Sağ kulağına parmağımla sertçe vurdum. Canı acıdı Kuzey’in,
gözlerimin içine baktı, tepkisizdi, önündeki ekrana düştü bakışları yine. Ne
yapacağız, dedim ona, nereye gideceğiz, ödeyemiyoruz kirayı, ne olacak hâlimiz?
Boyu uzundu (183 cm) Kuzey’in. Ona boyunu sorduğumda hep 1830 mm der, gülümser,
sanki daima mutlu olacakmış gibi sırıtırdı hatta. Sonra susar, ekrana
gömülürdü. Tuhaf çocuktu. Nerede, hangi şartlar altında bir araya gelmiştik,
anımsamıyordum. Bir okul ya da kır (tam olarak ne dediğini anlamamıştım,
sözcükler fonetik olarak birbirini andırıyordu) gezisinde gördüğü ve bir kez
olsun konuşmadığı bir kıza körkütük âşık olmuştu ve açılmaya korkuyordu. Ya
reddederse, demişti bana bir bahar akşamı, (balkonlarda komşuların gürültülü
varlıkları esiyordu üstüme) ya reddederse abi? Başım kaşınıyordu, öldüresiye
tırnaklamıştım deriyi, bilmiyorum, demiştim, ya kabul ederse. Önündeki ekrandan
yüzüne bir ışıltı yayılıyordu Kuzey’in. Robocop
serisinin 1990 tarihli 2. filminde, eski bilgisayar ekranında beliren koca
ağızlı, belirsiz ve beyaz bir yapay zeka suretini andırıyordu varlığı. Zaman
zaman tedirgin oluyordum onunla aynı evi paylaşmaktan. Sustuğu ve günlerce aç
susuz öylece durduğu oluyordu bilgisayar başında. Gözlerini dahi
kımıldatmadığını fark etmiştim. Artık çağırmıyordum yemeğe, gerçi yiyecek
alacak para da kalmamıştı. Sabahın erken saatlerinde, kirli bir sis içinde
amele pazarına yürürdüm. Kullanılmayan üst geçidin ayakları sidik kokardı. Kimi
günler işler iyi gider, bir ev taşıma şirketinden aldığım yevmiye ile
direnirdim hayata; bazense iş çıkmaz, soğuktan donar, donar ve dönerdim eve.
Kuzey’in üstü başı kirli olurdu genelde. Hareket etmezdi, geçittekine benzer
bir koku yayılırdı sessizliğinden. Yumruklarımı sıkardım, konuşmazdı,
konuşmazdım. Bilgisayar ekranında, âşık olduğu kıza ait olduğunu düşündüğüm,
bir fotoğrafı büyütür, kafaya göze odaklanır, faresini tık tık öttürür dururdu.
İri cüssesine oranla minik kalan ellerini pır pır çırparak
salona geldi Kuzey. Abi, dedi, kızı nerede gördüğümü hatırladım, gidip bulalım.
Yan dairedeki beş yaşındaki velet, duvarı tekmeliyordu yine. Avize sallanıyordu,
ev sahibi Ayşe Hanım’ın kıymetlisiydi bu aptal kristal avize. Beni karşısına
oturtmuş, bu avizelere dikkat et, gözün gibi bak, maddi değeri olmasa da manen
benim canım kadar değerli onlar, demişti. Gözleri (ya da kaşları) çekik olduğu
için Capon Ayşe diyordu apartmandakiler ona. İki blok ötede, beş katlı binanın
en üst katında oturuyordu. Son gelişinde, kiraya da zam yapacağız artık
evladım, sözlerini sarf etmişti. Aslında onun torunu, yine aynı adı taşıyan ve
çekik gözlü (ya da kaşlı) olan Ayşe de bana âşıktı. Yaşlı Capon Ayşe bu nedenle
evde bir süredir kirayı ödemeden oturmamıza ses çıkarmıyordu. Torunu bizim eve
her gelişinde elindeki telefondan başını kaldırmaz, sağ eli telefondayken sol
elinin işaret parmağını sağa sola kıvırarak bedenen esnerdi. Küçümseyen bakışları
vardı (ben bu bakışları telefon ekranındaki yansımalardan sezerdim elbette) ve
onu sevmiyordum. Odaları (telefon ekranından yansımalar yoluyla) dikizlerken
Kuzey’i gördüğü bir bahar sabahı (komşulardan ikisi birbirini –belki de aynı
anda saplamışlardı metali, eşzamanlı akmıştı komşu kanları- bıçaklıyordu) korkuyla
sıçramıştı yerinden ve telefondan gözünü ayırmamıştı. Kim bu yaratık, diye
sormuştu. Nereden çıktı? Cevabını bilmiyordum. Kuzey tepki vermemişti hâliyle.
Parmaklarının titrediğini görebiliyordum. Fareden tık tık sesler geliyordu.
