“Posta istasyonunda atlarını
değiştirdiğim arabamla Tiflis’ten geliyordum. Küçük arabamın bütün yükü, yarısı
Gürcistan yolculuk notlarıyla dolu, orta boy valizimdi. Şansınıza, notlarımın
büyük bölümü kaybolmuştu ve benim şansıma, valizimdeki öteki eşyalarımın hepsi
tamamdı.”
Mihail Yuryeviç Lermontov//Zamanımızın Bir Kahramanı
Mihail Yuryeviç Lermontov//Zamanımızın Bir Kahramanı
“Yedi sene geçti, tam yedi. Bizi buraya sürükleyenin ne
olduğunu hâlâ bilmiyorum, inan, bilmiyorum.” Kulağını kaşıdı, dizine dokundu,
gülümsedi, gözleri büyüdü. “Yeşildi bizim oralar, çiçekti, suydu, yaşamdı.” Sarı
ışıklarla çoğalan gölgeli kara sinekler kondu kollarına, boşluğa üç kere çırptı
elini, git dedi konuşmadan, git sinek. Montlara kondu sinekler, fermuarları
ısırıp ısırıp kaçtılar. “Oradan oraya gönderdiler, önce İstanbul’a dediler,
gitmen lazım. Orada çalıştım bir müddet. Ne iş yaptığımı sorma, anla ama kötüye
de yorma. Uzaklardan çığlık atan kuş sesleri duydum, dar merdivenli eski
apartman dairelerinde yaşadım. Her gece kuş ölüleri görüyordum apartman
boşluğunda. Çöplerin üstünde huzurla yatıyor, yarı açık ağızlarıyla kurtuluşu
tadıyorlardı.” Sineğin biri az ötede ters dönmüş, kımıltısız. Diğer sinekler
onu iteklemeye, toprağa götürmeye çalışıyorlar. Toprak uzakta. “Toprak uzakta,
özledim çimleri. Kışları etrafımızı saran, ruhumuzu beyazlatan yelleri,
titreyen ağaçları özledim. İstanbul’da güneşi göremeden yaşıyordum, iş, ev, ev,
iş. Gülüşler, evet efendimler, yine beklerizler. Adana’ya gönderdiler beni mart
gibi. Dallarda turunçlar gördüm, gülümsedim. Mis kokuyordu yollar. Yürüdüm, leş
kokuyordu yollar. Bir lojmanda üç kişi kaldık. Mutfağı berbat ediyorlar,
kirletiyorlardı evi. Süslenip kaçıyorlardı dışarı, gece geç gelmeler, yemeler,
içmeler. Mutluydum burada belki de, lojmandaki odamdan ana caddeye bakar, parkı
görürdüm. Dışarı çıkmak istemez, devasa ağaçların hışırtısının odama dolmasını
ister, soluklanırdım. Akşamları kömür kokusu, is ve gürültü içinde bir sis
sarardı her yanı. Ellerinde müzik aletli karanlık çantalarıyla dolaşan gençleri
takip ederdim, kaybolurlardı kırık asfaltlar içinde. Gece çökünce sisle
birlikte gri bir kent çıkardı ortaya. Üç beş köpek havlardı hayata, sesleri
kısılana kadar, havlar, havlar, sonunda anlar, susarlardı.”
Zerrecikler uçuşuyor havada. Masalar kirli, saçı sakalı olan
herkes; bebek, akıllı telefon, gayrimenkul ve araba, çekçekli valiz ve çikolata,
kısa etek ve çizme, çok satan berbat kitap ve az satan berbat kitap, gümüş
yüzük ve bileklik, güneş gözlüğü. Bunların tümü ve sahibi herkes kirli,
pasaklı, lekeli.
Yeryüzü tozlu, küflü, hileli.
Havada uçuşuyor zerrecikler.
“Adana’daki ortaklar İstanbul’la anlaşamayınca yerleştim
Ankara’ya. Dinozor maketleri vardı iri ağızlı, yapay şelaleler ve soğuk kışlar.
Çalıştım, çalışacaktım. Alıştım, alışacaktım. Kardeşimi düşündüm, Vyoatske köyünü. Suya atlardık soğukta
bile, buzdan bedenlerimiz ısınırdı suyun içinde, gülümserdik, tepemizdeki
ağaçlarda sarkıt buz parçaları olur, sonumuzu hazırlayan birer ecel aracı gibi
beklerlerdi. Yel değirmenleri var gücüyle dönerlerdi, çan sesleri gelirdi
öteden, birkaç kuzunun gözyaşları dökülür dökülmez taş kesilir, gece üstümüze
beklenmedik bir anda çökerdi. Gülümserdim ben bunları düşününce, gözlerim
güzelleşir, dudaklarım büzülürdü. Bu esnada annem, anneannemi arardı telefonda,
oy polnym polna moya korobushka,
derdi, gülerlerdi bir ağız. Soğuktu dışarı, üşürdüm, günler böyle, birbirinin
üstüne basarak geçer giderdi.”
