December 23, 2013

Oğuzcuğum!

Diğerleri beni bırakıp ilerliyorlar. İlerliyorlar. Başka birileri de var. Kendi araçları ile gelmişler. Tam ben bineceğim vakit, bir anda gaza basıp aşağıya doğru iniyorlar. Sinirleniyorum ve onların peşinden gidiyorum. Yokuşu iniyorum hızla ve sinirliyim. Bakalım diyorum: Ne olacak? Yanlarına varıyorum.

Sol tarafta bir kapı var, üç dört metre yükseklikte. Hemen solda. Araç durmuş, herkes bağrışıyor. Kapının demirleri çok uzun, üç dört metre. Yutkunuyorum. Kerem feryat ediyor, korkuyor. "Neden yaptınız?" diyor. "Sakin ol." Teskin etmek istiyorum ama ateş yağıyor üzerimize. Alev. Sıcak. Hissedemiyoruz havayı bu an. Yutkunamıyoruz. Kerem başını iki yana sallıyor, yerde dönüyor, çıldırıyor. Dut yemiş bülbül gökyüzü. Kerem, fare görmüş ev hanımı gibi titrer.

Diğerleri demir kapıya tırmanıyorlar çaresiz. Ateş dökülüyor gökten.

"İç savaş." bu. Eminim. Beni bırakıp ilerleyen diğerleri ağlıyorlar. Demirleri tırmanıyoruz ama sıcak. Kaynar. Ellerimiz şişiyor. Ağlıyoruz tam da şu an. İçimiz dökülüyor, turuncu-kırmızı dalgalarda boğulmak üzereyiz. Kerem'in etrafını çevirmiş alevler. Yanıyor, etinin kokusu yükseliyor tırmandığımız demirlere. Ağlıyor, sesi de yanıyor. Ko/r/kuyor acı acı. Kendi kendini tekmeliyor. Bir alev topu bacaklarını yutuyor. Ağlıyoruz demirlerin üstünden. Ellerimiz kor kor. Tutunamıyoruz Oğuzcuğum. Ne oldu, nasıl vücut buldu? Ben sizin peşinizdeydim ve beni almamıştınız aranıza. Arabanıza. Öndeki arabada yabancı yüzler vardı, görülmemiş renkte. Yokuşu hızla inmiş, sola saplanmıştınız.

Alevleri mancınıklarla fırlatanlar da geldi. Fırtına başladı. Sirenler çalıyor. Geçmiş zaman kalk(tı) ortadan! Demirlerden düşenler var, düşlerinde demirleyenler... Ateş, Kerem'in yüzünü kömürledi. Kara. Kara. Kül. Saçları yandı. Çirkin bir görüntü. Kerem feryat ediyor, korkuyor. Olmayan bedenini sarmalıyor. Kerem da/yanıyor. Tanımadığım ve ön arabada yer alan bir yabancı demir kapıdan yere düştü. Kolları eridi, anladım çünkü, kolları yanımda kaldı, alevden hatıra -koku, leş, kül dolu keşkül-

Bağırarak geliyorlar, bizi tutmaya çalışıyorlar. Dayanmalıyız. Yere düşen ve tanımadığım yabancıyı bıçaklıyorlar. Kemiği etten ayırıyor gelenler. Sallıyorlar demir kapıyı, ölü birer kuş gibiyiz üstünde. Kemiği etten sıyırıyor gülenler. Gelen gülenlerin insafı yok. Günü gelince gülenler gibiler. İsraf yok. Üstümüze, yere düşen ve tanıyamadığım yabancının kemiklerini savuruyorlar. Ah, ellerime çarptı. Ah, acıyor. Eyvah! Düşeyazdım.

Nefes alamıyoruz biz demir kapıda can çekişenler. Aşağıya düşenlerimiz için gözyaşı harcıyoruz. Ben de düşeceğim. Kerem'i unuttum. Bakıyorum demire saplanan başımı ayırıp. Kerem'in kemiklerinden çorba yapmış içiyorlar. Kerem'in kemikleri bunlar. Nerede görsem, u/tanırım. İçiyorlar, kemik suyu çorbası. Üstlerine başlarına saçıyorlar. Gelen gülenler mi suçlu, biz mi? Bu savaş mı, akşam yemeği mi?

Gelenlerden ikisi yüksek perdeden konuşuyor: "Çok yüksekteler ve kapı dayanıklı." Mantıklı çıkarımlarda bulunuyorlar doğrusu. Şu an ne işime yarar bu bilgiler? Yaşamak istiyorum. Alev. Duyamıyorum son konuşmaları. Yeryüzünde en son işittiğim cümle bu işte. Çok yüksekteyim ve kapı dayanıklı. Çalan sirenler duyulmaz artık. Ağızlarını okumaya çalışırım. "Ölecekler." İç savaş bu, eminim. Nerede çıksa a/tanırım.

-----------
Yutkunuyorum. Uykusuz bedenim, demir kapının hararetine dayanamaz. Yere düşmüş herkes. Ses yok kulağımda. Gözlerim çürümüş. Göremiyorlar. Bileklerim kırık ve çelimsiz. İki el duyumsuyorum, yapıştığım yerden kavrıyorlar. Üstüme basıyorlar, zaten kalmamış bir şey. Demir kapı küsmüş, düşmüş yere. Parçalıyorlar beni, sinsice.

İç/imdeki savaştan beter değil bu. Öyle değil mi Tanrım?

No comments:

Post a Comment