Sabahtı, üşüyordu kuşlar, titriyordu kanatları. Dar bir
sokaktaydı eviniz. Yürüseniz karşıya on beş adım eder etmezdi. Uykunuzda kan
ter içinde kalmıştınız, sağa sola bakmıştınız yutkunarak. Karanlıktı, kar
yağıyordu. Beyaz bir ışıltı aydınlatıyordu sessiz sokağı. Kaskatı kesilmiş
gövdeleriyle cansız kuşları gördünüz, elinizi kalorifere bastırdınız, yerden
göğe yükseliyordu sanki kar, tersineydi dünya.
Eli rahat durmuyor Halil’in. Camdan aşağıya bakar,
insanların kafasını izler. Güler de güler. Deli bu çocuk. Çekirdek atar
aşağılara, çıtır çıtır süzülüşünü izler tanelerin, denk gelişini kafalara.
Yapma, dedikçe celallenir, bağırır. Onu dizginlemeye çalışırız, insan
durdurulamaz, başaramayız. Şimdi de hedefi sokağın karşısındaki iş hanının
üçüncü katında beliren gizemli yabancılar. Biz bakmamaya çalışıyoruz, asırlık
koyu perdelerin gerisinde gölgeleri beliriyor zaman zaman, bakmıyoruz.
Ellerinde sivri cisimler var gibi, bakmıyoruz, saplıyorlar mı, bakmıyoruz,
sıkılan boyunlar ve tavana kaldırılan kurbanlar, bakmıyoruz, bakmayız. Bunları
Halil anlatıyor. Kemal ayrılmış sevgilisinden, köşede ağlıyor. Yüzüne yoldan
vuran neon kırmızıları hâlini daha bir acıklı yapıyor. Notebook soğutucusu alın yazısı oluyor, kırıştıkça alnı kayboluyor
harfler, tükeniyor. Güvenli limandı o, yeryüzü sığınağımdı, umudumun
şarkısıydı. Yüzüne bakıyorum Kemal’in. Böyle ilginç tamlamalara gerek var mı?
Değer mi? Halil, patates yapalım, diyor. Karnımız acıktı. Onaylıyoruz. Derin
bir iç çekiyor Kemal. Yüzü soğuyor notebookcasına.
Büyük ihtimalle bilgisayarcıda, birileri kazıklanıyor şu anda. Çuvalda yirmi
kilo kadar patates var, biraz da soğan. Çillenmeye başladılar. Plastik bir
kabın içine soyuyor kabukları Halil. Neşeli. Abi, diyor, hava soğuk, üşüyorum
ama olsun. Birlikteyiz ya, yeter. Patatesi nasıl istersiniz beyefendi bugün?
Kulağım onda, gözüm pencerede. Kar etkisini artırıyor. Fark etmez, diyorum,
kızart gitsin. Tamam abi, diyor, onlar da kızartıyordur bir şeyler, el kol
belki. Karşıdaki adamlardan korkuyorum. Ben zaten korkak biriyim ama bu sefer
bir başka korkuyorum.
Bizim öykümüz böyle işte.
Dalmışım, içim geçmiş. Mağazaların yeni yıl indirimleri,
işportacıların acıklı sesleri arasında kalmışız. Doğal gaz faturası çok geldi,
buruşturarak fırlatıyor faturayı önüme Kemal. Üç kişi bir şeyi beceremiyoruz,
ısıtamıyoruz evi, yapamıyoruz. 444 lira gelmiş, diyor Halil. Neşeli. Uyumlu bir
rakam abi, banka numarası gibi. Pekiyi, karşıdakilere kaç lira geliyor? Onlar
üşümüyor mu? Onlar kaç kişi abi? Fazla soru, başım ağrıyor. Ara sokakta yine
kavga var. Açıkhava müzesinin bahçesine girip tarihi eserlerden çalmak
isteyenleri bekçi enselemiş. Bacağından vurulmuş Kotçu Haşim. Kan öyle bir
fışkırmış ki asfalttaki çukur ılık ılık dolmuş bu sıvıyla. Akrabaları, kan
kardeşleri bekçinin kulübesini parçalıyor, bekçinin ağzını burnunu kırmışlar.
