Şöyle bir ilan vermiştim bir internet sitesinde: “Acil
kiralık öykücü. Beni satın alamazsınız.” Başka çarem yoktu, öykülerimi kimse
okumuyor, beni bir tek canlı dahi anlamıyordu. Şu geçen gür bıyıklı nankör kedi
anlamıyordu mesela, kıymetimi bilmiyordu. Onun da öyküsünü yazardım isterse,
bana miyavlarsa, olmuyordu işte.
Ertesi gün posta kutuma tuhaf bir ileti geldi: “Yaşlıyım,
ölmek üzereyim. Öykümü yaz, mirasıma sahip ol.” Adres ve irtibat numarası da
eklenmişti iletinin sonuna. Ölmek üzere olan yaşlı bir adamın nasıl olup da
böylesi bir mesaj yazdığını anlayamasam da sonuçla ilgileniyordum. Hayatımın en
güzel öyküsünü yazacak ve mesut olacaktım. Üç katlı bir konaktı vardığım mekân.
Yerden fışkıran sarmaşıkların binanın duvarlarını kapladığını görmüş, bu
yeşilliklerin içinde beliren kırmızı çiçeklerin solduğunu fark etmiştim. Kapıyı
usulca çaldım, açan olmadı. Omuzlarım çöktü tabii, geri dönmeye yeltenirken
kafama bir dal parçası düştü. Canım yandı, ovuşturdum sızılı yeri. O hâlde şu
göğe yükselen devasa ağaca tırmanırsam, dedim ağaca bakarken, belki adamı
görebilirim. Hem belki ölmüştür çoktan, da dedim parmaklarımı çıtlatarak.
Sevindim, zalimce, başka çarem yoktu.
Ağaç içinden çürümüştü. Yıllar önce izlediğim “Ağaçlar
Ayakta Ölür” adlı bir oyunu hatırlamıştım. Galiba oyunu izlerken uyumuştum ve
sadece adı ilgimi çekmişti. Bitişte “çok güzel” diyen ve ayakta alkışlayan
seyirci güruhuna dâhil olmuştum muhakkak ve eve gidip tekrar uyumuştum. Ağaçlar
ayakta ölüyordu işte, tıpkı bu ağaç gibi. Çıktım ağaca güçlükle. Kilo almış,
tosunlaşmış bedenim bana ihanet edercesine yere yakınlaşıyordu. Elimin
kavradığı her noktada bir çıtırtı duyuyordum, pütürlü kabuklar derimi kesiyordu
bir yandan. Dert etmiyordum, para benim olacaktı.
Pencere kapalıydı ama içeride bir adamın olduğunu
seçebiliyordu gözlerim. O an emekli göçmen bir kuş gibi hissettim. Dalın birine
tünemiş, yalnız, obur ve yaralı. Hem de yaşlı. Sahi, ben de yaşlanıyordum. Bir
gün ölümü hissedersem, ensemde soluğunu duyarsam bir ilan verecektim bu yaşlı
adama benzer şekilde. “Yaşlıyım, ölmek üzereyim. Öykümü yazın, mirasıma sahip
olun.” İşe yarardı eminim. Benim gibi karaktersiz, çıkarcı adamlar gelir,
penceremin önüne çömelirdi. (Evim yerin altındaydı çünkü. Üstten gelip geçen
yırtıcılar çok ses çıkarıyor, gülüyor, gülüşüyor, ağlıyor, ağlaşıyor,
kovalaşıyor, yaşıyordu.) Yaşlı adam içerideydi, evet. Hareketsiz, durağan,
yalnız ve silik. Pencerenin berisinde bir tül vardı anlaşılan. Onun ardında
yaşlı olan. Ölmüştü herhalde, ölmüş olmalıydı.
Nasıl girecektim içeri? Aşağı zar zor indim. Hay, dedim,
senin öyküne de, sana da… Sustum. Nefesim kesilmiş, bacaklarım pıt pıt pıt çizilmişti.
Kapıyı zorladım. Çöken omuzlarımı dikleştirdim, yüklendim. Olmadı. Ne yapmalı?
Başaramadım ne denedimse. Kapı çelikten imal edilmişti. Hüngür hüngür. Anladım.
Kafama düşenin dal parçası olduğuna inanmıştım peşinen. Yere uzanan ellerim
koca bir anahtarı avuçladı. İçerideydim artık. Kasvetli, karanlık, küf kokan
bir yuva. Havasız. Ölünebilir bir alan. Huzursuzluk kapladı ruhumu, kanım
çekildi sanki. Tüysüz, kıymaya benzer bir kedinin sureti göründü üst kata çıkan
merdivenin bitiminde. Miyav diyordu ama sesi çıkmıyordu. (Ne diyecekti sanki?
