Sivri burnunu görüyordum karşımda önce, kumdan bir piramidi
andırıyordu, buzdan bir piramidi belki, yahut etten, ardından gözlerini
seçebiliyordum, bana bakmıyorlardı Tahir, neye, nereye bakıyorlardı? Komuta
edilmiş bir askerdin sanki, öyle yürüyordun, üstünde gömleğin, hâlâ aynıydı.
Samanpazarı’ndan almıştık, dört adet gömlek, farklı
renklerde, dört kar beyazı fanila, dört mavi don, dört çift kalın çorap
almıştık, sivri burnunla gülümsemiştin, dükkanın çatısı akıtıyordu, gözüm orada
kalmıştı, donların hemen dibine konulmuş yoğurt kutusunun içine damlıyordu su,
pıtır pıtır, görüyordum, yoğurt kutusu neredeyse taşacaktı Tahir, sana
söyleyemiyordum, her damla darbesi ile dükkanın muşamba kokan zeminine
sıçrıyordu taşkın su. Siz o esnada satıcı ile pazarlık yapıyordunuz, sesiniz
geliyordu kulağıma, dikkatimi veremiyordum, yapabilsem fiyatı kırmana yardımcı
olabilirdim, sen beceremezdin bunu çünkü, temiz bir kalbin vardı, beceremezdin.
Makul bir fiyatta anlaştınız. Su, muşambayı takip ediyor, çürük yaprakların uzandığı
yola dökülüyordu, gözlerimle tavandan çizdiğim su, kovaya, oradan yola
akıyordu. Dükkanı acele ile terk ettik, elinde yeni bir poşetin vardı artık,
neşeliydin, yerler ıslaktı, ayağım kaydı Tahir, düşecektim, koluma girdin
hemen, kurtardın beni ama poşetin sol elinden kurtuldu ve yola savruldu
içindekiler. Özür dilemiştim senden, burnunun iki yanından akan suları
izlemiştim, ayrı ayrı ağlıyordun. Fanilalar berbat olmuştu, kullanılamazdı,
donlarından biri sersem bir kuşun kafasına takılmıştı, kuş, gözü görmez bir
halde telefoncuların arasına dalmış, kalabalık içinde ezilmiş, kederli ayaklar altında yok olmuştu, bir koşu gidip diğer donları ve çorapları aradım, gömlekleri kapan kambur ve sıska bir adamı gördüm, sen beni
izlemiştin, adam, ağır ağır soyundu ve gömleklerden birini denedi, mor renkli
olanını, dişleri yoktu adamın, fanilasında kan lekeleri vardı, lekeleri fark
ettiğimi fark edince bunu fark etmemiş gibi yapmıştık her ikimiz de, gayet
makul ve insani bir şekilde, sana baktım usulca, donup kalmıştın, nihayetinde
kambur ve sıska adam gömleğini giydi ve celallendi, bazen böyle olur, hınçla
söküp attı gömleği üzerinden, bundan sonra yalnız onu izliyordum, sana baktım, seni
de izliyordum demek ki, hızlıca etrafı kontrol ettin, büfenin önüne gidiyordun,
gazetelerin üstüne düşen gömleğini çaktırmadan aldın, ıslanmamıştı, şanslıydın,
adama baktım, diğer gömleği giymişti ve sanıyorum ömür boyu kambur kalacaktı,
yüzüme baktı, beğenimi merak ediyordu ve renk vermediğimi görünce tepesi attı
tekrar, o soyunurken sana baktım Tahir, inşaatı devam eden caminin kenarına
geçmiştin, seni görmekte zorlanıyordum, inşaat iskelesinin altına geçtin, birkaç
adım attım ve seni takip ettim, usulca soyundun, muhtemelen donlardan ve
çoraplardan da bulabilmiştin, heyecanlı görünüyordu burnun ve yüzün.
