Gittiğim yerlere keçim Vengi’yi de götürüyorum. Kucağımda,
sırtımda, belki yanımda. Bol tüylü, besili, koca ağızlı. Şirin. Şirin, neşeli,
hayatı olduğu gibi kabul eden. Onu yağmurlu bir günde, yapraklar savrulurken
yere, gün ağarırken buldum. Ağacın tepesindeydi, dalların bitiminde. Çıngırağı
vardı boynunda, gözleri hüzünlüydü, yalnızdı. Dürttüm bir sopayla, bağırdı,
bağırdım ben de, sustu, sakinleşti. Sopanın ucunu kemirdi keskin dişleriyle,
dilini gezdirdi pürüzlü sessizlikte.
Vengi evden kaçtı, böyle bir şey olamaz. Kıyamet bu. Sokakta
iki adamın “Bencu, Bencu” dediklerini duydum, gördüm suretlerini. Bencu
sözcükleri öfkeli çıkıyordu ağızlardan. Vengi’nin ağzı güzeldi, büyük, beyaz,
ıslak. Ona hazırladığım yemeği de yememişti. Televizyon devrilmişti yere,
tüplüydü bu cihaz, eskiydi ama devrilmişti. Vengi saçlarını iki yana savururdu
bazen. Televizyonun önüne geçer, ekrandaki renkleri, hareket eden eblehleri
izler, bağırırdı. Vengi’nin gittiğini onu içine kapattığım tuvaletten esen
rüzgârdan anladım. Kapıyı kırmıştı keçim, kolunu yemişti önce (kapının), sonra
eşikte beklemişti muhtemelen (çünkü eşiğin üstünde dışkı pareleri görmüştüm.)
Onu kurtaracak, yeryüzüyle buluşturacak bir adım atmadan evvel son bir kez
ardına bakmış, duşakabinin beneklerini, tavandaki su lekelerini, kirli
havluları, kirsiz havluları, tıraş bıçaklarımı da izlemişti tabii, boncuk
gözleri parlamış, derin bir solukla çıkmıştı dışarı bunu takiben. Apartman
yöneticisine sormuştum Vengi’yi, nerede, demiştim Sait Bey, nerede acaba?
Bakmıştı yüzüme, tipimi bir incelemişti, gözlerini kısarak, aidat, demişti, bu
ayınki verilmemiş, geçen ayınki, önceki ayınki birikmiş, birikmiş, ödeyin.
Sırası mı, diye üstelemiştim, sırası mı Sait Bey, panik hâlindeyim, zamanı mı,
yeri mi şimdi Allah aşkına? İçeriden televizyonun sesi yükseliyordu, benimkini
kırmıştı keçim. Apartmanın geçmiş zaman kokan varlığının ortasında elini
sakince vestiyere götürmüştü Sait Bey, diliyle ıslattığı parmağıyla bir tomar
kâğıdı koparmıştı koçanlarından. Evet, peşin verirseniz daha iyi olur. Malüm
(tam olarak malüm demişti, malum yerine. Ancak bunu öyle şirin demişti ki, öyle
peltekçe ifade etmişti ki gülümsemiştim.) Giriş katta oturuyordu yöneticimiz. Oradan
sevk ve idare ediyordu bizi, bıyıklıydı normalde. Bıyığını yanlışlıkla, dalgınlık
eseri kestiği bir günde denk gelmiştim ona bu kez; utanıyor, eksik
hissediyordu. Gülümsedim ve apartmanın dış kapısında beliren iki adamı fark
ettim. Bencuculardı bunlar. Sait Bey, açmayın kapıyı rica ederim, dedi. Hırsla
vurdular metale; bir isin, bir lekenin kalktığını, boyasız duvarlara çarparak
Sait Bey’in burnunun altına biriktiğini hissettim. Öksürdü, öksürdük.
Büyülenmişti sanki, itaat etmeye hazırdı. Otomata bastı, gözlerini kıstı.
Merhaba beyler, dedi. İşte, hepsi sizin. Buzdolabı poşetinde biriktirdiği aidat
paralarını verdi. Bencu, bencu, dediler, kahkahalar attılar. Onu insaniyet dışı
eylemlere maruz bıraktılar. Havlattılar, möölettiler (bu hayvani tavırlar bana
keçimi hatırlattı, üzüldüm) ve soydular adamcağızı, buruşuk derisine dokundular
bir müddet, yutkundum. Televizyonda yükselen magazin gümbürtülerindeki dayak
vakalarını canlandırdılar yöneticimin üzerinde. Karardı hava. Gittiler karanlık
karnavalında, gözleri ışıltısızdı, kötü kişilerdi, edepsiz ve hayasızlardı bir
de. Beyaz bereleri vardı, uyumsuz kıyafetleri. Ses edememiştik Sait Bey’le.
