November 04, 2018

SU.SEL.LAR.LER.KIRMIZI.



“Posta istasyonunda atlarını değiştirdiğim arabamla Tiflis’ten geliyordum. Küçük arabamın bütün yükü, yarısı Gürcistan yolculuk notlarıyla dolu, orta boy valizimdi. Şansınıza, notlarımın büyük bölümü kaybolmuştu ve benim şansıma, valizimdeki öteki eşyalarımın hepsi tamamdı.”
                           Mihail Yuryeviç Lermontov//Zamanımızın Bir Kahramanı

“Yedi sene geçti, tam yedi. Bizi buraya sürükleyenin ne olduğunu hâlâ bilmiyorum, inan, bilmiyorum.” Kulağını kaşıdı, dizine dokundu, gülümsedi, gözleri büyüdü. “Yeşildi bizim oralar, çiçekti, suydu, yaşamdı.” Sarı ışıklarla çoğalan gölgeli kara sinekler kondu kollarına, boşluğa üç kere çırptı elini, git dedi konuşmadan, git sinek. Montlara kondu sinekler, fermuarları ısırıp ısırıp kaçtılar. “Oradan oraya gönderdiler, önce İstanbul’a dediler, gitmen lazım. Orada çalıştım bir müddet. Ne iş yaptığımı sorma, anla ama kötüye de yorma. Uzaklardan çığlık atan kuş sesleri duydum, dar merdivenli eski apartman dairelerinde yaşadım. Her gece kuş ölüleri görüyordum apartman boşluğunda. Çöplerin üstünde huzurla yatıyor, yarı açık ağızlarıyla kurtuluşu tadıyorlardı.” Sineğin biri az ötede ters dönmüş, kımıltısız. Diğer sinekler onu iteklemeye, toprağa götürmeye çalışıyorlar. Toprak uzakta. “Toprak uzakta, özledim çimleri. Kışları etrafımızı saran, ruhumuzu beyazlatan yelleri, titreyen ağaçları özledim. İstanbul’da güneşi göremeden yaşıyordum, iş, ev, ev, iş. Gülüşler, evet efendimler, yine beklerizler. Adana’ya gönderdiler beni mart gibi. Dallarda turunçlar gördüm, gülümsedim. Mis kokuyordu yollar. Yürüdüm, leş kokuyordu yollar. Bir lojmanda üç kişi kaldık. Mutfağı berbat ediyorlar, kirletiyorlardı evi. Süslenip kaçıyorlardı dışarı, gece geç gelmeler, yemeler, içmeler. Mutluydum burada belki de, lojmandaki odamdan ana caddeye bakar, parkı görürdüm. Dışarı çıkmak istemez, devasa ağaçların hışırtısının odama dolmasını ister, soluklanırdım. Akşamları kömür kokusu, is ve gürültü içinde bir sis sarardı her yanı. Ellerinde müzik aletli karanlık çantalarıyla dolaşan gençleri takip ederdim, kaybolurlardı kırık asfaltlar içinde. Gece çökünce sisle birlikte gri bir kent çıkardı ortaya. Üç beş köpek havlardı hayata, sesleri kısılana kadar, havlar, havlar, sonunda anlar, susarlardı.”

Zerrecikler uçuşuyor havada. Masalar kirli, saçı sakalı olan herkes; bebek, akıllı telefon, gayrimenkul ve araba, çekçekli valiz ve çikolata, kısa etek ve çizme, çok satan berbat kitap ve az satan berbat kitap, gümüş yüzük ve bileklik, güneş gözlüğü. Bunların tümü ve sahibi herkes kirli, pasaklı, lekeli.

Yeryüzü tozlu, küflü, hileli.
Havada uçuşuyor zerrecikler.

“Adana’daki ortaklar İstanbul’la anlaşamayınca yerleştim Ankara’ya. Dinozor maketleri vardı iri ağızlı, yapay şelaleler ve soğuk kışlar. Çalıştım, çalışacaktım. Alıştım, alışacaktım. Kardeşimi düşündüm, Vyoatske köyünü. Suya atlardık soğukta bile, buzdan bedenlerimiz ısınırdı suyun içinde, gülümserdik, tepemizdeki ağaçlarda sarkıt buz parçaları olur, sonumuzu hazırlayan birer ecel aracı gibi beklerlerdi. Yel değirmenleri var gücüyle dönerlerdi, çan sesleri gelirdi öteden, birkaç kuzunun gözyaşları dökülür dökülmez taş kesilir, gece üstümüze beklenmedik bir anda çökerdi. Gülümserdim ben bunları düşününce, gözlerim güzelleşir, dudaklarım büzülürdü. Bu esnada annem, anneannemi arardı telefonda, oy polnym polna moya korobushka, derdi, gülerlerdi bir ağız. Soğuktu dışarı, üşürdüm, günler böyle, birbirinin üstüne basarak geçer giderdi.”

