İkinci Gün
Yedi çocuk, her boydan ve her çocuk yaştan. Demir örgülerden
atladılar, yürüdüler, yürüdüler. Ellerinde taşlar ve sopalar, yürüdüler. En
küçüğünün elinde bir yemiş, belki üzüm, vardı. Ellerindekileri savurdular ok
misali dört yana, bağırdılar, öfkelilerdi, neden? Terk edilmiş, yoksul bir
fabrikanın girişinde durdular. Fabrikanın bacasını hedef aldılar. “Dikkat,
şimdi” diye bağırarak, tek hamlede, bacayı parçaladılar, toz döküldü, kum ve
kireç serpildi yüzlerine. Öksürdüler, en küçüğünün küçük ellerine de bulaştı
toz, yemişi lekelendi. Kokladı, dilinin üstüne aldı, pisini temizledi yemişin,
olmadı, bir daha eskisi gibi kokmadı. (Fabrika… Fabrika, hep, aynı yerde
kaldı.)
Elimde olsa, gelse elimden, karşı koyacaktım onlara,
durduracaktım hamlelerini.
Yeşilliklerin fışkırdığı bir tepeye ulaştılar, yüzlerinde
toz, atıl fabrika geride kalmıştı, içlerinden birini göremedim o vakit, dikkat
kesildim, iyice baktım, göremedim. Üst dişleri dudaklarının arasında beliren,
yuvarlak çenesi hafifçe sola kayık, ucuz ve yırtık gömleği olan bir çocuktu bu,
adım gibi eminim, hatırladım (Adım neydi sahi?) yoktu şimdi, baktım, iyice
baktım, göremedim. Altı çocuk, tepedeki yeşillikleri tekme tokat savurarak
biçtiler. Patlayan tomurcukların kokusu yayılıyordu tepenin tümüne, içimizi hoş
ediyordu, çocuklar da etkileniyordu, fark ediyordum. En küçüğü, ağzına tıktığı
son meyveyi yutuyordu, boğazından düşüyordu nimet ve âdemelmasını
kımıldatıyordu, yutkunuveriyordu. Güneşin renk renk döküldüğü bir sahne oldu
tepe, allandı pullandı. Renk arıyordum ben de, sarı ve tonları, yeşilin de
yeşili ve öteki renkler. Her renkte onu arıyordum aslında, sadece onu.
-------
Fabrika paslı bir canavardı, işliyor, işliyor, günü ve geceyi dişliyordu o zamanlar. Yanında yöresinde biz garibanlar, iki gözlü evlerimizde, var olma mücadelesi veriyorduk. Metal sundurmalı, devasa, insan boyunda bacaları olan, bu dokuma fabrikasının bize yardım edeceğine inanıyorduk. Oradaydı işte Öykü, kendi renginde ve kokusunda. Onu görünce gülümsüyor, çürük dişlerim ortaya çıktığı için utanıyor, karmaşık hisler duyuyordum. İş çıkışı onu arıyordu gözlerim, onun Öykü rengi gözlerini görmek istiyordum. Anneme sızlanmıştım bir gece, “Olmaz mı anne?” Annem sessizliği tercih ediyordu, susuyor, çelimsiz kollarında kalan son bileziğe bakıyor, susuyor, soluğunu bir an olsun tutuyor, sonra güçlü, dik bir sesle beni kucaklayıp kaldırıyordu: “Artık, geç oldu oğlum. Uyuyalım.” Işıklar sönmüştü, ayaklarım kımıldamıyor ve asıl öykü burada başlıyordu.
Annem kulağıma eğilmiş ve duyuş kuyuma akan damlaların arasından
fısıldamıştı: “Karanlık bir geceyi bile yaşlı bir ay ışıldatabilir. Öyleyse,
umut daima vardır.”
