Annem aradı bir akşam. Karanlık duvarlara bakan pencerenin
içinden uzatmıştım kafamı boşluğa, belki bir şeyler görürüm, diye düşünmüştüm
içten içe. Belli etmediğim ikinci bir kişiye bürünerek içimde saklanan ve
peşimi bir an olsun bırakmayan ürpertim de hemen devreye girmişti tabii, bir
giyotine döndürmüştü pencere camını, önümdeki karanlığı kımıldatmış, titreşen
yaprakları keskin bir suskunluğa çarpa çarpa dökmüştü görünmez zemine. Bunu
fark eder etmez başımı can havliyle içeri sokmaya çalışmıştım. Hırıl hırıl
sesler çıkarmış ve bu seslerin sisi içindeki kafamı camın kenarına çarpmayı
başarmıştım. İnsan kendisine ancak bu kadar yanlış yapar, demiştim acı içindeki
kafamı sıvazlarken. Üç beş kere tekrarladığım eli başa sürme ve yoklama
eyleminin her keresinde elimi kanlı bulacağımı düşünen ürpertim yanılmıştı,
temiz kalmış, rahatlamıştım.
Efendim anne, demiştim sonrasında. Derin bir sessizlik mi
olmuştu, yoksa sessiz bir derinlik mi, hatırlamıyorum. Oğlum baban hasta,
demişti annem bir solukta. Hâlâ başımdan oluk oluk akan hayali kana bakan ve
karanlık sokakta saklanan ürpertim de şaşırmıştı bu habere. Birkaç şekilsiz
kuşun yere doğru hızla çakıldığını ve siyah seslerinin onlardan önce öldüğünü
hayal etmiştim. Oğlum, orada mısın? Annem güçlükle alıyordu nefesini. Hatta bir
müddet nefes almadığı oluyor ve bu belirsiz müddeti oturma odasının gıcırtılı
kapısının gucur gucur çenebazlığı daha da uzatıyordu. Guatr sorunu çıktı, şimdi
de. Kaç kere dedim, içme şu zıkkımı. İçme, içme. Dinlemedi oğlum, sen şahitsin.
Tek şahidim sensin. Ağlıyordu sessizce annem. Anne, sakin ol. İnşallah düzelir.
Ne olacak peki? Hıçkırıkların içinden seslendi: Ne olacağı var mı, oğlum,
gideceğiz hastaneye cuma günü. Biyopsi mi otopsi mi, ne, o yapılacak işte. Sen
de bil, diye söyledim. Haydi, ağabeyin sinirli. Kapatayım.
Elimdeki kitabın her sayfasına ayrı ayrı döktüm gözümdeki
yaşları. Hasan Ali Toptaş’ın “Kuşlar Yasına Gider” adlı romanıydı bu. Romandaki
başkarakter babasının hastalığı ile birlikte bir dizi yolculuk yapıyor,
Denizli-Ankara arasında mekik dokuyordu. Ürpertimin de sayfalar çevrildikçe
ağladığını ve onu yaratan ebeveyn ürpertiyi düşünerek cızır cızır titrediğini
düşünüyordum hikâye ilerledikçe. Eserde burada değinip sürprizini bozmak
istemediğim üzücü olaylar cereyan ederken annem bir daha aradı. Ağabeyin
televizyonu kırdı yavrum. Ne yapalım, kader. O bunları söylerken zihnimdeki
sinemada televizyon kıran, küfürler saçarak kriz geçiren, eline bıçağı alıp
boşluğu ve kendi gölgesini katleden ağabeyim başroldü tabii. Anladım anne,
dedim sesini sakinleştirmeye çalışan bir iç sese tutunup yutkunarak. Olur böyle şeyler. Ben zaten televizyonumu değiştirecektim. Futbol maçlarını
izleyemiyorum bendekiyle. Sorunu çözdüğüm için rahattım. Annem, bak baban da
konuşmak istiyor seninle, dedi çözümüme vermediği önemle işbirliği yaparak.
