Bir şeylerin beni değiştireceğini ve artık eskisi gibi
olamayacağımı biliyordum o gün. Bunu içten içe hissediyordum. Geride bırakmam
gerekiyordu yaşadıklarımı. Yaşadıklarım. Çimenlerin yeşilliğini hatırlıyordum,
titreyişlerini, üstlerinde gezinen karıncaların küçüklüklerini, çabalarını;
sırtladıkları kırıntıları. Dokunmuştum çimenlerin rengine, avuçlarımda biriken
kokuyu içime çekmiştim. Rahatlamıştım, anımsıyorum. Etrafa bakınmış, çıkar yol
aramıştım. Şehre böylesi yakınken bu kadar uzak olmak, demiştim ağaçlara hitap
ederek. Dayanılmaz, şehri sevmiyorum. Tekerlek üstü yaşamları, yürüyen
huzursuzları, oturan ağrıları, gülen gözyaşlarını sevmiyorum, diye haykırmıştım
gözlerimde sıvılarla. Tuzlu bir sızı inmişti yanaklarıma, dudaklarıma ve dilime
damlamıştı. Öyle tahmin ediyorum ki doğanın yaban kuşları, böcekler, mesut
hayvanlar ve gizemli sarmaşıklardan oluşan karmaşıklıklarına karışıyordum ben
de.
“Çıkalım, bakın hakikaten dediğim yolda hızla giderseniz,
tüm gücünüzle koşarsanız görebilirsiniz beyazlı kadını.” Ahmet boş boş
konuşuyor. Yok, beyazlı kadın, yok hayalet, yok koşu. Bunlar beyhude sözler.
Bizim derdimiz bu ormanda öylece ve yalnızca yaşamak. Başka çaremiz yok. O
oturmuş koca göbeğiyle, yeni tanıştığı çifte bunları anlatıyor. Ben, tabii, çok
duydum bu sözleri bulunduğum yerden. “Bakın arkadaşlar, hemen birkaç kilometre
ötede bu yol.” Burun delikleri şişiyor ve pişkin bir domuzu andırıyor.
“İsterseniz gideriz, cesaretiniz varsa.” Toz toprak bezeli uzun saçını yana
atıyor Ahmet. “Korkak mısınız, cesur” Bir suskunluk. “Mu?” Epey korkmuş
görünüyor genç çift. Tıpkı yabancı korku filmlerindeki saçmalıklara benzer
şekilde Ahmet ve bu çift de ateş başında oturmuş, şarkılar söylemiş, yemiş, eğlenmişti
ve sıra korku hikâyeleri anlatmaya gelmişti. Şapkalı kızın, adını bilmediğim
–sevgilisiymiş- herife sarıldığını görmüş, gülümsemiştim. Benzer ifadeler,
tanıdık tepkiler. Kızın yanaklarındaki çiller aracılığıyla ‘hayır’ dediğini
fark etmiştim aslında, iri yapılı herifse tam tersine havalı görünmeye gayret
ediyor, kızın ince bileklerine ‘sorun yok” cümlesini elleriyle yazıyordu.
Sıkılmıştım bir yandan da, bu zamana dek herkes gidiyordu o yola Ahmet’le zaten.
Karanlık bir kapak oldu gece, hayat tenceremizi kapadı.
Uzaklardan değişik gece sesleri çıtırdayarak yükselmeye başladı.
Herif ve sevgilisi uyuyorlar az ötede. Yanlarında sırt
çantaları, mataralar, lekeli ve yırtık giysiler var. Bizim Ahmet de ormanın
derinliklerine gitti yine, kayboldu gözden. Daima gider, beni bırakır. Bunu
dert etmem, yalnızlığa sarılırım. Ahmet’le aramızdaki ilişkinin adını koyamam, alışkanlık,
arkadaşlık. Hangisi? Konuşmayız bunları, gider Ahmet, ulu ağaçların arasına
girdiği anda bir toz olup havaya karışır sanki. Kan ter içinde gelir saatler
sonra, yakacak, yiyecek ve sessizlik getirir. Köşeye gider bunu takiben, uyur. Konuşmaz
pek biz bizeyken. İnsanları gördü mü tek derdi onları korkutmak olur. İster ki
ürksünler, uyuyamasınlar, acı çeksinler. Başka birilerinin gelip kamp kurduğunu
görürse tazı olup yanlarına varır. Farklı biridir artık, konuşkan, anlatıcı,
hâkim. Burası benim, diyen bir hayvan olduğunu düşünürüm Ahmet’in bu anlarda.
Burada bulunamazsınız, gidin, dediğini duyar gibi olurum.
Ahmet gelmedi yine. Gün ışıdı ışıyacak. Genç çift, uykuya
teslim; bazen hayali canavarlarla dövüştükleri oluyor, kolları boşluğu dövüyor.
İzliyorum yorgun gözlerle. Ahmet yok. İşini bilir. Ayağa kalkmak istesem
yapamam. Yürüyemem, yıllar önceki bir doğa yürüyüşünde bu hâle geldim. Daha
doğrusu Ahmet yaptı. Bana saldıran beyazlı kadını yok etmek isterken sırtıma
indirmişti elindeki sopayı. Öyle söyledi. Gözüm karardı. Günlerce çile. Yüksek
ateş, hayaller, gölgeler, kan, kusmak, sarmaşıklar, zehir. Ayılmaya başladığım
saatlerde güneş doğuyordu. Ağzıma boca ediyordu Ahmet bir bitki lapasını. Ben
hep burada oturacağım, diyordum ertesi gün. Burada öleceğim; kımıldamadan, her
zaman. Ahmet’in tavırları da değişmişti. Gözlerinin altında halkalar yer
etmişti, öfkeliydi. Konuşmuyor, kesik kelimeler mırıldanıyordu. Getirdiği av
etlerinin tadını zamanla ayıramaz oldum. Yoğun kokulu, baharatlı etler. Kıtır
kıtır sebzeler. Yedim, tabii. Yemeliydim, ölene dek.