Merhaba kardeş mi diyecekti?) Kıyma kedi süratle yukarıya kaçtı. Anlamamıştım.
(Genellikle kediler anlamazdı beni oysa)
Açık bir kapı. Adam içeride. Pencereye bakan sandalyede,
sırtı bana dönük. Tül perdenin çevrelediği pencerenin dışında içi çürümüş ağaç mevcut.
Her şey olması gerektiği gibi. Adam acaba ölü mü? Köşeye istiflenmiş bir
oksijen makinesinden uzanan mavi borular. Sigara kokusunun yoğun tadı. Kıyma
kedi karyolanın altında. Gözleri parlamıyor, orada. Kızarmış bir kıyma olmuş,
parlıyor. Beyefendi, diyorum. “Merhaba. Mesajınıza binaen geldim, buradayım.
Ben kiralık öykücü.” Birden dışarıdaki çürük ağaçtan çatırtılar duyuyorum. Biri
yere düşmüş olmalı. Sakin olmalıyım, ardımdaki kapıdan gelen ayak sesleri.
Önümde ölü bir adam. Ağzımı kapayan bir el. Bayılıyorum. Gözlerimi açıyorum, pencereye
bakan sandalyedeki benim. Yaşlı hissediyorum. Omzumda bir el. Yaşlı adam
olmalı: “Yaşlıyım, ölmek üzereyim. Öykümü yazın, mirasıma sahip olun” diye ilan
vermiştim ben de sitelere. Senin ilanını görünce dayanamadım, yazdım. Sağ ol.
Gerçi olamayacaksın. Kural böyle.” Gülüyor, öksürüyor. Gelen herkes sırayla bu
sandalyeye oturuyor, senin gibi açgözlü olanlar, ölüden medet umanlar geliyor,
ne yapalım, kural bu.” Gülüyor, öksürüyor. “Birazdan yeni bir aptal gelir.
Burada hareketsiz duracaksın, vücudunu uyuşturdum.” Uyuşuyor bedenim. “Hep aynı
yöntemler. Kafanıza attığım anahtar. Hantal vücudunuz ve tırmandığınız zehirli
ağaç. Yaşlı bunak herifin ölme ihtimali, sefil kedi. Ölüm.” Anlıyorum başıma
geleceği. “Seni de anlıyorum evlat. Mirasımı istiyorsun. Paraya, huzura ihtiyacın
var.” Doğru söylüyor. “Konuşamayacaksın, dilin dökülecek önce. Gözlerin
kararacak. İhtiyacın yok ikisine de. Öykü yazmak için bunlara gereksinim duyma
zaten.” Oksijen maskesini ağzıma takıyor. Derin bir nefes. Ferahlamak, baş
dönmesi. Ardımda birisi. Aptal bir öykücü daha. “Merhaba babalık, sağ mısın ölü
mü?” diyor ve yere düşüyor. Öykü tamam.
Günler sonra serbest bırakıyor beni. Ellerini öpüyorum. Sağa
sola çarpa çarpa, kör hâlde ve daha mutlu, çıkıyorum yola. Elimdeki ağaç
dalından bastonu boşluğa savuruyor, gülümsüyorum. Dilim olmasa da elim var.
Mutluyum. Kulaklarım iyi işitiyor, üç katlı evden gelen işkence sesleri.
Özgürlük.
(Kafamı trafik levhalarına, duvarlara vuruyorum. Olsun. Yere
yuvarlanıyorum defalarca. Ne çıkar? Kedileri göremiyorum, kıyma kediyi de.
Evet. Kısmet.)
Dönüp dolaşıp geleceğim yer. Kürkçü. Dükkân. İşkence
sesleri. Kaç gün geçti acaba? Bir yere gidemem, demek ki. Artık buraya aitim. Eli
kırık omuzlarımda yaşlı adamın. “Hoş geldin delikanlı, biraz hırpalanmışsın.”
Öyle oldu. Sessizim mecburen. “Benim çok evladım var, biri de sensin artık.
Mirasım senin.” Nasıl seviniyorum, firari balık misali çırpınıyorum. Bir tokat
patlıyor ensemde. “Sakin oğlum. Öykün iyi gidiyor. Yazmaya devam et. Benim işim
var.” Öksürüyor, gidiyor. Çömeldiğim yerde kıyma kedi. Dokunuyorum gözlerine,
oyulmuşlar. Dili de yok, sivri dişlerinin arasında. Benim gibi, benim gibi.
Nasıl seviniyorum (Ünlem)
No comments:
Post a Comment