Çıkınca onlar dışarı hafifledi bedenlerimiz, büyülü etki bitti. Aidatınızı
ödeyin, dedi yönetici. Poşeti bulamayınca inledi, aman, aman, dedi. Yine mi o
ikisi yoksa, gene mi geldiler de elimden aldılar neyim varsa, ha, diye sordu.
Alacalı merdiven taşlarını inceledim, bakamadım yüzüne, size ne şebeklikler
ettirdiler, burada bahsedemeyeceğim şeyler yaptırdılar, diyemedim. Benim,
dedim, benim de keçim Vengi’yi biliyorsunuz, gitti, yok oldu. Acaba, bunlar mı
çaldı, götürüp kavur kavur yediler mi, kellesini kör bir kazığa oturtup Sineklerin Tanrısı mı ettiler, ne oldu
keçime, de dedim giderek sönen bir sesle.
Hasibe Hanım öldükten sonra, dedi, yalnız kaldım. Çaresiz.
Dantelaları, kokulu minderi, takıları kaldı yadigâr. Çay içerdik bir demlik,
çiçekleri sulardım ben, ekmek kızartırdık. Oğlumuz kaçınca evden, evden, evden...
Takılmıştı evden kelimesinde. Dur bir dakika, kaç yaşındasın sen? Sait Bey,
dedim şaşırarak, size yalvarıyorum bırakın bu nostaljiyi de keçimi bulalım.
Bedeni benlerle kaplıydı evladımın, belki bu adamlar kaçırdı onu. Sen misin
yoksa oğlum, hı, benlerini görebilir miyim? Sarıldı sıkıca, yıllarca seni
aradım, meğer aynı apartmandaymışız, oğlum, kadersizim, yoklamaya başladı
bedenimi. Boğulacak gibi olmuştum, zor kurtuldum elinden. Sait Bey, diye
öfkeyle seslendim, kendinize gelin. Ne oğlu ya, neredeyse aynı yaştayız, nasıl
oğlunuz olayım, nasıl, keçim nerede? Karardı yüzü, ne bileyim, dedi, defol o hâlde
oğlum. Hain evlat. Reddediyorum seni, reddediyorum işte, git. Son bir kez
sarılayım, belki çıkamam yarına. Ağlıyordu iki kere hüngür. Pazardan aldığı
öteberiyle içeri geçti Hasibe Hanım. Sait Bey, dedi, kime musallat oldun yine?
Kusura bakmayın siz, ilacını vermeden çıktım evden. Malüm (yine malüm) ekonomik
kriz var. Domates, salatalık, kıl biber aldım. Fasulye biraz, kabak bir kilo.
Çekiştirdiler dört yanımdan, etlendim ve geçemedim pazarcı şemsiyelerinin
altından. Muz aldım yerli, bir koli yumurta. Bak, en altta kalmış, kırılmış.
Sait Bey, geç içeri, geç, yine batırmışsın üstünü başını koca bebek. Kadını,
Hasibe Hanım’ı, biraz daha sağlıklı buldum ve sordum. Hasibe Hanım, keçim Vengi
kayboldu, nerede olabilir, siz tecrübelisiniz, hangi yola gitmiştir, iç çektim,
ölmüş müdür? Şu balkondan bizim pencerenin içine, kitaplarıma pisleyen şeytan
mı o? Gitti mi, oh, gitti mi, sefam olsun, gitti mi, baksın başının çaresine.
Gitmeseydi çağıracaktım polisleri. Amir bey evladım, diyecektim, bu tüy torbası
bilerek balkonun demirleri arasına yağlı postunu dayıyor, tam benim camları
nişan alarak saldırıyor. Kurtuldum nihayet. Duydun mu Sait Bey? Üç ay, diyordu
Sait Bey, bu ayı da verirse, evet, aidatı tamamlarız. Ya para poşetim? Sen
yirmi iki sene önce yöneticiydin Sait Bey, ne parası, ne poşeti? Sustum,
girmedim söze. Ben de görmüştüm bazı şeyler, konuşmadım. Ağlamaya başladı Sait
Bey, içmem o ilaçları. Tükürürüm, tükürürüm de kullanmam. Arabayı güç bela
taşıdık içeri, yardımcı oldum. Buzdolabına özenle yerleştirdim alınanları. Her
şey hormonlu, tümü sahte, tamamı doldurulmuş. Ses etmedim. Buzdolabı
çalışmıyor, küf kokuyordu zaten. Sait Bey, kulağıma eğilip, hasta, dedi, yazık.