Mihail Yuryeviç
Lermontov şöyle dedi şiirden mezarında: “Tören-merasimli tuhaf gökyüzünde;/Uyuyor
toprak, ışıldayan mavilikte,/Öyle bana zor ve acı olan da ne?/Beklediğim şey
ne? Beni üzen ne?//Artık hayattan hiçbir şey beklemiyorum;/Geçmişe hiç mi hiç
üzülmüyorum,/Özgürlüğü ve huzuru arıyorum,/Uykuya dalıp unutulmayı istiyorum.” Törenler
çirkindir Lermontov, şiirler, uyumak ve hayat çirkindir. (Bu dır, dir
ekfiilinin kesinliğinden daha çirkin değiller tabii)
“Yarın gidiyorum buradan da. Başka çaresi yok. Bırakıyorum
işi. O trene binip o kırlara inmek istiyorum. Hani tren kıvrılmıştı yolda,
kapılar açıktı, hıncahınç doluydu tren, terler ve hayat kokuları birbirine
karışmıştı. Tren sert bir frenle aniden dönünce sapağı, yırtıcı kurtlar
saldırmıştı trendekilere. Sarı, mavi kareli gömlekli kurtlardı bunlar, yeşil,
siyah, beyaz kareli gömlekli kurtlardı bir de. Aşağılara, yüzlerce metre aşağıdaki
yuvalarına çekmişlerdi kimi tuttularsa. Ön vagonlar lükstü, korunaklıydı,
şarkılar söyleniyordu, hatırla: “yest' i sitets i parcha./pozhaley,
dusha-zaznobushka” İniltiler, çıtırtılar eşlik ediyordu melodilere. Camlara
tünemişti doğuştan ayrıcalıklı bebeler, hafif acıma ve epey kibirle yoğrulacak
körpe bakışları henüz oturmamıştı, tren ilerliyordu. Yemyeşildi her yan, vahşi
atlar çayırlarda soluyordu. Unutamazsın bunları, unutmamalısın.”
**
Sen gidince yalnız kaldım. Dönünce vatanına sen, vatanım
kayboldu benim de, suyum kesildi, beni gören kediler hırladı, sustum, uyudum.
Seni bulacaktım. Saçım başım dağınıktı, alnım açılmıştı, kirliydi, uyudum. Yola
çıktım. Posta istasyonunda atlarını değiştirdiğim arabamla Tiflis’ten geliyordum.
Küçük arabamın bütün yükü, yarısı Gürcistan yolculuk notlarıyla dolu, orta boy
valizimdi. Şansınıza, notlarımın büyük bölümü kaybolmuştu ve benim şansıma,
valizimdeki öteki eşyalarımın hepsi tamamdı. Valizimde etrafımızı saran
sinekler, gülüşün, tüylü kabanın, kısa etek ve çizmen, bir oyuncak bebek,
çikolata parçaları, Lermontov’un bir şiir kitabı, bir romanı, gümüş yüzük ve
bileklik vardı. Senden kalanları sana vermeliydim. Yemyeşildi kırlar,
kopkoyuydu sırlar.
Yalnızsın, gülüşün mevsimler değiştirir. Çırılçıplaksın Midagrabindon’da. Zeygalan Şelalesi kayaları parçalıyor, sicim şeklinde akıyor. Burada,
diyorsun, burada mutluyum asıl. Kurtlar sarıyor etrafını, köpüren şelalenin
bitimine yuvarlanıyorsunuz neşeyle. Kurtlar çirkin değiller, gömleksizler.
Yerdeki irili ufaklı taşlara çarpa çarpa geliyorum yanınıza. İçindeyim suyun, tepemizde
ecel araçları. Kurtların kafalarını deliyorlar pıt pıt, kırmızılaşıyor öykümüz.
Destansı bir görünümü oluyor akanın, huyumuz suyumuz güzelleşiyor. Hayvanların
içi eriyince, postları dolanıyor boynumuza. Birbirimize sarılıyoruz.
Hırlamalar, sinek vızıltıları, dizeler, öyküler, sular, seller. Yüzeye, kaygan
toprağa değiyor ayaklarımız. Huzurluyuz, özgürlük ve huzur ve uyku ve gelecek,
kapıyoruz gözlerimizi, üşüyoruz kırmızı.
No comments:
Post a Comment