October 10, 2016

ASUMAN HANIM’IN TUHAF HİKÂYESİ



Tuhaf kızdı şu Asuman. Yan yana geldiğimizde hiç yokmuşum gibi davranırdı bazen; varmış da umursanmıyormuş hissetmezdim. Yalnız ve asabi; konuşkan ve yakın da hissetmezdim öte yandan. Aramızda bir şey yoktu. Olamazdı galiba, ona doğru baktığım zamanlarda gökyüzünü izlerdi. Göğün yüzünde süzülen bulutları takip ederdi dikkatle. Yanaklarındaki çiller hareket ederdi bu sayede, onlara bakardım sessizce. Dişlerinin arasında beliren cılız bir ot neşelendirirdi beni. “Bugün ne yapıyoruz efendim?” Her zaman bu cümleyle başlardı. Hayatımızı değiştirmeye, kara yazgımızı düzenlemeye kararlıydık.

“Bugün çimlerde çıplak ayakla yürüyeceğiz Asuman Hanım, stresimizi alacak doğa.” Heyecanlıydım. “Tamam, Emre Bey.” Çorapları çıkardık, çimlerin ıslak varlıklarında sürüdük ayaklarımızı. Yanında olmak için bu zırvalıklara katlandığımı biliyor muydu Asuman? “Nasıl Emre Bey? Huzurlu, değil mi?” Gözleri gökyüzünden ayrılmazdı. “Hı hı, harika hanımefendi. Gözlerinizi andırıyor.” Sessizlik. Konuşmamıştık sonra. Cinnah yokuşunu tırmanırken yerlere dökülmüş yaprakları sayıyor, nefes nefese bir hâlde Asuman’a bakıyordum; pantolonunun paçalarını sıvamış, minik bir serçe misali sekerek soluyordu. Havanın bulutlandığını fark ettim. Muhakkak bir yerlere koyu yağmurlar yağıyordu. Koyu ve karanlık, karanlık ve kötü, kötü ve pis yağmurlar yağıyordu. Elçiliklerden birinin girişine yerleştirilmiş dev dikiz aynasında ardımda kalanları, arabaları, yaprak döken ağaçları, tek vücut kedileri, kızıl tuğlalı balkonlarda üşüyen saksı çiçeklerini görüyor, düşünüyor, yürüyordum. “Asuman Hanım, dursak mı biraz, nefeslensek mi?” Cevap vermemişti, kaşının gözünün seğirdiğini fark ettim, düştü düşecek. Kollarımın arasına aldım, gözleri göğe doğru sabitlenmiş, soluğu tükenmiş, yağmur bastırmıştı. Hemen bir apartmanın gövdesine sığındık. Dizlerimde uyuyordu Asuman. Yavaş yavaş canlandığını sezmiştim, içim huzurla dolmuştu. “Asuman Hanım, iyisiniz.” Elleri yavru kedi patisi olmuş, tutmaz bir kayganlığa erişmişti. Sadece gözlerime baktı, konuşamadı, sustu, uyudu, ağladı, uyudu. Ceketinin iç cebinden düşen “Güç Bende” isimli not defterini inceledim yağmurlu parmaklarımla. “İnanıyorum ve yapacağım. Hastalığımı yeneceğim. Kimse beni tutamaz” diyordu bir yerde. Başka bir sayfada “Söyle, korkma” yazılıydı.  Bir yerde “Emre Ben” kelimelerini görmüştüm. Bey değil de ben mi? Ne? “Emre Ben iyi birisi. Benim için.” Anlayamasam da sırrını bu işin, mutlu oldum orada. Asuman’ı bir süre görmedim. Okula gelmedi, dersleri aksattı.

