Böyle şeyler filmlerde olur, izleyiciyi mest eder, harekete
geçirir. Benim de başıma geldi, bindiğim uçağın kaza yaptığını ve kurtulan tek
kişinin ben olduğumu (olduğunu mu demeliyim?) söylüyorum size. Uçaklardan, bulutlardan, kuşlardan ve yağmurdan
korkuyorum. Gökyüzünün unsurları beni ürkütüyor. Uçaktan düşecek, bulut sisi
içinde yitecek, kuşlardan zarar görecek (Hitchcockvari) ve yağmur yılanlarıyla
ıslandığımı (tıslanmak) sandığımı düşünecek kadar. Durum böyle. O uçağa bindim,
binmem gerekiyor, gereken oluyor, olan biteni kimse duymuyordu. Kalkışa geçtik,
tırnaklarımla önümdeki koltuğun deri yüzeyini kavramaya çalıştım. (Derisi
kalmamıştı, her yer plastikle kaplı, minyatür yemek masası, insan derisi kokan
açma kapama mandalı) İrtifa kaybettiğimizi düşündüm, daima kaybettiğimizi
(kaybedenler edebiyatı) ve hep mağlup olduğumuzu da fikrettim vakit varken.
Uçağın sürati göğü delerken aklıma bunlar geliyordu. Uçak şoförünün (kaptan
değil) anonsu ile geldim kendime: “Birazdan düşeceğiz. Can yelekleriniz
koltuğun altındadır. Hayat seni çok sevdim.” Dın dın. Uçaktan gelen ürkütücü
sesler. Şoförün ironik konuşması. Ben dememiştim size ey uçak halkı ama
hissetmiştim. Düşmek üzereydik. O hâlde nasıl şişiriliyordu can yelekleri,
hangi şekilde göstermişti hostesler? Püf püf. Şişmiyor. Biz aşağı çakılırken,
yeryüzü de yukarı çekiliyordu. Nihayetinde düştük, bağrışmalar, feryatlar,
dualar, küfürler, kahkahalar (niye?) ve gözyaşları, düştük.
Dirildim. Kırk gün ve gece mi sürmüştü, dört gün mü, dört
saat mi? (Dört gizemini çözün) Savrulduğuma emindim ve canım yanıyordu. Uçak
parçaları göremedim etrafta. Koca tırnaklı su kuşları vardı sadece, minik
gövdelerini en az o büyüklükte tırnaklar taşıyordu, sevimlilerdi. Birkaç ölü
eti gagalıyorlar, sevimlice, gagalıyorlardı. Ceplerimi yokladım, orada, oh ki
ne oh, bugünü kurtardım, uçaktan yadigâr minik sandviç, (beyaz peyniri, marulu
ile) başparmak iriliğinde şirin sandviç, yıpranmış, yine de orada. Düştüğüm yer
klasik ada. Issız. Orman, tuhaf sesler, deniz, tuhaf kuşlar, gökyüzü, tuhaf
şeyler. Uykuya yenik düştüm. (kaybedenler yine) Koca tırnaklı su kuşları
gittiler bir süre sonra. Belirsiz ve hiddetli bir müddetti. (ama dörtle ilgisi
vardır) Ada, insanın uykusunu getiriyordu. Temiz hava, deniz, orman. (Daha önce
demiş miydim?) Oh, mis.
Hep böyle olur. Bildiğim için isyan etmedim, razı geldim
kaderime. (Boyun bükük adalılar) Düşersin adaya, bağırır çağırır, uzaktan tüten
gemilere el kol eder, yapamaz, ağlar, kaçamaz, kaçamazsın. Kaçış yoktur.