Dişleri olsa omzumu çürütecek bir damak ısırığı ile önüme
döndüm, kambur adam gömleği bana uzatmıştı, giy, diyordu zorlukla. Nefes nefese
görünüyordu. Omzumdaki sızıyı sağ elimle giderdim, utanıyordum Tahir, fanilam
yoktu, fanilasızlığımı fark ettiğimi fark edince bunu fark etmemiş gibi
yapmıştık her ikimiz de, gayet makul ve insani bir şekilde, kendi fanilasını
çıkarıyordu şimdi, olamaz, kan lekeleri var, yüzüm düşmüştü, dilerim vişne
lekeleridir, kendimi böyle kandırıyordum, boynumdan geçirilen bir urgandı bu
kanlı fanila, hayır, vişne lekesi desenli bir kolye, kendimi böyle de
kandırıyordum, kambur adam, gömleği kollarımdan geçirirken zıbın içerisine
konulan bir bebektim, çıplak gövdesi ile dibimdeydi adam, yeni gömleğimin
düğmelerini ilikliyordu, ıslaktı her yer. Seni unutmadım Tahir, unutmadım,
tekrar sana çevirdim yönümü, yeni fanilan, yeni gömleğin ve yeni çoraplarınla
bir harikaydın, iskelenin demirine tutunuyor, sonra paslı demirden eline sinen
kokuyu burnunla denetliyordun. Kambur adam, tombul parmaklarını şıklattı, bana
bak, diye haykırdı dişsiz çenesi ile. Başarmıştı, öyle tahmin ediyorum ki ben
de harika görünüyordum. Kambur adama belli etmeden yeni gömleğimin ilk üç
düğmesini açtım ve kan lekeli fanilama baktım, kan ve kambur, öyleyse kanbur kokuyordu, gülümsedim belirsizce
bu güzel çıkarım için, parmağını tekrar şıklattı adam, çıkar, dedi bu kez
kararlı bir tonda. Anladım, duydum, hayır vermeyecektim, ilk kez böylesi güzel
hissediyordum kendimi, kaçıyordum Tahir, kambur adamın sırtına, belki düzelir
umuduyla, sert bir tekme geçirdim, senin yanına kaçtım, adam yere düşmüştü,
tombul ellerinde bir tomurcuk gibi yeşeren sallamayı gördüm, ışıl ışıl, benekli
ve kahverengi, boğazımda yer eden kokuyu yudumladım, sana baktım, neredesin,
adam ayağa kalkmadan kaçalım, yanına vardım, bana bakıyordun masumca, az önce,
dedim, bir adam dövdüm, bana bakıyordun, kamburdu, dedim, burnun bana
bakıyordu, sıskaydı ama parmakları etliydi, dedim, burnuna bakıyordum, dişleri
yoktu, dedim, beni dinliyordun, üşümüşsün sen Tahir, dedim, burnuna bakıyordum,
burnun akıyordu, katılaşmış ellerimi götürdüm dudaklarının kıyısına, burnun
akıyordu, bu kez elime, o halde Tahir’in burnu akıtıyordu, dedim, kendi
kendime. O esnada adam doğrulmuştu ve telefoncu arkadaşlarını topluyordu,
duyuyordum. Gelin, dişleri yoktu, gelin. Yardıma yanaşmıyorlardı, içimi
acıtıyordu bu Tahir, esnaf acımasızdı. Burnundan akan su, parmaklarıma
bulanıyor, oradan da ayakkabıma sızıyordu, gözlerimle burnundan akan yeni bir
yol çiziyordum, yerdeki ıslaklığa karışıyordu sonra bu yol, şehre ve suya karışıyordu.
Elime bulanan burun suyundan birazını, izninle, avuçladım ve
kaburgalarıma yapışan fanilanın kan lekelerini silmeye çalıştım, grileşiyor,
güzel, gülümsüyorum, merak etme, diğer elim altındadır burnunun, gömleğin çok
güzel, sesler artıyordu, işler kötü, dedi birisi, kambur adamı dövüyorlardı,
eminim, o tarafa bakmıyordum, senin gömleğin harika Tahir, kaça aldın, söylemiyor
ve susuyordun. Kaça aldın? Küfrediyorlardı, aktarmak istemedim Tahir,
dayanamadım, baktım. Telefon tezgahına dayamışlar, çırılçıplak etmişlerdi
kamburu. Senin yeni aldığın donlarından birini giydirmişlerdi, gülüyorlardı,
sallamasını sallıyor, bir şey yapamıyordu, yapamazdı. Güçsüzdü. Kederli eller, kıçına bir tokat atıyor, geçiyordu. Yerler ıslaktı, bir şeyler yapmam
gerekiyordu. O da yalnız bak, Tahir, dedim, bekle. Ben bu yalnızlık duygusunu
iyi biliyordum, en çok da camlara yapışan minik örümcek adamlar satarken
hissederdim, bir liraya satıyor ve utanıyordum. Yaşlıydım Tahir, sen de öyle
değil miydin? Ya sen, o sevimli burnuna geçirdiğin komik bir maskeyi ve
üfürdüğün bir düdüğü satmaya çalışmıyor muydun? Gülüyorlardı bize,
gülüyorlardı. Hatta şişman bir kadın, yüzsüzce, yanıma yanaşmış ve neden bu
örümcek adam tahtaya da yapışmıyor, diye sormuş, gülüp gitmişti. Siyah
poşetimin içinden bir avuç örümcek adam çıkarmış, sokağa savurmuştum. Hayata
tutunmak için örümcek adam olmalıyız, demiştin sen de bir akşam. Anlamamıştım,
şimdi ellerin inşaat iskelesinin paslı demirlerini sıkıca sarmışken, nereye
tutunuyordun? Seni bırakıp adama gittim Tahir, bir şeyler yapmam gerekiyordu.