Asuman yoktu artık. Ne yaptıysak onunla, neler ettiysek aynılarını tekrarladım. Aynı yerlerde gezdim, çocuklarla basket maçı yaptım. Seğmenler Parkı’nda çimlere uzandım ve göğün yüzünü seyrettim. Yağmur yağdı, kımıldamadım. Kızgın köpekleri bir nebze daha öfkelendirip kaçtım. Caddeye yemişlerini ikram eden ağaçlardan meyve aşırdım. Yenilenen, yinelenen kaldırım taşlarını saydım. Fırtınalı günlerde sığındığımız süs havuzunda bekledim. Kameriyeyi sarsan rüzgârlara direndim, inatçı kargaların etimi ısırışına isyan ettim. Mevsimler geçti, bekledim.

Çıkageldi Asuman günün birinde. Beklemiyordum. “Emre Bey” dedi. Göğe bakıyordu gözleri. “Annem öldü geçen yıl. Babam öldü üç ay önce. Köpeğim öldü dün. Hepsi öldü.” Ne diyeceğimi bilemedim. “Başınız sağ ols…” Gülmeye başladı. Boğazına bir şey takılmış da onu kusmaya çalışırken hırlayan bir kedi oldu, kah kah güldü. “Ağabeyim ve ben kaldık, onu sevmiyorum.” Eliyle gökyüzündeki bulutları gösterdi. “Siz bunları bulut sanıyorsunuz ama değiller. Bunlar Amerikan oyunları. Zehirli gazlar. İnsanın genetik yapısını değiştirmek için salınan gazlar sonucu oluşuyorlar. Böyle bulut mu olur, hı?” Hakikaten de bulutlar kesik kesik sıralanmıştı. “Olmaz herhalde Asuman Hanım. Siz nasılsınız, iyi misiniz?” “Annem öldü, babam öldü, köpeğim öldü.” Güldü, bir şeyleri midesine tıkıştıran şişman adamlara dönüşmüş, eliyle ağzını kapaya kapaya gülmüştü. “Demiş miydim annem öldü, köpeğim de ve babam? Hepsi. Tümü.” Tekrar edip duruyordu. “Hem de şu zehirli bulutlar. Yakında ülkemizi ele geçirecekler.” Kararmıştı hava. Birer kahve ve ekmek arası bir şeyler alma bahanesiyle uzaklaştım parktan. Değişmişti Asuman, yıpranmış görünüyordu epey.

Bilinçli bir şekilde yalnız bıraktım onu, bir kenardan izledim. Yanından geçen bir gence saldırmıştı. “Ağabeyimsin sen. Ahmet. Ona çok benziyorsun. Ama daha iyisin. O kötü birisi. Sana anlatamam.” Gülerek sırtına tırmanmıştı gencin, kafasına vurmuştu. “Ama sen daha güçlüsün. Kolların güçlü, güçlüsün. Yoksa sen Ankaragücü’nü mü tutuyorsun? Çünkü biz Ankaragüçlüyüz, la la la” Sendeleyen genç yere kapaklandı. Hızla olay yerine vardım ve genci kurtardım. “Hasta, kardeşim, idare et, uğurlar olsun.” Bir deri bir kemik kalmıştı Asuman. İlletliye benziyordu. Dayanamadım: “Sizi, şey, yani, seni seviyorum Asuman.” Dinlemiyordu beni, “annem, babam, köpeğim” diyordu sadece. Parkta köpeğini gezdiren bir kadını görünce çıldırdı. “Anne, ana, anuaaaaa, anuaaaaa.” Uluyordu. Gitti, köpeğe sarıldı. “Anuaaa” Arka ayakları ile tepinen bir it oldu, kadını itekledi. “Aman, Asuman Hanım, dikkat edin. Ya siz, iyi misiniz efendim?” Kadını doğrulttum, köpek pısmış, kısık kısık mırlıyordu.

Yaşananlar anlatıldığı zaman hayalmiş, saçma komedi unsurlarıymış gibi görünüyor. Bizzat yaşadım. Bu, Asuman’ı ikinci ve son kez görüşüm oldu, düne kadar. Yaşadım, yaşlandım, altmış beşe vardım. Torun torba sahibiyim. Vasat bir hayat sürsem de daima Asuman’ı bulacak ve ona seslenecek olmanın ümidini taşıdım içimde. Bu, beni bir şekilde hayata bağladı.