Babamın benimle konuşmak istemediğini, benim de onunla bunu yapmayı sevmediğimi
o çakılan kuşlar da biliyordu elbette, şu hüzünlü ürpertim de, annem de.
Ağabeyim epilepsi hastası kendimi bildim bileli (Kendimi
bilme kısmım tartışmalı) Günde kullandığı bir torba ilaca rağmen huysuzlanır an
an. Evi darmaduman eder, salondaki avizeye sinmiş kire kinlenir, perdeye
biriken ve evde ölen sessizliğe, göremediğimiz cisimlere bir de. Bir koşu
bıçağı kapar mutfaktan. O gün gizlenmişse bıçaklar, öfkeli gözlerle kaşık,
çatal arar ve onlar da yoksa ellerini yumruk yaparak salona fırlar. Babamın
adını art arda, her harfini döverek, tekrarlar: A.h.m.e.t. Sakinleşir sonra,
bazen babamla boğuşur, bazen benimle, sakinleşir. Annem bir köşede ağlar, Kuran
alır eline. Okur, rahatlar, ağlar. Yapmayın oğlum, yapmayın, der bize. Artık
diyemiyor elbette. Çünkü en son kavgamızda evi terk ettim. Yeni bir hayat
kurdum kendime. Gidişimde annemin hıçkırıkları karıştı bavulumun içine,
ağabeyimin ilaçlarından biri, babamın öfkeli sessizliğinden bir tutam doluştu ve
ağırlaştı da ağırlaştı taşıdıklarım. Güçlü ve yalnızdım evden çıkarken ve
bavulumu fırlattığımda soğuk ve boş, yabancı odaya, tüm bir geçmiş ışıl ışıl
fışkırmıştı yüzüme ve gözümden usulca dökülmüştü. Bir daha dönmedim eve.
Dönmedim dediysem, gidip evi bazı geceler izlemedim değil. Evin duvarlarına
çarpan haykırışları duydum bazen, kırılan eşyaları ve savrulan küfürleri.
Babamın üstüme çıkarak bileklerimi yakaladığını gördüm bazı geceler. Yine
yaşadım olanları. O bileğimi yakaladığında baba git, diyordum. Şuna bak, bana
kafa tutuyor, cümlesini saçıyordu dişlerinin arasından. Ağabeyimi kemerle
defalarca dövmüştüm babamın beni ezdiği gün; yüzünde ve cildinde morluklar,
yanık izine benzeyen çürükler oluşmuştu. Bir insandan ziyade içindeki ürpertisi
kesilmeyen kötü bir roman karakteri olduğuma kanaat getirmiştim evimi
gözlediğim günlerden birinde. Ağabeyimi yine dövüyor, başka bir odada babama
tekme atıyordum. Annem bir diğer odada ağlıyor, bir diğer odada yanan sarı ışık
sönüyor, bir diğer odada ben haykırıyordum. Evimiz lunaparklarda ötekilerin
çevresinde olduğu kadar kendi etrafında da dönen minik uzay gemilerinden biri
olmuş, dön babam dön, dönüyordu. Bunu görünce bağırıyor, bu evden oyuncağın
makinistine dur diyor, kusacak kadar kötü oluyordum. Toparlanıyordum ardından. Sessizleşiyor,
Ankara’nın ayaz gecesinde yanlış dilimlenmiş ve bu biçimsizliği zerre
umursanmamış sakat merdivenlerden aşağıya koşarak iniyor, bir şeylerden
kaçıyordum.
Ne yaptın, iyi misin, oğlum, demişti babam, boğuk bir sesle.
İyi, baba, demiştim, ne olsun. İş, güç. Öksürmüştü ve kitaptaki babaya dönmüştü
hayalimde. Kendi babamın yüzünü yerleştirdiğim kitaptaki babaya benzemişti bu
öksürükle. (Öksürmeyen baba mı olur?) Ben biraz hastayım. Kendine iyi bak. Dıt
dıt dıt. Sessizlik.