(Filmlerde böyle) Erzak paketlerini (olduğunu varsayalım) de tükettiysen,
gerçek doğaya hoş geldin demektir. Ben hiçbirini yapmadım. Yani ağlama sızlama
faslı. Doğrudan doğal yaşama atıldım. Zaten bunaltıcı bir hayatım vardı. İş
görüşmeleri, kırk metrekare stüdyo daire, (rezidans da diyorlar dil düşmanları)
patronlar, sahte ilişkiler, balkonda boy veren limon bitkisi, (ağaç olamadı
henüz) sosyalleşme çabaları, takım elbiseler, sunumlar, yatırımlar, sürdükçe
duran hayat. Ölümüne hayat, bayat tatlı hayat. Hep gitme, kaçma isteği. Aynı
sokağa, aynı izbe çay ocağına sığınma, orada bardak bardak soluksuz çay içme,
mideyi haşlama isteği. Ahmet Usta’dan (Kemal de olabilir adı) gözleme
ısmarlama. Tereyağlı, peynirli, patatesli. Olsun. Gözlemenin yüzeyindeki koyu
benekler. Afiyet. Adaya dönelim. Az ötemdeydi koyu benekli bir tavşan. Adada
ise ada tavşanıdır bu. Düz mantık. Gözleme olsun adı, yoldaşım olsun,
arkadaşım.
Yalnızım. Yedim Gözleme’yi. Olsun. Beneklerini kıtır kıtır
tükettim. Afiyet.
Adada. (Tersten bakıldığında da aynı olan kelimeler
kaderdir, ne söz ama)
Uyku. Rüyamın dördüncü evresinde Dr. Moreau’yu gördüm.
Adadaki hayvanlarda dirikesim yapmaya devam ediyordu. Yanına koştum. “Ben sizin
romanınızı okudum” dedim. “Gerçeksiniz, öyle mi?” Suratıma baktı, hayvanlarına
ve adasına baktı: “Hayır, sen sahtesin” (Salaksın dese daha vurucu olurdu) Bu
hikmetli sözün esrarını içselleştirirken çıkageldi insanlaştırılmış hayvanlar. Bu
hayvanlar kitaptakilere benzemiyordu. İşadamı domuz, muhasebeci kedi,
münasebetsiz misafir fare, daima başarılı komşu oğlu puma, teknoloji manyağı
köpek. Anlamsız sözler sarf ettiler, gittiler tırnak ve kokulu deri dökerek.
Geride terleme, açlık, zayıflık ve hissedilen tuhaflık kaldı.
Soğuk günler adada. Fırtına, mevsim yağmurları, korkutucu
gök ışıkları, deniz ve yağmur sularının birleşerek oluşturduğu yeni su kümesi,
ağaç boyu. Ağacın tepesindeyim. Soğuk, titriyorum, bacaklarımda küçük kurtlar,
benden besleniyorlar. Mücadelem sürecek. Açan güneş, dallarda yemişler, havada
süzülen tüyler (ürpertici şeyler gibiler) ve kulağıma çalınan vahşi doğada
hayatta kalma müzikleri. (Birileri bir yerlerde dinliyor olmalı) Yapabilirim,
nın nın nın, başarabilirim.
Kurtulacağım, evet, kurtulacağım. Yalan.
Size bunları söylüyorum ama bu adadan kurtulamayacağım. Bir
şişenin içine (nereden bulduğumu sormayın, sormayın) koyuyorum bu notları ve
denize emanet ediyorum.
Başım ağrıyor, çıtırtılar duyuyorum, soğuk, sıcak, açım.
Hatırladım birden, cebime gidiyor ellerim, orada minik sandviçim, (beyaz
peyniri, marulu ile) başparmak iriliğinde şirin sandviçim, yok, vefat etmiş o
da, ben bir hiçim. Yabani dallar titreşiyor, yabani kuşlar ötüşüyor, gün
ışıyor, ben üşüyorum.
Olsun, en azından istediğim biçimde ölmeyi, başarabilirim.
Deniz, ağır kokusu, saran ve sarsan. (Şişe benim, hakikati
söylüyorum) İlerliyorum içine. Sıcacık, ana gibi. (Ana deniz, deniz. Adanın
yolları taştan. Of of. Ölürken bile, hiç olmazsa, kendimi güldürebiliyor,
güldürürken öldürebiliyorum.)
No comments:
Post a Comment