Anlatamıyorum bunu anneme bir türlü. Olmuyor, olmuyor.
Cesaretimi toplayıp geçiyorum karşısına bir kez daha. Saçları beyaz, başında
şapkası, yüzünde derin kesikleri yılların, soğuk bir mesafe aramızdaki.
Geçiyorum karşısına. Anne, diyorum, çok değerli anneciğim. Şapkasının çiçekleri
gözlerini örtmüş, kımıltısız. “Anneciğim, ben öyle kadınlardan hoşlanıyorum.”
Mesafe açılıyor. “Öyle, yani, normal olmayan.” Donuk bir ruh karşımda. Sıçrıyor
cümlemin bitişiyle. Önüme bir çorba koyuyor mor renkli. Demek ki mutfaktayız.
Şıkır şukur sesleri çorbanın. Mor sesleri. Kalkıyor dudaklarına sürerek mor
peçeteyi. Peçeteye giden ellerim. Pis peçete, kötü ve lekeli olan, morarmış
peçete. Buruşturuyorum onu ve yüzümü. Ağzımda açıklık, tamamlanmamış cümleler.
Peçeteyi dudaklarıma götürüyor, kokluyor, annem gibi, kokluyorum: Pis anne,
kötü ve lekeli olan, morarmış anne.
Kaç kez yırttın masamın ucuna koyduğum fotoğrafları anne,
hep yırttın. Onlara baktım, dokundum ve kendimden geçtim. Güzellerdi,
titretici, titretici. Parmaklarım kırılacak oluyordu dokununca yüzlere, tenlere,
fersiz gözlere. Bazen yere kapaklanıyor, kontrolümü yitiriyordum. Giriyordun
odaya başında şapkanla. Gözlerin kayıp. Tekmeliyordun beni, fotoğraflara bakıp
ağlıyordun. Gözünü değil, ondan akanları izliyordum acı içinde. Ağzımdan
akıyordu beyazlar. Beyazlara vuruyordun morca. Tek tek parçalanan
fotoğraflarım: Dağılmış yüzlü bir kız, bacağı kopmuş bir kız, göz yuvarı olmayan
bir kız, obez bir kız, diğerleri. Hepsi güzel, tümü. Onları kaç kez yırttın
anne, hep yırttın.
Adını bilmediğim bir kızla tanıştım geçenlerde. Sol gözü
kapalı, elmacık kemikleri yok, yüzünün sol tarafı derin şişlikler içinde ve bu
şişlik çenesinden aşağı taşıyor. Makyajla süslenmiş güzel bir kız. Kendinden
emin. Konuşurken seğiriyor sağ gözü. Şişlikleri ağzının bir kısmını da
kapladığı için konuşması pürüzlü. “Senden hoşlandım. Aslında sana aşığım. Hatta
delice aşığım. Şey, adın neydi?” Şaşırmıyor, beni uzunca bir müddet süzüyor.
Nefes alışında horultulu bir hâl var. Çalan telefonum, arayan annem.
Yanıtlıyorum. Sessizlik. “Anne, aradığım kızı buldum. Güzel, hayat kadar güzel.”
Şıkır şukur sesleri çorbanın. Kapıyor telefonu. Anneler böyle.
Meğerse kızın başka bir sevgilisi varmış. Yüzü yanmış bir
herif. Burnu, derisi, kemikleri yanmış. Artist bir adam. Boynunda yılanvari bir
kolye. Yeşil, püskül, yeşil. İkisini bir mağaza çıkışında gördüm ve avcumdaki
dondurma eridi, kül oldu. Gördüm onları ve delirdim, ağladım. Düştüm yere,
ağzımda beyazlar. Annem peşimdeymiş, geldi yolun ortasında tekmeledi beni mor
ayakkabılarıyla. Vurdu bana. Kızdan gelen mesaj: “O adamı terk ettim. Ben
güzelliğin ruhta olduğuna inanıyorum. Her beden değiştirilir, yeniden yapılır,
tamir edilir, dış görünüm bir yanıltmacadır. Üst kattaki kadın balkondan düştü,
parçalandı bedeni. Koştu bu adam, parayı aldı ölenin cebindeki. Kan doluydu
elleri. Ben, dedi, yıllardır para biriktiriyorum. Şöyle kemiklerim olsa
yüzümde, aynanın karşısında kendisini izledi, göz kapaklarım olsa. Bir erkek
nasıl yakışıklı olur öyle, nasıl güzel olur. Onu herkes sever. Ben, dedim, seni
seviyorum, yetmez mi? Sustu, kapıyı çekti, gitti. Kapı kolunda kan lekesi.
