Son yağmurlarla biraz daha kapandık evlere. Kuraklık olmuştu
uzun müddet. Damlalar pıt pıt dökülünce çıkmıştık sokaklara. Ağızlarımızı
doldurmuştuk suyla, güle oynaya. Saçlarımızı savurmuştuk bukle bukle. Dans
etmiştik kirli yollarda. İş makinelerinin kazdığı çukurlara birikmişti su;
çukurlarda küflenmiş bir bedeni oymuş, şekillendirmişti şefkatle. Dallardaki
meyveler direnemiyordu darbelere, kızılca savruluyorlardı yokluğa. Babalar
bebelerini havaya kaldırıyor, atletlerinin iki yanından sıyrılan heybetli
kollarında yağmur çürükleri belirse de gülümsüyor, inatla kaldırıyorlardı
bebelerini havaya. Uçarcasına yükselen bebelerin neşeleri kesildi bir süre
sonra. Göğün yüzü karardı, karardı. Alınlarında, göz çeperlerinde yağmur
yaraları açıldı. İnleyerek eridiler babaların kollarında, aktılar çukurlara bir
bir. Atletlerini yırttılar babalar, göğüslerini yumruklamaktan bitap düştüler.
Bebelerinin kokuları yağmur yıkasa da sinmişti ellerine, kokladılar,
kokladılar, ağladılar, yığıldılar tepelemesine yerlere, pis yollarda
dağıldılar.
Yağmur öyle çok yağdı ki bilemedik geceyi gündüzü. Kapandık
evlere. Gıdamız da azalıyordu. Eriyen bebelerin, dağılan babaların yokluğunu
hissediyordu çaresiz etlerimiz, kaynıyordu. Çorba kaynatıyorduk içimizdeki
harareti dindirmek maksadıyla. Buğday, darı, nohut, kesme. Alışmıştık yağmura,
sessizliğe. Geceler soğuktu; içimiz ve çorba sıcak, geceler soğuktu. Büyük
uçaklar geçiyordu üstümüzden, camlardan seçebiliyorduk; kocaman gövdeleriyle eziyorlardı
hapsolduğumuz yeri. Cesurlarımız vardı tabii, atılmışlardı yağmura, kaçabilirim
sanmışlardı ama nafile. Her adımda saplanıyorlardı bataklığa, yitiyorlardı
gözden ansızın. İç çekiyor, kınalanmış avuç içlerimizi birbirine sürtüyor,
kızılca bekliyorduk sonumuzu. Bu öykü böyle bitecekti. Dağlarla çevriliydi
öteler, belki taş duvarlar vardı. Gitmemiş, görmemiştik. Sessiz bir uzlaşı oldu
aramızda kör bir gecede. Ocakta kaynayan çayı yudum yudum içtik tek bir tastan.
Gözlerimiz parlıyor, yağmur ısrarla yağıyordu.
Çantalara tıkıştırdık örtüleri, bezleri. Soyunduk tamamen. Yolluk
olarak ekmek aldık yanımıza. Usulca okşadık ardımızda bırakacağımız eşyayı.
Sahiplendikçe gözümüzü karartan, tükettikçe tüketen nesnelere son bir kez
baktık. El ele bir zincir olduk, kenetlendik, çıktık dışarı. Üşüyor, düşüyor,
üşüyor, düşüyorduk. Uçaklar sesler çıkararak kanatlanıyordu tepemizde; ürpersek
de ilerliyorduk. İlk kez gelmiştik buralara, karanlıkta parlayan otlar vardı. Duvar,
diye bağırdı önde olanımız. Çarptı ona, çarptık ona. Geçemiyorum, dedi üzgün
bir sesle. Çözümü biliyorduk. Sırtları eze eze yükseldik. Duvarın bitiminde en
sondakimiz seslendi: Uçaklar.
Şanslı olanlarımız diğer tarafa savruldu. Geridekiler ya
ölmüştü çoktan ya ölecekti birazdan. Örtülere, bezlere sarındık. Ardımızda
bıraktıklarımızın ağırlığı adımlarımıza eklenmişti. Ele ele küçük bir zincir
olsak da yürüdük. Yağmur yoktu burada. Uçaklar süratle havalanıyor, ötede bir
yere kızılca ışıklar döküyor, geliyordu. Yıldızlarda da kızıllıklar oluşuyordu
elbette. Korkuyla idrak ediyorduk yağmurumuzun sebebini ve bedelini. Azıklarından
kıtır kıtır meyveler alıp yiyenlerimiz dişlerinin tutmaz olduğunu fark etmişlerdi.
Bir uçak iniyor bir uçak dönüyordu. Yere yığıldık nefes alamayınca. Bazen
kurtarıldığını düşündüğün an aslında işkencenin başlangıcıdır sadece. Üstümüze
köpüklü sıvılar sıktılar yoğun ışık altında. Bir avuç kalmıştık.
Avuçlarımızdaki kınalar dökülmüştü. Sağa sola çevirip dezenfekte ediyorlardı
bizi. Konuşamıyorduk dişsizlikten. Camdan bir odada belirsiz süre kaldık. Ay,
yıl, ne kadar, bilemedik asla. Yemeğimizi getiriyor, serum vererek
sakinleştiriyorlardı ruhumuzu. Uçaklar, inmek, havalanmak, kızıllık, sürdü
gitti. Vakit, dedi, koruyucu elbiseleri olan bir adam kör bir gecede, vakit
geldi. Küçüklüğümüzün kaydıraklarını andırır bir boşluğun başına getirdi bizi.
El ele verdik tutmayan ellerimizle, dağılmış bir zincirdik artık. Tekmelerle
parçalandı zincir, fırlatıldık. Zalimce yemek yiyordu birileri o esnada, yiyor
içiyor, lanetlenmiş dişleriyle öğütüyordu ne bulduysa. Yaşam parçalayıcı,
iğrenç tüketiciler. Yutkunduk, sırtımız dağıldı ölüm kaydırağının bıçaklarında.
Bebelerimiz koşuyordu bize o keskinlikte, eşlerimiz sarıyordu içtenlikle
bedenlerimizi, kırıldıkça kemiklerimiz yağmur diniyor, dindikçe yağmur sonumuz
geliyordu.
Düştük çukura. Küflenmiş bedenlerin belirdiği yerdeydik.
Babalar bebelerini havaya kaldırıyor, atletlerinin iki yanından sıyrılan
heybetli kollarında yağmur çürükleri belirse de gülümsüyor, inatla
kaldırıyorlardı bebelerini havaya. Bu öykü böyle bitecekti.
Kızıl ışıkların üstümüze döküldüğü gün gördük uçakların
kara, kapkara kanatlarını. Gülümsedi şapkalı birisi, elindeki bayrağın sapını
cesetlerimize sapladı, gülümsedi, dişleri bembeyazdı. İş makineleri sarmıştı
her yanı. Binalar diktiler, beton, çelik, devasa binalar. Uçakların daha
minikleri, daha gösterişlileri bu binaların tepelerine kondular. Duvar daha da
yükseliyordu.
Üstümüze son bir toprak atılmış, beton dökülmüş olmasa görecektik
nice kızıllıkları, nice kızıllık çıkarıcı ve bitiricileri ve nice kıtır kıtır gıda
tüketen sefil yiyicileri.
Yağmur tekrar başlamıştı.
No comments:
Post a Comment