Telefoncuların arasına daldım, durun, dedim, beyler. Yanlış yapıyorsunuz! Kim
ulan bu, dedi, boynunda tasması olanı. Gülümsedim. Aşağılık bir mengenede
kıstırılan kambur adam bana bakıyordu, çıplaktı, çirkindi. Nefesimi düzenledim,
sana baktım Tahir, güç almam gerekiyordu, buzdan bir örümcek adamdın.
Kalabalığa çullandım, örümcek adam en az üç takla atıyor düşmeden evvel,
unutma, dedim içimden, kambur adamın sallaması bağrımı deşiyordu, sana
bakıyordum Tahir, kımıltısızdın. Telefoncuların yeni eğlencesi ben olmuştum
anlaşılan, utanmaz kambur da affetmiyordu, durun, diyordum, ben iyi bir adamım,
tuhaftır duruyorlardı “iyi adam” sözünü işitince. Birbirlerinin karanlık yüzüne
bakıyorlardı, sıraya geçip kanayan yerlerimden öpmeye başlamışlardı. Allah
allah, neler oluyor? Kambur da sıradaydı ve tasmalı olan da. Senin donlarınla,
kalan çoraplarınla sardılar yaralarımı, pansuman yaptılar. Cebime güzel bir akıllı
telefon koymuşlar, beni salıvermiş, yeniden adama dalıvermişlerdi. Gülümsüyor,
sargılardan sızan kanla ilerliyordum sana. Yoktun, sağa baktım, yoktun, sola
baktım, yok. Gülümsedim, boynum acıdı, kamburlaşıyordum anlaşılan, tam burada
kamburlaşıyordum, senin olmadığın yerde, kan bollaşıyordu. Tembelleşiyor,
üşüyordum. Yere değecek kadar kamburlaşıyor, kafamı kaldırıma vuruyordum.
Yoktun, burnun yoktu, masken yoktu. Sen seyyar satıcıydın, aklımdan bu soru
geçiyordu, su misali, ne işin vardı gömlekle, hem de dört tane? Dükkanın
çatısından sızan su, senin burnundan sızan su, benden dökülen kan birikiyordu
asfaltta.
Sivri burnunu görüyordum karşımda önce, birikintinin içinde,
kumdan bir piramidi andırıyordu, buzdan bir piramidi belki, yahut etten,
ardından gözlerini seçebiliyordum, birikintinin içinde, bana bakmıyorlardı Tahir,
neye, nereye bakıyorlardı? Komuta edilmiş bir askerdin sanki, öyle yürüyordun,
üstünde gömleğin, elinde benim kara poşetim, yapışkan örümcek adamlarım, üstüme
boşaltıyordun tümünü, güçleniyordum, bana yapışıyordu tamamı, demek ki insana
yapışıyorlardı, kanlı bir insana yapışıyorlardı, kanlı fanilaya, yeni bir
kullanım olarak kanilaya
yapışıyorlardı, gülümsedim kanla, yakışıyorlardı, sana bakan tek gözüme yapıştığında
son örümcek adam, göremiyordum, göremiyordum Tahir, seni ve burnunu
göremiyordum, ileride kambur adam inliyor, ben ise onun sesini dinliyor, sesin
bitmesini, ölmemeyi, yıkanmayı, kesinkes ölmemeyi, güneşin kendini göstermesini
bekliyor, yapışkan, hatta yapış-kan örümcek adama dönüşüyordum.
No comments:
Post a Comment