Çoğu zaman Ahmet’in beni bu hâlimle geride bırakmasını
bekledim, istedim ki gitsin, başkalarını bulsun, mutlu olsun. Gitmedi. Kaldı.
Genç çift uyandı nihayet. Ahmet yok ortada. Bana bakıyorlar,
çaresiz bir sakata, verir gibi sadaka. Konuşamıyor olsam da, ellerimle ormanı
işaret ediyorum. Anlıyor zeki kampçılar. Herif ormana koşuyor, ulu ağaçların
altında yitiyor gözden. Sevgilisi narin, güzel ve kararsızca bekliyor Dakikalar
sonra ormandan gelen çığlıkları işitiyoruz. Olacakları biliyorum: Beyazlı kadın
ve sonrası. Tepene inen bir sopa, daimi gece. Genç ve çilli kadın şokta,
öncekiler gibi. Boğuşma sesleri geliyor sanki, kesme ve doğrama sesleri,
odaklanılmış kusursuz eylemlere ait olanca ses geliyor, ormana dağılan nefes,
şehirde kalan herkese ait her ses de geliyor. Genç kadını bir titremedir
alıyor, bir korkudur, bir yalnızlık hissidir alıyor ve bir süre ağlıyor çil
çil, rahatlıyor. Ben daha evvel de duyduğum bu sesleri hep iyi şeylere yordum.
Kavgadır, dedim, kazadır elbette, hatadır olsa olsa, meşru müdafaadır. Ne
olabilir?
Bir şeylerin beni değiştireceğini ve artık eskisi gibi
olamayacağımı biliyorum. Bunu içten içe hissediyorum. Çimenlerin yeşilliğini hatırlıyorum,
titreyişlerini, üstlerinde gezinen karıncaların küçüklüklerini, çabalarını;
sırtladıkları kırıntıları. Dokunuyorum çimenlerin rengine, avuçlarımda biriken
kokuyu içime çekiyorum. Rahatlıyorum. Genç ve çaresiz kadının yüzündeki çillere
doğru sürünerek ilerliyorum. Baygın. Yorgun ellerim yüzünde, derisinde.
Tırnaklarımı usulca batırıyorum kadının çillerine. Çil ve çile arasındaki
anlamsız yakınlığı düşünüyorum. Çili yüzünden çile çekecek. Yok yere. Pisi
pisine. Tırnaklarım batınca irkiliyor kadın. Sertçe, hükmeder şekilde ormanı
gösteriyor kollarım: “Beni oraya götür” diyorum sessiz sözcüklerle. Anlayacak,
herkes anlar. Sırtlıyor bedenimi çilli çile, çelimsizim. Şapkasına tutunuyorum.
Bir sırt çantası kadar kalmışım zaten, bir büyük koli su kadar, bir gürbüz
kedi, birkaç lağım faresi büyüklüğünde kalmışım. Zorlanmıyor. “Haydi, ormana.”
İçsel sesimle yönetiyorum çilliyi. Koşuyor, sırtındayım ve saçını çekiyorum,
pençeliyorum çillerini. O yola, benim de sopalanıp hırpalandığım yola
varıyoruz. Tüm gücünle koş be kadın. Koş. İçimdeki feryat dinmiyor. Eğer
koşarsak, yeterince hızlı koşarsak beyazlı kadını görebiliriz, öyle demek. Koş
kadın, tekmeliyorum, koş, tokatlıyorum, koş, vı vı türünde sesler çıkarıyorum,
koş, güzelsin, koş, çilli, koş, hoşsun, bırak bacaklarını koşsun.
Devriliyor kadın yere, yüzü yarılıyor. Ben de tepesine
çörekleniyorum. Kan. Akan. Akıp yakan.
Ahmet biraz ileride oturmuş, sırtını dönmüş. Bekliyor. Herif
parça parça. Demek böyle oluyormuş. Elinde bir sopa, ağlamaklı, bırakıyor, cesede
bakıyor. Etleri bir torbaya dolduruyor. Her dilimi, but ve parçayı öpüyor.
Tuzlu bir sızı iniyor yanaklarına, dudaklarına ve diline damlıyor. Torbanın
ağzını bağlıyor. Sakin. Durulmuş. Elleri kendi vücudunu geziniyor. Seviniyor.
Üstündekileri çıkarıyor, yırtıp atıyor. Ağacın dalına asılmış beyaz bir
gelinliği giyiyor. Torbayı sırtlıyor. Nezaketle, kadınca. Gülümsüyor ağaçlara,
ormana, bana. Gerdan kırıyor. Yapraklarda, suda, havada yansımasını arıyor,
görüyor, mutlu oluyor. Çıkarıyor gelinliği bir müddet geçince. Omuzları
düşüyor, belli ki üşüyor, kendini sarıyor. O bana doğru ilerlerken yere
tepelenmiş şapkalı çilli ayaklanıyor.
El ele veriyorlar, başım dönüyor. Çillinin elinde beyaz
gelinlik var. Onu okşuyor. Sessizler. Cesurlar. Karanlığa ilerliyorlar. Kafam
karışık.
Ellerimi uzatsam, tepinsem de kâr etmiyor. Gidiyorlar
çoktan.
Burada, yeni yerimde yaşayacak, burada, yeni yerimde yalnız,
şehirden uzakta, öleceğim.
(Karnım acıkıyor.)
No comments:
Post a Comment