Ona bakıyorum, o da bana baktığını sanıyor. Böyle böyle öleceğiz. Oğullarımız
vefasız çıktı, o ikisi, o iki büyücü bizim oğullarımız işte. Hep yoldular bizi,
biz ne ettik, ne ettik? Boş tencereye soğuk su koyup kaşıkla karıştırmaya
başladı Hasibe Hanım, yaşamıyor gibiydi. Tuzu versene Sait Bey, dedi, tuzu az
olmuş bu yemeğin. Keçimi unuttum derken iç odadan gelen keyifli hayvan sesini
duydum. Masada bekliyordu. Bana bakınca biraz tavırlı şekilde gülümsemişti.
Hasibe Hanım, kaynattığı su tenceresini salona getirdi. Yemek masasındaydık,
acıkmıştık. Niye kaçtın, dedim Vengi’ye, neden gittin, tamam biraz kaba
davrandım, özür dilerim, bağladım ve dövdüm bazen ama hak ettin, iyi halt ettin
de kaçtın. Burası sanki kendi evin kadar rahat mı? Söylesene. Şöyle tüylerini
bir yana atarak kellesini çevirdi, suyun içine ayaklarını soktu. Kolay tarif,
diyerek malzeme listesini saydı Hasibe Hanım: 1 su bardağı yoğurt, 1 yumurta, 2
yemek kaşığı sıvı yağ, 1 paket kabartma tozu, ½ limon suyu, 1 çay kaşığı tuz,
2.5 su bardağı un. Aklım karıştı, bu tarifin adı keçi ayağı olsa da içinde keçi
ayağı yoktu. Ya böyle, dedi, ya da bu şekilde keçi ayağı sokup da olur, denemek
ve böyle şeylere açık olmak lazım. Televizyondaki yarışmada gerilim müzikleri
vardı, hüzün ve galibiyet, mağlubiyet ve neşe mevcuttu. Eve çıkalım, dedim
Vengi’ye, lütfen uzatma daha fazla. Bu adamla kadın delirmiş. Hem yanıyor
ayakların, buharlar çıkıyor. Daha da bastırdı nispet yaparcasına. Boş
tabaklardaki olmayan sular içildi, afiyet olsun, dendi, afiyetler olsun
herkese. Bugün de doyduk şükür. Esnediler, battaniyemi getir, dedi Hasibe
Hanım, üşüyorum, buz gibi ayaklarım, ellerim. Ölmüşüm gibi, yaşamıyormuşum
gibi. Titriyorum. Sait Bey’in dudakları büzülmüştü, yorgunluk vardı üzerinde.
Tamam, hanım, dedi, dokundu ellerine, kadının gözleri kapandı, soluk rengi daha
da soldu. Sait Bey, keçiyle kadını birbirine bağladı kalın bir iple. Sıcacık
etti bedenlerini. Postun içinde kayboldu Hasibe Hanım, keçileşti, vahşileşti.
Birazdan gelecekler, dedi. O iki iblis, gelecekler ve
sarılacaklar bana. Ne istiyorlar benden, ne? Bilmediğimi ifade ettim. Yağmur
inceden çiseliyordu. Soğuktu, kapı yavaşça çalındı. Bendim gelen. Apartman
yöneticisi kılığındaki kendime sormuştum Vengi’yi, nerede, demiştim Sait Bey,
nerede acaba? Bakmıştım karşıdaki yüzüme, tipimi bir incelemiştim, gözlerimi
kısarak, aidat, demiştim, bu ayınki verilmemiş, geçen ayınki, önceki ayınki
birikmiş, birikmiş, ödeyin. Gelmişlerdi iki büyücü. Merhaba evlatlarım, dedim.
İşte, hepsi sizin. Buzdolabı poşetinde biriktirdiğim keçi etlerini verdim.
Bencu, bencu, dediler, kahkahalar attılar. Beni insaniyet dışı eylemlere maruz
bıraktılar. Havlattılar, möölettiler ve soydular bencağızı, buruşuk derime
dokundular bir müddet, yutkundum. Sevdiler, sanki, sevgi istediler. Tencereye
gittim sonra, Sait Bey, kulağıma eğilip, hastasın, dedi, yazık. Sana bakıyorum,
sen de bana baktığını sanıyorsun. Böyle böyle öleceğiz. Oğullarımız vefasız
çıktı, hep yoldular bizi, biz ne ettik, ne ettik? Soğuk su koyup kaşıkla
karıştırmaya başladım. Üşüyorum, dedim keçime, sarıl da uyuyalım. Geceler
soğuk, şehir karanlık, malüm, yalnızız.
Ağzım güzeldi, büyük, beyaz, ıslak.
No comments:
Post a Comment