçmişe döner ve anıların değişmez eskiliği içinde bugüne bakarız. Değişmişizdir, ölüme yakınızdır. Aslında her an böyledir bu, ölüm samimi bir ev sahibidir, bekler. Kendi ölümümüzü, kendi büyük eserimizi, bizi korkutan ve yaşatan şeyleri düşünürüz Zahit’le birlikte. Yaşlanmayı ve yaşamayı, zamanla yarışmayı kavrarız. Kedileri hayal ederiz sonra, Zahit’in gördüğü kedi nasıl ‘ke/n/di’ ise biz de kendi kedilerimizi yaratır, kendi kedimizi yok eder, avunuruz. Şehvetimizi, hesapsız eylemlerimizi, hüsranlarımızı, ütopik evrenlerimizi koyarız önümüze, yalnız ölürüz, sonunda, hep ölürüz, hep. (Bunu, hep, unuturuz.) "Her ölüm erken ölümdür." diyen Cemal Süreya ne de haklıdır,  biliriz.



Kaynakça

Bener, Erhan. Kedi ve Ölüm. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2012. Baskı.

Tolstoy, Lev. İvan İlyiç’in Ölümü. Çev. Nihal Yalaza Taluy. İstanbul: Can Yayınları, 2014. E-kitap Baskı.


 


 


 


No comments:

Post a Comment