Adam hastanelik olmuş, yürüyemeyecekmiş artık. Polis şerit çekti, şu sarılı
siyahlı olanlardan. Geleni geçeni durduruyor, kimlik soruyorlar. Birkaç gün
böyle, yakında biter, unuturlar bu sokağı. Anlattılar, kırmızı kan çukurunun
içine dolan karın büyüsü. Görmeliymiş. Evden çıkamıyoruz ki, soğuk. Kemal
ağlıyor hâlâ, benim uykum var, Halil pencereden hayatı izliyor. Bir tane kadın
dileniyor abi, dedi, bazen kazandığı bozuklukları cebine atıyor, kirli elleri,
onu görüyorum, ağzını bir örtüyle kapatıyor, bileğinden kavradığı çocuğunu
sürüklüyor peşinden. Gidiyor abi, tehlikeli bir adamla izbe apartmana giriyor. Ne
yapıyorlar orada, ne yapacaklar? Çocuk oturdu ve annesini bekliyor, dileniyor. Sorma
soru Halil, sorma. Elektrikler kesildi işte, üşüyeceğiz.
Başımıza felaket gelmezse, olmasa bir şey, olmaz. Öykü olmaz
o zaman. Halil iş hanının üçüncü katına taş atmış defalarca. Hastaydım ben,
kursağım eriyordu. Kemal ağlıyordu büyük ihtimalle, duymamıştı. Taşları atıp
atıp kırmış camları, gülmüş sonra. Adamlar içeride değilmiş o vakit neyse ki.
Anlamamışlar o gün. Sonraki gün bizimki yine yapınca yapacağını, pusudakiler
karşılık vermiş bu kez. Yani verdiler. Böyle anladık olan biteni. Tuz buz oldu
çürük camlarımız. Halil, abi, dedi, korkuyorum, bunlar katil, şakadan da
anlamıyorlar, öldürecekler bizi. Tuvalete kalktım, aynaya bakıyor, hafif bir
ışıkta kendimi izliyorum. Saçım sakalım birbirine karışmış, hastayım. Ömrüm
azaldı, hissediyorum. Kaç gündür bir lokma yiyemedim, patatesi ezerek yutmaya
çalışıyorum, olmuyor. Elektrik yok, ışıksız kaldık. Bu öykünün melankolik
kahramanı Kemal, bir Orhan Pamuk
karakteri olsaydı keşke ama değil. Kaldırımda, diyor, bir çiftin birbirine
koştuğunu, gülümseyerek sarıldığını, tek vücut olduklarını gördüm, ne güzeldi.
İki arabanın birbirine çarptığını, takla attıklarını havada ve bu çiftin leşini
çıkardığını da gördüm, diye ekliyordu acınası bir sesle. Duvarımızda bir tablo
vardı, nereden geldiyse, elinde mavi bir şemsiye tutan kadın, yeşilliklerin
arasına ilerliyor, toprakta beliren bir gün ışıltısına basıyordu. Ondaydı gözüm,
göremesem de ezberlemiştim renklerini. Kemal yeniden ağlamaya başlamıştı.
Yüzünü göremem, yüzsüz, karanlık. Halil endişeli. Poe karakteri o da, olsa olsa. Gizemli, karanlık, gotik. Gelecekler
abi, diyor, tıkırtıları artıyor. Sessiziz. Camları gazetelerle kapatmaya çalıştık,
rüzgâr içimize işliyor. Polisler gitmiş, söylemiştim. Annesi apartmana giren
çocuk kaskatı kesilmiş, çöpçüler cesedini toplayacaklar birazdan. Bıyıklı bir
adam belediye otobüsüne yetişmeye çalışıyor, yakaladı ama kapıyı açmadı şoför.
