April 02, 2018

DUVAR

Son yağmurlarla biraz daha kapandık evlere. Kuraklık olmuştu uzun müddet. Damlalar pıt pıt dökülünce çıkmıştık sokaklara. Ağızlarımızı doldurmuştuk suyla, güle oynaya. Saçlarımızı savurmuştuk bukle bukle. Dans etmiştik kirli yollarda. İş makinelerinin kazdığı çukurlara birikmişti su; çukurlarda küflenmiş bir bedeni oymuş, şekillendirmişti şefkatle. Dallardaki meyveler direnemiyordu darbelere, kızılca savruluyorlardı yokluğa. Babalar bebelerini havaya kaldırıyor, atletlerinin iki yanından sıyrılan heybetli kollarında yağmur çürükleri belirse de gülümsüyor, inatla kaldırıyorlardı bebelerini havaya. Uçarcasına yükselen bebelerin neşeleri kesildi bir süre sonra. Göğün yüzü karardı, karardı. Alınlarında, göz çeperlerinde yağmur yaraları açıldı. İnleyerek eridiler babaların kollarında, aktılar çukurlara bir bir. Atletlerini yırttılar babalar, göğüslerini yumruklamaktan bitap düştüler. Bebelerinin kokuları yağmur yıkasa da sinmişti ellerine, kokladılar, kokladılar, ağladılar, yığıldılar tepelemesine yerlere, pis yollarda dağıldılar.

Yağmur öyle çok yağdı ki bilemedik geceyi gündüzü. Kapandık evlere. Gıdamız da azalıyordu. Eriyen bebelerin, dağılan babaların yokluğunu hissediyordu çaresiz etlerimiz, kaynıyordu. Çorba kaynatıyorduk içimizdeki harareti dindirmek maksadıyla. Buğday, darı, nohut, kesme. Alışmıştık yağmura, sessizliğe. Geceler soğuktu; içimiz ve çorba sıcak, geceler soğuktu. Büyük uçaklar geçiyordu üstümüzden, camlardan seçebiliyorduk; kocaman gövdeleriyle eziyorlardı hapsolduğumuz yeri. Cesurlarımız vardı tabii, atılmışlardı yağmura, kaçabilirim sanmışlardı ama nafile. Her adımda saplanıyorlardı bataklığa, yitiyorlardı gözden ansızın. İç çekiyor, kınalanmış avuç içlerimizi birbirine sürtüyor, kızılca bekliyorduk sonumuzu. Bu öykü böyle bitecekti. Dağlarla çevriliydi öteler, belki taş duvarlar vardı. Gitmemiş, görmemiştik. Sessiz bir uzlaşı oldu aramızda kör bir gecede. Ocakta kaynayan çayı yudum yudum içtik tek bir tastan. Gözlerimiz parlıyor, yağmur ısrarla yağıyordu.

Çantalara tıkıştırdık örtüleri, bezleri. Soyunduk tamamen. Yolluk olarak ekmek aldık yanımıza. Usulca okşadık ardımızda bırakacağımız eşyayı. Sahiplendikçe gözümüzü karartan, tükettikçe tüketen nesnelere son bir kez baktık. El ele bir zincir olduk, kenetlendik, çıktık dışarı. Üşüyor, düşüyor, üşüyor, düşüyorduk. Uçaklar sesler çıkararak kanatlanıyordu tepemizde; ürpersek de ilerliyorduk. İlk kez gelmiştik buralara, karanlıkta parlayan otlar vardı. Duvar, diye bağırdı önde olanımız. Çarptı ona, çarptık ona. Geçemiyorum, dedi üzgün bir sesle. Çözümü biliyorduk. Sırtları eze eze yükseldik. Duvarın bitiminde en sondakimiz seslendi: Uçaklar.

Şanslı olanlarımız diğer tarafa savruldu. Geridekiler ya ölmüştü çoktan ya ölecekti birazdan. Örtülere, bezlere sarındık. Ardımızda bıraktıklarımızın ağırlığı adımlarımıza eklenmişti. Ele ele küçük bir zincir olsak da yürüdük. Yağmur yoktu burada. Uçaklar süratle havalanıyor, ötede bir yere kızılca ışıklar döküyor, geliyordu. Yıldızlarda da kızıllıklar oluşuyordu elbette. Korkuyla idrak ediyorduk yağmurumuzun sebebini ve bedelini. Azıklarından kıtır kıtır meyveler alıp yiyenlerimiz dişlerinin tutmaz olduğunu fark etmişlerdi. Bir uçak iniyor bir uçak dönüyordu. Yere yığıldık nefes alamayınca. Bazen kurtarıldığını düşündüğün an aslında işkencenin başlangıcıdır sadece. Üstümüze köpüklü sıvılar sıktılar yoğun ışık altında. Bir avuç kalmıştık. Avuçlarımızdaki kınalar dökülmüştü. Sağa sola çevirip dezenfekte ediyorlardı bizi. Konuşamıyorduk dişsizlikten. Camdan bir odada belirsiz süre kaldık. Ay, yıl, ne kadar, bilemedik asla. Yemeğimizi getiriyor, serum vererek sakinleştiriyorlardı ruhumuzu. Uçaklar, inmek, havalanmak, kızıllık, sürdü gitti. Vakit, dedi, koruyucu elbiseleri olan bir adam kör bir gecede, vakit geldi. Küçüklüğümüzün kaydıraklarını andırır bir boşluğun başına getirdi bizi. El ele verdik tutmayan ellerimizle, dağılmış bir zincirdik artık. Tekmelerle parçalandı zincir, fırlatıldık. Zalimce yemek yiyordu birileri o esnada, yiyor içiyor, lanetlenmiş dişleriyle öğütüyordu ne bulduysa. Yaşam parçalayıcı, iğrenç tüketiciler. Yutkunduk, sırtımız dağıldı ölüm kaydırağının bıçaklarında. Bebelerimiz koşuyordu bize o keskinlikte, eşlerimiz sarıyordu içtenlikle bedenlerimizi, kırıldıkça kemiklerimiz yağmur diniyor, dindikçe yağmur sonumuz geliyordu.

Düştük çukura. Küflenmiş bedenlerin belirdiği yerdeydik. Babalar bebelerini havaya kaldırıyor, atletlerinin iki yanından sıyrılan heybetli kollarında yağmur çürükleri belirse de gülümsüyor, inatla kaldırıyorlardı bebelerini havaya. Bu öykü böyle bitecekti.

Kızıl ışıkların üstümüze döküldüğü gün gördük uçakların kara, kapkara kanatlarını. Gülümsedi şapkalı birisi, elindeki bayrağın sapını cesetlerimize sapladı, gülümsedi, dişleri bembeyazdı. İş makineleri sarmıştı her yanı. Binalar diktiler, beton, çelik, devasa binalar. Uçakların daha minikleri, daha gösterişlileri bu binaların tepelerine kondular. Duvar daha da yükseliyordu.

Üstümüze son bir toprak atılmış, beton dökülmüş olmasa görecektik nice kızıllıkları, nice kızıllık çıkarıcı ve bitiricileri ve nice kıtır kıtır gıda tüketen sefil yiyicileri.


Yağmur tekrar başlamıştı.

No comments:

Post a Comment