**
Günler eridi.
**
“İnsanların giyinerek gizlendiğini düşünüyorum. Kim daha iyi
giyiniyorsa, o daha iyi gizleniyor.” Oturduğumuz kahvecideki arkadaşım böyle
özetliyor dünya görüşünü. İddialı. Sağımdaki masada, duvar dibinde oturan iki kişi
sessiz ve sakin. Dükkânın bitimindeki masada dört kişi oturuyor. “O güzel, bu
çirkin” diyorlar. “Kadın, manken” ve “Çok komiksin, sefil” diyorlar ve “En
iyisi bu” da diyorlar. Konuşmalarının sağımdaki masaya, sessiz suratlara ve
duvara çarpıp bana ulaştığını düşünüyorum. Sesin yankısı, sesten önce varıyor.
“Sen ne diyorsun? Giyinmek, gizlenmek, ha?” Kafamı ‘olur, evet’ anlamında
sallayarak yüzüme çarpan sesleri anlamaya çalışıyorum. “Bırak ya, bırak,
aptal”, “Şapşal, sevimli”, “Hayat mı o ne?”, “Aforizma, karizma” Sesler
birbirine karışıyor. Kahveci tezgâhındaki büyülü koku başımı döndürüyor. Aslına
bakarsan, ben de hepimizin izlendiğini düşünüyorum, gizlenmek yok, diyorum
arkadaşıma. “Hmm” diyor ama burun kıvırıyor dediklerime, elindeki telefona
sarılıyor.
Baristalardan birinin “Babasını dövmüş, ağabeyini dövmüş,
iflah olmaz” dediğini duyuyorum duvarı delip geçen sesin bana verdiği ürpertiye
yaslanarak. İçeriye dört kişi el ele giriyor. Babam, annem, ağabeyim ve ben.
Mesut görünüyoruz. Babam, siz oturun, ben birer çay getireyim, cümlesini sarf
ederek kasaya ilerliyor. Dinçleşmiş. Nasıl mutluyuz! Ağabeyim gözlük ve
fularıyla entelektüelliğin resmini var ederken annem huzurlu bakışlarla onu ve
beni izliyor. Kendi kendimle karşılaşmamıştım daha önce. Aynı hasta ağabeyime
benziyorum. Yabani kuş olmuşum, her an hayata zarar verecek gibi görünüyorum.
Koltuğu gagalıyorum önce, kemiriyorum önceki müşterilerin artıklarını. Sakin
ol, canım oğlum, günahsızım, diyor annem. “İnsanların giyinerek gizlendiğini
düşünüyorum. Kim daha iyi giyiniyorsa, o daha iyi gizleniyor” diyor ağabeyim.
Hırıl hırıl sesler çıkararak kafamı sağa sola vuruyorum. Babam çaylarımızı
getiriyor neşe içinde. Ağabeyim, kahve olsaydı, daha iyi olurdu manasında
kımıldayan kibirli ellerle alıyor çayı ve yudumluyor, rahatlıyor. İnlemelerim
kâr etmiyor, herkes sakin, telaşsız. Babam kemerini kibarca, el yordamıyla
çıkarıyor ve yüzüme vuruyor. Kemerin pullu derisi yılan misali yüzümü yalıyor
ve yakıyor. Babam, biz mutlu ve sağlıklı bir aileyiz, diyor kemeri sıkıca kucaklayarak.
Yeni doğmuş pandaların çıkardığı cıyaklamalara dönüyor tepinme seslerim, sağa
sola, insanlara ve sağlıklı seslerine çarparak tükeniyor. Ağabeyim elindeki
“Kuşlar Yasına Gider”i çantasına kaldırıyor, iç çekiyor. Öksürüyor.
Ürperiyorum.
Hepimiz susuyoruz. Kahve makinesinin öksürükleri yükseliyor.
**
Telefonumun çalmasıyla irkiliyorum.
No comments:
Post a Comment