Mihail Yuryeviç Lermontov şöyle dedi şiirden mezarında: “Tören-merasimli tuhaf gökyüzünde;/Uyuyor toprak, ışıldayan mavilikte,/Öyle bana zor ve acı olan da ne?/Beklediğim şey ne? Beni üzen ne?//Artık hayattan hiçbir şey beklemiyorum;/Geçmişe hiç mi hiç üzülmüyorum,/Özgürlüğü ve huzuru arıyorum,/Uykuya dalıp unutulmayı istiyorum.” Törenler çirkindir Lermontov, şiirler, uyumak ve hayat çirkindir. (Bu dır, dir ekfiilinin kesinliğinden daha çirkin değiller tabii)

“Yarın gidiyorum buradan da. Başka çaresi yok. Bırakıyorum işi. O trene binip o kırlara inmek istiyorum. Hani tren kıvrılmıştı yolda, kapılar açıktı, hıncahınç doluydu tren, terler ve hayat kokuları birbirine karışmıştı. Tren sert bir frenle aniden dönünce sapağı, yırtıcı kurtlar saldırmıştı trendekilere. Sarı, mavi kareli gömlekli kurtlardı bunlar, yeşil, siyah, beyaz kareli gömlekli kurtlardı bir de. Aşağılara, yüzlerce metre aşağıdaki yuvalarına çekmişlerdi kimi tuttularsa. Ön vagonlar lükstü, korunaklıydı, şarkılar söyleniyordu, hatırla: “yest' i sitets i parcha./pozhaley, dusha-zaznobushka” İniltiler, çıtırtılar eşlik ediyordu melodilere. Camlara tünemişti doğuştan ayrıcalıklı bebeler, hafif acıma ve epey kibirle yoğrulacak körpe bakışları henüz oturmamıştı, tren ilerliyordu. Yemyeşildi her yan, vahşi atlar çayırlarda soluyordu. Unutamazsın bunları, unutmamalısın.”

**

Sen gidince yalnız kaldım. Dönünce vatanına sen, vatanım kayboldu benim de, suyum kesildi, beni gören kediler hırladı, sustum, uyudum. Seni bulacaktım. Saçım başım dağınıktı, alnım açılmıştı, kirliydi, uyudum. Yola çıktım. Posta istasyonunda atlarını değiştirdiğim arabamla Tiflis’ten geliyordum. Küçük arabamın bütün yükü, yarısı Gürcistan yolculuk notlarıyla dolu, orta boy valizimdi. Şansınıza, notlarımın büyük bölümü kaybolmuştu ve benim şansıma, valizimdeki öteki eşyalarımın hepsi tamamdı. Valizimde etrafımızı saran sinekler, gülüşün, tüylü kabanın, kısa etek ve çizmen, bir oyuncak bebek, çikolata parçaları, Lermontov’un bir şiir kitabı, bir romanı, gümüş yüzük ve bileklik vardı. Senden kalanları sana vermeliydim. Yemyeşildi kırlar, kopkoyuydu sırlar.

Yalnızsın, gülüşün mevsimler değiştirir. Çırılçıplaksın Midagrabindon’da. Zeygalan Şelalesi kayaları parçalıyor, sicim şeklinde akıyor. Burada, diyorsun, burada mutluyum asıl. Kurtlar sarıyor etrafını, köpüren şelalenin bitimine yuvarlanıyorsunuz neşeyle. Kurtlar çirkin değiller, gömleksizler. Yerdeki irili ufaklı taşlara çarpa çarpa geliyorum yanınıza. İçindeyim suyun, tepemizde ecel araçları. Kurtların kafalarını deliyorlar pıt pıt, kırmızılaşıyor öykümüz. Destansı bir görünümü oluyor akanın, huyumuz suyumuz güzelleşiyor. Hayvanların içi eriyince, postları dolanıyor boynumuza. Birbirimize sarılıyoruz. Hırlamalar, sinek vızıltıları, dizeler, öyküler, sular, seller. Yüzeye, kaygan toprağa değiyor ayaklarımız. Huzurluyuz, özgürlük ve huzur ve uyku ve gelecek, kapıyoruz gözlerimizi, üşüyoruz kırmızı.

No comments:

Post a Comment