Günlerin geçtiğini, tekerlekli sandalyeye süründüğüm her an,
bir daha, anlıyordum. Zorlukla yerimi alıyordum yaşam aracımda. Bu, benim yaşam
gemimdi ve bunun kaptanıydım, bir yolcum da olamaz mıydı? Acaba bu gemiye nasıl
düşmüş ve nasıl bugüne dek sağ kalmıştım fırtınalarda? En büyük fırtına o gün
olmuştu. Fabrikada büyük bir yangın çıkmış, kül olmuştu koca yapı. Dev bir
yaralı ejderhaymışçasına alev püskürtüyordu kanlı ağzından, izliyor, bir şey
yapamıyordum, aracımın tekerleklerine biraz daha sıkı tutundum, kaçmak
istiyordum buradan, gitmek, korkuyordum, alevin kokusu ve varlığı boğazıma
dolmuştu, nefes alamaz olmuştum. Neredeydi Öykü? Yaşıyor muydu? Ellerinde
yılandan hortumlar olan şapkalı yangın erleri ateşi yok ettiler, bitirdiler,
gökyüzüne yükselen, boğucu, kara dumanları yok edemezlerdi. “Umut, daima
vardır.” dedim kendi kendime, sonra öfke ile haykırdım: “Umut yok, yok!” Yağmur
taneleri fabrikanın üzerine yağdılar o an, başımı şaşkınlıkla kaldırdım.
Renkli, yeşil bir bulutun ağzından döküldüler. Kara dumanlar yitip gittiler.
Gözlerimi kamaştıran bir güneş ışığı vurdu fabrikanın öldüğü, küllendiği yere.
Muazzamdı, muazzam, nasıl anlatsam? Hayatımda ilk kez yaşam gemimi elimin
tersiyle ittim ve yere yuvarlandım, ışığın düştüğü yere ulaşacak, mutlu
olacaktım. Dizlerim kanadı, olsun, yere bastıra bastıra, ağır aksak, sürünen
bir pullu yılan gibi ilerledim, ışığın çarptığı ve adeta aktığı yere eriştim.
Ağzımı ışığa uzattım, açtım, ağzıma doluyordu güneş, ağzım titriyordu, güneş
içime sarı sarı doluyordu, bana bir şeyler oluyordu, cılız elimi cebime
götürdüm, paslı bir makas, ne işi var, güneşin ışığını kestim, makasın pasına, demirine
vuran ışık gözlerimi aldı, sonrasını göremedim. “Işığı kestim, o halde umut
var!” dedim ve neşelendim. Dibimdeydi Öykü, gelmişti ya da çoktandır oradaydı.
Uzun, kokulu saçlarını, açık alnını da getirmişti elbette, göremiyordum, ona
dokunmak istedim, yapamıyordum. Ellerini ellerimin arasına koydu ve
parmaklarımı kilitledi. Pütürlüydü elleri, yanıktı ve buna benim ellerim
tanıktı. “Umut.” diyebildi zorlukla. Görebilseydim, onun yanık derisini ve
artık olmayan saçlarını görebilseydim, bilseydim, anlayabilseydim, anlamayı
bilseydim, her şey farklı olabilirdi. Güneşin sarhoşluğunu içiyordum ve yağmur
sonrasının ıslak huzurunu duyuyordum. Öykü’nün hayali ve ışığın öyküsü kalmıştı
geriye, umutlarım cayır cayır yanmıştı, yalnız ve hasta, ama öncelikle yalnız
ölecektim.
Birinci Gün
Tuhaf bir rüyaydı gördüğüm. Öykü’nün peşindeyim. Benden
kaçıyor bir ilkçağ hayvanı gibi, bu zamana ait değil. Onu kovalıyorum
yalınayak, rüyamda yürüyebiliyorum, ne saadet!
Alışılmış bir binadan içeri giriyor, asansöre biniyor.
Peşindeyim ama yetişemiyorum, apartmandan içeri girdiğimde yol ikiye ayrılıyor
ve ben hangi yolu seçsem yol tekrar aynı yere çıkıyor. Nefes nefese kalsam da
onu bulmalıyım, apartman yeni badana olmuş, geçmiş kokuyor, karanlık, özlem
kokuyor. Apartmanın bahçesine varıyorum bilmediğim bir şekilde. Öykü, ağacın
birine tırmanmış, çocukça, neşeli, Öykü’nün çocukluğunu görüyorum, düşüyor
ağaçtan ve burnu kanıyor, mahallenin çocukları gülüyorlar, yedi tane,
sayıyorum, gülüyorlar. Öykü ve çocuklar bitiyor, yok oluyorlar. Ben de bir
çocuk oluyorum, üst dişleri dudaklarının arasında beliren, yuvarlak çenesi
hafifçe sola kayık, ucuz ve yırtık gömleği olan bir çocuk. Kendimi de saysam,
yediden ötesine geçemiyorum. O da ne? Kara ağızlı, dudakları pembe etli, dev
bir köpek bağlı binanın bahçe duvarına. Bana havlıyor, korkuyorum, zinciri
biraz uzunca, beni yakalayacak, kaçmam gerekiyor, hayvanların da kendine ait
ağır bir kokusu var, bu köpek bu bina gibi yaşlı kokuyor. Zehirli ve kindar
kokuyor. Zinciri açıldıkça kaçıyorum, ben kaçtıkça zincirinden kurtuluyor sanki.
