February 22, 2015

LİMON

“Öyle tuhaf tuhaf bakma.” demiştim Sanel’e. Bana bakıyordu, boynunu hafifçe yana kırmış bana bakıyordu. “Bakma.” diye yineledim. Omuzlarını saran koyu kırmızı hırkasını inceledim göz ucuyla. Yılan ya da ejderha ya da ne bileyim pençe görünümlü beyaz desenler örülüydü kenarlarında. “Bakma Sanel.” Üsteledim. Beyaz desenler yeryüzündeki tüm yönlere doğru işlenmişlerdi. Göğüs hizasında gerilmiş bir çengelli iğne ile tutturulmuş hırka, dokunsan kopacaktı, dokunsan parça parça olacaktı. “ Başka yöne bak öyleyse.” Çıkıştım. Beni dinlemiyordu. Sonra düşündüm, kulağı ne haldedir acaba, dedim, düşündüm. Kulağın ne haldedir Sanel? Hâlâ bana bakıyordu. Dengesiz iki gözle bakıyordu, sağdaki ufakça, sağdakinin feri sönmüş, sağdaki ölü, bana bakıyordu. “Sağ gözün ölü, hiç olmazsa onunla bak Sanel.” Dinlemiyordu, bakıyordu, iki gözüyle de.

Üst kattaki odasına çıkmıştım Sanel’in. Onu merak ediyordum, sol kulağını görmek istiyor, görmek istiyordum. Beni ayakta karşıladı. Daha önce tarif ettiğim şekilde bakıyordu, dudakları burnunun altına çizilmiş birer pembe et görünümündeydi, kenetlenmişlerdi, beni korkutmuyorlardı, asla, korkutmuyorlardı. Doğada geçirilen bir günde avlanan bir tavşanın kokulu etleriydi bu dudaklar, oraya düşen gölgeler ise etin bedenine üşüşen sineklerdi aslında. Gözüm dudakların sonrasında uzaya gönderilen bir füzeyi resmeden iki iri delikli, soluklanan, burnu yakaladı, renksiz solumalar tavşan etindeki sinekleri def ediyor, oda aydınlanıyordu. “Merhaba Sanel.” demiştim ona ağzının ve burnunun arasındaki boşluğa bakarak. Dudakları kımıldamıştı yaprak yaprak, bu beni mutlu kılmıştı. Sırasıyla burnunun bitip göz çukurlarının belirdiği bölgeye ve kaş çizgilerine odaklandım. Kulağına bakmayacaktım, sol kulağını unutmalıydım, bakamayacaktım.

“Olanlar… Sana olanlar, hiç kimsenin hatası değil.” Ne söylesem boştu, beni dinlemiyor, dinlese bile anlamıyordu. Birlikte çıkmıştık sokağa o gün, anımsıyorum. Çok renkli bir gökyüzü vardı üstümüzde, ellerimden tutuyordu Sanel. Yanımızda yöremizde bizi çevreleyen, saran koca binaların izin verdiği ve süzdüğü aydınlıkta yürüyorduk. Birbirimize bakmıyor, birbirimizi anlamıyorduk. Asfaltın aşındığı, yama edildiği bir kıyıda durduk, konuşmadık. Limon ağacından sapsarı düşüşünü izledik bir limonun, sarardık. Sustuk. Limon yarılıyordu kaldırıma çakılıp, yarıktan süzülen kokuyu duyuyorduk. Elini elimden uzaklaştırdı Sanel, sonra avucumda hissettiğim boşluğu fark ettim, fark ettiğim boşluğu hissettim. Kirli bir binanın önünde cıvıldaşan çocukların yanına gitti koşa koşa. Kırılmış bir kasetin içinden söktükleri bant şeridini uçuşturuyorlardı. Kahverengi bant şeritleri yolların arasında ölümcül yılanlar gibi akıyorlardı, sarıyorlardı ne bulurlarsa, ne bulurlarsa ona bulanıyorlardı. Sanel’in yerden bir yılan aldığını, yılanı kestiğini, elindeki parçasıyla yaralı limonu sarmaladığını gördüm. Limon ölecekti, ölü limon olacaktı, hızlı bir ölüm, ölimon olacaktı. Parmaklarının birleştiği noktaya bıraktı ölimonu, sargılı varlığa baktı, baktı, sonra kafasını sağa döndürüp çöp konteynırına fırlatılmış kesik iğde dallarını inceledi. Ellerini burnuna götürdü, limon kokuyor, ellerimi burnuma götürdüm, limon kokmuyor, doğruldu, cebinden taşan bant şeritlerini toparladı ve iğde dallarına yöneldi. Çöpten ve çöp civarındaki kokudan korktu Sanel, bana baktı, iğde dallarına dokundu, ellerini burnuna götürdü, yılan bant ve yaralı limon ve ölü iğde kokuyor, ellerimi burnuma götürdüm, bunlar kokmuyor, dalları usulca okşadı, okşadı, aydınlığın düştüğü yüzü ışıldadı. Yüzünde bir nefret oluştu, çocuklar yılanlardan çemberler kuruyorlar, hafif yelde saçlarını savuruyorlardı.