Aynanın karşısında kendimi izledim. Şişkin çenemi okşadım, güzel. Ben böyle
güzelim. Akşam görüşelim.”
Evde kuş olmuş sekiyorum. Annemin hazırladığı çorbalar. Bu, sevgilimin
fotoğrafı. Çorbaya bakıp fotoğrafı içiyorum sanki. Yudum. Annem odama giriyor.
Demek ki odada içiyorum bu kez. Elinde şapkası ve kenarından uzanan saçlar,
üstünde çiçekler. Kafası kel, mor yanık. İlk kez açıkça görüyorum, gözlerini ilk
kez. Kısılmış kara gözler. Gitme, dercesine bakıyor. Kadının fotoğrafını alıyor
eline. Kel kafasındaki yanıklar inip kalkıyor. Ağlıyor, ağlıyor. Kız, kapıyı
çalıyor. Bana gelmeyi istemiş o hâlde. Annem bizi rahatsız edemez, kapıyı
kilitliyorum üstüne. İçeride çorba var biraz, bir musluk ve de. Yeter. “Hoş
geldin.” Gülümsüyor, çenesi iniyor, şişi kalkıyor. Çorba içiyoruz. Onu içiyorum.
Gözüm üstünde. “Sana aşığım, hatta delice.” Tedirgin. Yanaşmaya çalışıyorum. Şişlikten
dolayı ağzı zor açılıyor. Telefonundan mesaj gönderiyor bana. “Bana mı aşıksın,
dış görünüşüme mi?” Gülüyorum durmadan. Yukarıdan gelen sesler. “O kim?” Annem,
diyorum. “Dinlenmesi gerekiyor onun. Yaşlı ve huysuz. Anneler böyle.”
Gülümsemek. Tedirgin kız. Kapı tekmeleniyor. “Çorbanı iç.” Ağzının kenarından
dökülen çorba ve düzensiz sesler dizisi. “Yani, ne bileyim, ben normal olmayanı
seviyorum, senin gibi.” Korkmuş. “Nasıl normal? Ben normal değil miyim?”
Annemin sesleri. İnilti. “Senin gibi, nasıl desem, deforme olanı seviyorum.”
Annemin sesleri. Çıldırış. Oda dağılıyor. Peçetemle ağzımı siliyorum. Gülümsemek.
Yukarı çıkış. Annemi sofraya davet ediyorum. “Anneciğim, gel. Gelinin aşağıda.”
Alelacele kafasına geçiriyor peruğu. Üstü başı dağılmış. Her yeri çorba.
Ağlamış, çok ağlamış. Birbirine bakıyorlar. Sessizlik. Öfkeleniyorum. “Çorbanızı
için.” Şıkır şukur huzur. Peçeteler. Silinen ağızlar. Annemin peruğunu
çıkarıyor kız. Kafasına dokunuyor usulca. Annemin eli de onun yüzünü geziniyor.
Bu bir anlaşma. Gelin kaynana uzlaşısı.
Annemin öfkesi, gazabı, kudreti. Ondan korkuyorum.
Masaya itilen kız. Kavranan şişkin yüzey. Öfke. Çekmeceye giden
pis, kötü ve lekeli anne. Kafamdan çıkardığı peruğum. Aynaya koşuyorum.
Kafatasım görünüyor. Derin kesikleri acıların. Kafama geçirdiği şapkalı peruğu.
Onun kokusu, onun öfkesi. Anne, herkesin annesi. Kızın kafa derisini yüzüyor.
Kız, tedirgin değil. İtaat. Çıkıyorum üst kata, annemin dolabına erişiyorum.
Çiçekli elbisesi. Aşağıdan sesler geliyor. Ocakta çorba kaynıyor. Gülümsüyorum.
Ayna bana bakıyor. “Ben normal değilim anne, değilim.”
Yavaş yavaş balkona doğru ilerliyorum. Elimde acı bir çanta
ve içinde para fotoğraflarıyla.
*Deriler (2017) filminden esinle.
No comments:
Post a Comment