Hastane odası. Zayıflamış, çökmüş. Hâlâ güzel ve uzak. Göğe bakıyor. “Onca tedavi gördüm Ahmet. Gelmedin. Neden? Vefasız.” Beni ağabeyi sanıyor. “O günü unutmayacağım. Kavga edişin anne ve babamla. Bıçağı çıkarışın, çıkır, çatır, ah, parıl, saplayışın. Ağlıyorum Ahmet. Hatalılar, diyorsun. Ellerin ecel örümcekleri. Ellerimi sıkıyor. “Ellerin Ahmet.” Yaşlı bir sessizlik. Kimileyin öksürükler, ahlar, vahlar. Kurnazca bir soru: “Senin bir Emre Bey vardı. Onu seviyor muydun gerçekten?” “İnan Ahmet, bu marka yurtdışında yeni bir firma satın almış. Tanıtım fiyatları. Ben yedi kiloluk olanını aldım. Çok memnunum. İki yıl da garanti.” Zeki bir sessizlik. “İyi çocuktu Emre, değil mi?” “Bak, bunlar bulut değil.” Oksijen tüpündeki kabarcıkları kastediyor. “Bunlar Amerikan oyunu zehirli gazlar. Ruh hâlimizi etkiliyor, bizi hasta ediyorlar.”

“Yaşlandım Asuman. Numara yapmayı bırak artık.” Ellerini avucumda eritiyorum. Gülmeye çalışıyor, nefesi yetmiyor. “Neden Asuman, neden yalan söylüyorsun?” “Neden hasta numarası yapıyorsun? Hep yaptığın bu oldu. Beni kandırmak.” Sessiz. “Annen ve baban sen küçükken öldüler. Köpeğin hiç olmadı. Üvey ağabeyin var, evet. O yağmurlu günde ceketinin iç cebinden süzülen not defterinin bir tuzak, seni benden uzaklaştırmak için kurgulanan bir yem olduğunu bilmiyor muyum? Senin oyuncağın değilim Asuman.” Yaşlı gözleri doluyor, ağzım kuru, öksürüyorum. “İnanmadın bana demek. “Seni sevdim yalnızca. Yanlış olduğunu bile bile.”

Az sonra doktor geliyor, ellerimi hareket ettiremiyorum, sıkı sıkı bağlıyım yatağa. “Ahmet Emre Bey, dinlenin, yoruldunuz. Yaşadıklarınız kolay şeyler değil.” Başım ağrıyor, ne Ahmet Emre’si? Ben Emre, demek istesem de yorgun düşüyorum. “Sen benim her şeye rağmen ağabeyimsin. Hem de öz. Hoşça kal.” Asuman gidiyor, ağlıyor, öksürüyorum. “Ben bir caniyim, dur, gitme, katilim, dur, önce annemizi deştim, değiştim, sonra babamızı deştim, yeni bir konuma eriştim. Senin baban oldum, annen ve de. Güçlendim. Güçlendim. Köpeği deştim, köpekleştim. İtlik yaptım sana, beklemeliydim. Hata ettim, yaptım, oldum. Gitme, dur, sevdim. Hem bunlar Amerikan oyunları. Kara yazgı. Bulut değil, gitme!”

Söylediklerime inansam ne fark eder inanmasam ne? Ceketimin iç cebine erişiyor fani parmaklarım. “Güç Bende” adlı not defterimi çıkarıyorum. “Emre Ben iyi birisi. Benim İçin.” Devamı şu: “Artık bu adı kullanacağım. Yaşadığım hayat benim değil.” Olmayacak bir hayat, anlatılmaması gereken bir hikâye, tuhaf bir aşk. Mırıldanarak ekliyorum: “Kara yazgı bu, kolay değil.”


No comments:

Post a Comment