Yüklendi gaza. Toz bulutu, serpiştiren kar. Suni çam ağacı koyuldu sokağa
vinçlerle. Devasa. Işıltılı. Çok sürmez, çalacaklar ışıkları. Para etmese de
çalarlar. Belediyenin artık güçlü bir elektrik akımı koyup hırsızları kül
edeceğini söylemişlerdi. Göreceğiz.
Başımıza gelecekleri biliyorum ben. Uyumuşum, hastayım, bu
biliniyor tarafınızca. Yok, dedi Kemal, yok Halil, gitmiş. Ya gittiyse çam
ağacına, ışıl ışıl parladıysa bedeni ve olduysa kor? Sus, diyorum Kemal’e,
kendine sakla melankolik dehşetini. Hanın giriş katındaki börek salonu dolu.
Takip ediyorum, kıymalı börek niyetine yenen kıymasız, etsiz, soya
soslu-soğanlı hamurlar. Küçük bardaklarda içilen çay. Yandaki internet kafede
kirlenmiş klavyeler. Bir saatliğine açılan masa. Bir buçuk TL. Sağa sola bakan
asker, çarşı izninde. Umutsuzca bir profil oluşturuyor kendine. Ahlaka mugayir
bir siteye girecek, yutkunuyor, fark ediyorum, engellenen site, morali
bozuluyor, parmak hesabıyla kalan günlerini sayıyor, çok var daha, alnındaki
sivilce büyüyor. Aklımı bunlarla karıştıramam. Halil yok. Çıkıp arayabilsem
keşke, dermanım yok. Aramaya git, diyorum Kemal’e. Bak sağa sola, o üçüncü
kattakilere sor. Halil her şeyimiz, onsuz mutlu olamayız. Hava kararıyor, suni
çamın ışıkları yanıyor. Rengarenk. Yaşam vadediyor. Gelmedi Kemal de. Yalnız
kaldım. İçeri çekip katlettiklerini tahmin ediyorum onu. Kendi felaketini yarattı
belki de. Soğuk içime işliyor yalnızlık kadar. Hangisi daha keskin?
İş hanının tepesinden bağırıyor Halil. Beni bir örümcek
ısırdı abi bi bi, sesi yankılanıyor bir kerelik. Fakir bir örümcekti, cılız,
güçsüz. Isırdı ve öldü. Kendimi bir bırakayım boşluğa, bak göreceksin nasıl ağ
ağ öreceğim kırılan camımızı sonrasında, nasıl ısınacağız, nasıl alt edeceğim o
kötü adamları, nasıl, aman nasıl! Üçüncü kattan testere filmindeki cıgıcıgı
gülme sesi geliyor John Kramer’dan, I
wanna play a game, diyor Kemal’e. Aşağı atıyor kendini Halil. Çam ağacının
tepesine yapışıyor. Gövdesi parlıyor, patlıyor. Isınıyor sokak, aydınlanıyor, alev
alev oluyor.
Cıgıcıgı gülüyorum. Sağlığım bozuk, öldü öleceğim. Aklımda
hain planlar.
İnsanlar sıraya girmişler, ellerini ısıtıyor, hemen ötedeki
yeni açılan kahvecide kahvelerini sipariş ediyorlar. Belediye başkanı umutlu:
Şehrin çevresini değiştireceğiz. Kemal’i bir yılbaşı şapkası, belinde bir
zincir ve Kotçu Haşim’in kotlarından biriyle görüyorum dilenirken.
Hava soğuk. Yalnızım. Kaskatı kesilmiş gövdeli kuşlar
canlanıyor, kızarıyor; elimi kalorifere bastırıyorum ama soğuk, yerden göğe
yükseliyor alevler, güzel dünya, hayat güzel aslında.
No comments:
Post a Comment