“Öyle tuhaf tuhaf bakma.” demiştim Sanel’e. Bana bakıyordu,
boynunu hafifçe yana kırmış bana bakıyordu. “Bakma.” diye yineledim. Omuzlarını
saran koyu kırmızı hırkasını inceledim göz ucuyla. Yılan ya da ejderha ya da ne
bileyim pençe görünümlü beyaz desenler örülüydü kenarlarında. “Bakma Sanel.”
Üsteledim. Beyaz desenler yeryüzündeki tüm yönlere doğru işlenmişlerdi. Göğüs
hizasında gerilmiş bir çengelli iğne ile tutturulmuş hırka, dokunsan kopacaktı,
dokunsan parça parça olacaktı. “ Başka yöne bak öyleyse.” Çıkıştım. Beni
dinlemiyordu. Sonra düşündüm, kulağı ne haldedir acaba, dedim, düşündüm.
Kulağın ne haldedir Sanel? Hâlâ bana bakıyordu. Dengesiz iki gözle bakıyordu,
sağdaki ufakça, sağdakinin feri sönmüş, sağdaki ölü, bana bakıyordu. “Sağ gözün
ölü, hiç olmazsa onunla bak Sanel.” Dinlemiyordu, bakıyordu, iki gözüyle de.
Üst kattaki odasına çıkmıştım Sanel’in. Onu merak ediyordum,
sol kulağını görmek istiyor, görmek istiyordum. Beni ayakta karşıladı. Daha
önce tarif ettiğim şekilde bakıyordu, dudakları burnunun altına çizilmiş birer
pembe et görünümündeydi, kenetlenmişlerdi, beni korkutmuyorlardı, asla,
korkutmuyorlardı. Doğada geçirilen bir günde avlanan bir tavşanın kokulu
etleriydi bu dudaklar, oraya düşen gölgeler ise etin bedenine üşüşen sineklerdi
aslında. Gözüm dudakların sonrasında uzaya gönderilen bir füzeyi resmeden iki
iri delikli, soluklanan, burnu yakaladı, renksiz solumalar tavşan etindeki
sinekleri def ediyor, oda aydınlanıyordu. “Merhaba Sanel.” demiştim ona ağzının
ve burnunun arasındaki boşluğa bakarak. Dudakları kımıldamıştı yaprak yaprak,
bu beni mutlu kılmıştı. Sırasıyla burnunun bitip göz çukurlarının belirdiği
bölgeye ve kaş çizgilerine odaklandım. Kulağına bakmayacaktım, sol kulağını
unutmalıydım, bakamayacaktım.
“Olanlar… Sana olanlar, hiç kimsenin hatası değil.” Ne
söylesem boştu, beni dinlemiyor, dinlese bile anlamıyordu. Birlikte çıkmıştık
sokağa o gün, anımsıyorum. Çok renkli bir gökyüzü vardı üstümüzde, ellerimden
tutuyordu Sanel. Yanımızda yöremizde bizi çevreleyen, saran koca binaların izin
verdiği ve süzdüğü aydınlıkta yürüyorduk. Birbirimize bakmıyor, birbirimizi anlamıyorduk.
Asfaltın aşındığı, yama edildiği bir kıyıda durduk, konuşmadık. Limon ağacından
sapsarı düşüşünü izledik bir limonun, sarardık. Sustuk. Limon yarılıyordu
kaldırıma çakılıp, yarıktan süzülen kokuyu duyuyorduk. Elini elimden
uzaklaştırdı Sanel, sonra avucumda hissettiğim boşluğu fark ettim, fark ettiğim
boşluğu hissettim. Kirli bir binanın önünde cıvıldaşan çocukların yanına gitti
koşa koşa. Kırılmış bir kasetin içinden söktükleri bant şeridini
uçuşturuyorlardı. Kahverengi bant şeritleri yolların arasında ölümcül yılanlar
gibi akıyorlardı, sarıyorlardı ne bulurlarsa, ne bulurlarsa ona bulanıyorlardı.
Sanel’in yerden bir yılan aldığını, yılanı kestiğini, elindeki parçasıyla
yaralı limonu sarmaladığını gördüm. Limon ölecekti, ölü limon olacaktı, hızlı
bir ölüm, ölimon olacaktı. Parmaklarının birleştiği noktaya bıraktı ölimonu,
sargılı varlığa baktı, baktı, sonra kafasını sağa döndürüp çöp konteynırına
fırlatılmış kesik iğde dallarını inceledi. Ellerini burnuna götürdü, limon
kokuyor, ellerimi burnuma götürdüm, limon kokmuyor, doğruldu, cebinden taşan
bant şeritlerini toparladı ve iğde dallarına yöneldi. Çöpten ve çöp civarındaki kokudan
korktu Sanel, bana baktı, iğde dallarına dokundu, ellerini burnuna götürdü,
yılan bant ve yaralı limon ve ölü iğde kokuyor, ellerimi burnuma götürdüm,
bunlar kokmuyor, dalları usulca okşadı, okşadı, aydınlığın düştüğü yüzü
ışıldadı. Yüzünde bir nefret oluştu, çocuklar yılanlardan çemberler kuruyorlar,
hafif yelde saçlarını savuruyorlardı.