Günler sonra bir oturakta bulmuştum Sanel’i. Aramıştım onu, çok aramıştım. Kaybolmuştu yüzünde nefret oluştuktan sonra. Anlayamamıştım, gelir sanmıştım, hep böyle giderdi zaten, gelirdi de. Konuşmazdık ama bilirdik. Issız bir parkın lekeli oturağına çömelmişti, hareketsizdi. Yüzünü örten bir ceket vardı üzerinde, afallamıştım görünce. “Sanel, sen misin?” Haykırmıştım sevinçle, tepki vermemişti. Ceketi kaldırmamalıydım, bunu yapmamalıydım. Yüzü cansız görünüyordu, sol kulağında bant şeritlerinden yapılmış bir sargı vardı, kan dökülüyordu ucundan. Bizden uzakta, parkın girişindeki dört köşeli metal tabelanın sivri tepesine tünemiş bir kuş izliyordu bizi, bir ağaç ürperiyordu olanlardan, yeni bitmiş otlar yeşilleniyordu, yanı başında bulduğum bir kurşun asker, tüfeğini ona ve bana, bize, doğrultuyordu. Birbirinin içine girmiş, birbirini arayan ve birbirinden kaçan ağaç dalları çok karmaşık görünüyordu, çatallı, ben kendi yerimi tayin etmeye çalışıyordum aslında, Sanel’in kulağından damlarken kan. Telaşla açtım sol kulağındaki acemi sargıyı. Yılanlar pul pul döküldüler. Gözümün önüne tüylenmiş, pıtır pıtır bir çiçek sapı geldi, sonra bu saptan doğan ve gürleşen kabarık bir çiçek gördüm. Bu çiçek, kulaktı. Biraz büyümüş, değişmiş gibiydi. Dokundum, çok sıcaktı, parmak uçlarıma geçen kanı gördüm. Gördüm. Çok değil, bir iki adım ötemde, sarı ve cılız bir çiçek yağmur mazgallarının esaretinden kurtulma mücadelesi veriyordu. Gördüm.

Başa dönelim.

Kulağından geçirdiği bir dizi ameliyatın sonrasında ilk kez görecektim Sanel’i. Bunun suçlusu bendim ya da değildim, anlayamıyordum. Gözlerinin, sağdaki ölü, ve içe doğru bir yokuşu andıran kaş perdesinin işaret ettiği kulağına baktım. Sustum. Olanlar benim suçum değil Sanel. Kulak, neredeyse üç kulak iriliğindeydi, tam ortasında bir çökme vardı. Yanından geçtim Sanel’in. Açık pencereden düşen hayatı düşündüm, yapmış olduğum hatayı düşündüm. Bulamadım.

Ağacın gövdesi insana benzer. Ağacın sola kıvrılan ve gövdeden ayrılan ilk dalında bir kuş vardır. Kuşun gagası bir dala benzer. Siyahtır. Yerde ben dururum, ayaklarım otlara gömülüdür. Hareket edemem, aynı kuşun bir benzeri ayaklarımı yemeye başlar, ısırır, koparır, yer, hareket edemem, kafamı ağaca döndürürüm, hareket edemem. Ağacın kuru dallarının arasında kuş yuvaları vardır. Onlar bulundukları kısmı lekelerler, gökyüzünü göremem, yerdeki kuş kollarıma sıçrar, kollarımdan omzuma varır, omzumu çürütür. Kulağımı yer, kanatlarını çırpar, tüyleri burnuma kaçar, titrerim. Neden bunca acı var, neden limon bile ölüyor, neden, diye sorarım kuşa. O, sol kulağımı yer. Konuşmaz. Ağaçtaki kuş kafama konar. Kuş, beynime baskı yapar pençeleriyle, kuş beyinli olurum, kuşku yok ki, aptallaşırım. Adımı unuturum, kulağım susar sonra, zonklar ve atar kalp gibi. Susarım ben de. Unuturum. Hatırlamam, unuturum.



No comments:

Post a Comment