Öykü yok ortada, köpek beni yiyecek. Kemiklerimi sıyıracak. Kararıyor ortalık,
kaçışım belki günlerce sürüyor, anlayamıyorum. Eninde sonunda bahçenin sınırına
ulaşıyorum. Köpek ardımda hemen, bir nefeslik mesafede. Aşağıya bakıyorum, uçurum,
metrelerce yüksekteyim, köpek yetişti yetişecek, salyası akıyor ardıma, kendimi
bırakıyorum boşluğa, hava beni serinletiyor, heyecanımı alıyor, uçuyorum,
kanatsız da olsa, uçuyorum! Köpeğe bakıyorum, iki ölüm meyvesi gözü ile bana
bakıyor, kendi sol bileğini yarıyor dev pençeleriyle, renkli bir kan akıyor, kan
rengi akıyor, bana bakıyor köpek, akan kana bakıyor, kanlı bileğini parçalıyor,
acı ve titreme ile geride kalıyor esaret zinciri. Köpek, beni affetmeyecek,
beni tüketecek. Köpek, çevik bir hareketle üzerime ışıl ışıl sıçrıyor, renk
topu gibi sıçrıyor, ama ben uçuyorum, beni yakalayamaz, ben gökyüzüne doğru
uçuyorum, köpek aşağıya, ölüme, karanlığa, geceye, nereye olursa oraya,
düşüyor, veda havası tadında veda havhavı yapıyor, kayboluyor, ben uçarak
ilerliyorum bu kez. Bu bir rüya diyorum, farkındayım, ama neredesin Öykü?
Yedi çocuğun olduğu bahçeye dönüyordum ısrarla, istemesem de
dönüyordum. Ortaya en küçüğünü almışlardı, havaya fırlatıyor ve dikkatlice
tutuyorlardı küçük bedeni. İzledim, havada kemiklerine ayrılıyor çocuk, kemik
yağıyor üzerimize, şaşkına dönüyoruz, neşeden endişeye geçiyoruz. Yeşilliğin
içinde sürünen hasta yılanlar sarıyor çocukların etrafını. Çocuklar taş ve
sopalarla saldırıyorlar boncuk gözlü yılanlara. Yılanı öldürmek zor, kolay
değil yıllanmış bir yılanı öldürmek, değil! Yılanlar çocukları yeşile
boyuyorlar, görüyorum, sonra uçuyor bu yılanlar, uçan yılan oluyorlar. Tek bir
yılan oluyorlar, büyük ve acımasız bir yılan. Çocukları ve çocukların
öfkelerini götürüyor bu yılan, yetişeceğim ve tutacağım, kurtaracağım, eğer
yapabilsem. Yapamıyorum, bu kez ben köpek olmuşum, zincirim iri bir yılana
bağlı. Ağzımdan salyalar akıyor, patilerimi yalıyor, korkuyorum. Öykü için
havlıyorum, hav hav havlıyorum, içli içli. Yılan, yoksa sen Öykü müsün, ulan
yoksa sen harbiden Öykü müsün? Bana sokuluyor, beni sokuyor, zehirliyor,
gözlerimi karartıyorsun yılan. Zincirinle boğuyor, zincirinden doğuyorsun.
Yılan mısın sen ha, yılan mısın? Yoksa sen, n’olur söyle boncuk gözlüm, o mis
kokulu Öykü, o gerçek olamayacak denli, umuttan yalan mısın?
Havlıyor, ateşler içinde yanıyor, insan olarak uyanıyorum.
(Odamı aydınlatan ayın beyazlığı, içinde senin sonsuz yüzün, senin yüzünün
içinde güneş ışığı kadar parlak ve hakiki boncuktan iki gözün ve son sözün: Umut.)
*Yılan**, yedi çocuğu yedi***
**Yalan.
***Gerçek.
*Doğruyu söyle ulan!
**Yalan.
***Gerçek.
*Doğruyu söyle ulan!
No comments:
Post a Comment