Günler sonra bir oturakta bulmuştum Sanel’i. Aramıştım onu,
çok aramıştım. Kaybolmuştu yüzünde nefret oluştuktan sonra. Anlayamamıştım,
gelir sanmıştım, hep böyle giderdi zaten, gelirdi de. Konuşmazdık ama bilirdik.
Issız bir parkın lekeli oturağına çömelmişti, hareketsizdi. Yüzünü örten bir
ceket vardı üzerinde, afallamıştım görünce. “Sanel, sen misin?” Haykırmıştım
sevinçle, tepki vermemişti. Ceketi kaldırmamalıydım, bunu yapmamalıydım. Yüzü
cansız görünüyordu, sol kulağında bant şeritlerinden yapılmış bir sargı vardı,
kan dökülüyordu ucundan. Bizden uzakta, parkın girişindeki dört köşeli metal
tabelanın sivri tepesine tünemiş bir kuş izliyordu bizi, bir ağaç ürperiyordu
olanlardan, yeni bitmiş otlar yeşilleniyordu, yanı başında bulduğum bir kurşun
asker, tüfeğini ona ve bana, bize, doğrultuyordu. Birbirinin içine girmiş,
birbirini arayan ve birbirinden kaçan ağaç dalları çok karmaşık görünüyordu, çatallı,
ben kendi yerimi tayin etmeye çalışıyordum aslında, Sanel’in kulağından
damlarken kan. Telaşla açtım sol kulağındaki acemi sargıyı. Yılanlar pul pul
döküldüler. Gözümün önüne tüylenmiş, pıtır pıtır bir çiçek sapı geldi, sonra bu
saptan doğan ve gürleşen kabarık bir çiçek gördüm. Bu çiçek, kulaktı. Biraz
büyümüş, değişmiş gibiydi. Dokundum, çok sıcaktı, parmak uçlarıma geçen kanı
gördüm. Gördüm. Çok değil, bir iki adım ötemde, sarı ve cılız bir çiçek yağmur
mazgallarının esaretinden kurtulma mücadelesi veriyordu. Gördüm.
Başa dönelim.
Kulağından geçirdiği bir dizi ameliyatın sonrasında ilk kez
görecektim Sanel’i. Bunun suçlusu bendim ya da değildim, anlayamıyordum.
Gözlerinin, sağdaki ölü, ve içe doğru bir yokuşu andıran kaş perdesinin işaret
ettiği kulağına baktım. Sustum. Olanlar benim suçum değil Sanel. Kulak,
neredeyse üç kulak iriliğindeydi, tam ortasında bir çökme vardı. Yanından geçtim
Sanel’in. Açık pencereden düşen hayatı düşündüm, yapmış olduğum hatayı
düşündüm. Bulamadım.
Ağacın gövdesi insana benzer. Ağacın sola kıvrılan ve
gövdeden ayrılan ilk dalında bir kuş vardır. Kuşun gagası bir dala benzer.
Siyahtır. Yerde ben dururum, ayaklarım otlara gömülüdür. Hareket edemem, aynı
kuşun bir benzeri ayaklarımı yemeye başlar, ısırır, koparır, yer, hareket
edemem, kafamı ağaca döndürürüm, hareket edemem. Ağacın kuru dallarının
arasında kuş yuvaları vardır. Onlar bulundukları kısmı lekelerler, gökyüzünü
göremem, yerdeki kuş kollarıma sıçrar, kollarımdan omzuma varır, omzumu
çürütür. Kulağımı yer, kanatlarını çırpar, tüyleri burnuma kaçar, titrerim.
Neden bunca acı var, neden limon bile ölüyor, neden, diye sorarım kuşa. O, sol
kulağımı yer. Konuşmaz. Ağaçtaki kuş kafama konar. Kuş, beynime baskı yapar
pençeleriyle, kuş beyinli olurum, kuşku yok ki, aptallaşırım. Adımı unuturum,
kulağım susar sonra, zonklar ve atar kalp gibi. Susarım ben de. Unuturum.
Hatırlamam, unuturum.
No comments:
Post a Comment