Gitmişti sonra Genç Capon Ayşe, sahi nereden gelmişti Kuzey? Abi, dedi Kuzey,
bulalım gidip. Google Earth’te
aradım, yerini keşfettim sonunda. Gülümsedi. Gülümseyince içindeki ikinci
insan, yakışıklı ruh ortaya çıkıyordu. Tamam, dedim Kuzeyim, bulalım, sen mutlu
ol yeter. Bana ekrandan bir şeyler gösterdi ama anlamadım. Yol kenarındaki
seyyar satıcılara, meyve satan adamlara dek her şeyi gösteriyordu uygulama,
oysa ben kız filan görmemiştim. Kirayı nasıl ödeyeceğimi düşünüyordum.
Tekmelenen duvar, artan öfkem ve yere düşen bir kristal avize tanesi. Kuzey
durgunlaştı, odaya gitti (ne zaman gelmişti ki?) bunu takiben, Genç Capon
Ayşe’yi düşündüm, diri bedenini hayal ettim etmesine de küçümseyen bakışlarını
anımsayınca burnumdan soludum, ruhumdan ve bu dünyadan soğudum. Yaşlı Capon
Ayşe’yi düşündüm bir de, onu öldürmeyi, Raskolnikovlaşmayı tabii, kiraya da zam
yapacağız artık evladım derken yaptığı öz çekimleri ve buruşuk elleriyle
kurguladığı sanal gerçekliği parçalamayı, yağlı bedenini örten birkaç parça
renkli bezin yalnızca üst kısmını kadraja alarak müstakbel adaylarına takdim
ettiği cüssesini yeryüzünden silmeyi geçirdim aklımdan. Elimde ovaladım kristal
avize tanesini. Işıldıyordu. Köşelerinde kırılan kırgın yüzümü seyrettim.
Sustum. Gece boyu kabuslar yakamı bırakmadı. Kuzey’le yapay bir ormanda esir kalmıştık.
Çıkamıyorduk dışarı. Bağırıyordu o, hayvansı sesler çıkarıyor, yırtınıyordu ama
kurtulamıyorduk. Ağaçların üstünden zıplıyor, uçuyorduk bazen, dikenli telleri
aşsak da geçemiyorduk görünmez duvarları. Kuzey’in gamzesi olduğunu ilk kez bu
rüyada fark etmiştim, oraya korkunç bir tebessüm düşürmüş, bir şeyler
planlıyordu. Kan ter içinde uyandım, gittim odasına Kuzey’in. Soluksuzca
uyuyor, kımıldamıyordu. Dokundum yüzüne, gamzesinin çukuru hakikaten oradaydı.
Sıcaktı içi, derin bir acı birikmişti o boşluğa sanki, titriyordu, yutkundum,
sessizce salona geçtim.
Ertesi gün bir avizeciye uğradım. Taneyi gösterdim. Beş para
etmez, dedi şöyle özensizce bir bakıp. Yine de getir tamamını, inceleyelim.
Kuzey benden müjde bekliyordu, fırlattım taneyi kafasına. Al sana, dedim, hayal
dünyana gidiş bileti. Yarılan kafandan akan kanla çok geçmeden dalarsın derin
bir uykuya. Sonra defol git, nereye gidiyorsan. Zaten nereden geldin sen,
nereden? Kan, burnunun yanından bir sicim şeklinde akıyor, gamzesinde birikip
dökülüyordu omzuna. Öfkem artıyordu, gidip omuzlarını sarstım. Söylesene aptal,
nereden çıktın sen? Konuşmadı ve gözleri kapandı, yığıldı yere sertçe. Korktum,
boyunu sordum, 1830 mm dedim, güldüm ürkerek, yanıt gelmedi. Salona geçip
tırnaklarımı kemirdim. Nasıl olsa düzelir, dedim içimden. Öldü, dedim dışımdan.
Ağzımı kapattım ellerimle. Haykırmamak için zor tuttum kendimi, kanattım avuç
içlerimi. Saatler sonra döndüm odasına. Yerde soğumuştu gövdesi. Dokundum,
ürperdi içim. Yumruklarımı sıktım, kaşınan başımı kazıdım tırnak tırnak. Elime
bir miktar kan geldi hatta, içim rahatladı. Kendini kanatınca rahatlıyordu
insan. Kan atınca vücuttan şeytanlaşıyordun işte. Oturttum Kuzey’i
bilgisayarının başına güç bela. Fark etmeyecekti, zaten çoğunlukla
kımıldamıyor, varlığı yokluğu belli olmuyordu. Kimliği yoktu, ölse kalsa birdi.
Huzurla gülümsedim ona uzaktan bakınca.
Yüzü parlamıyordu nedense. Bilgisayar ekranını açtım.
Işıldadı ölü çehresi. Kara bir işlem ekranı çıktı önüme, rüyamda gördüğüm yapay
orman belirdi. Kuzey’le ben orada bir oyun içinde kurtulma mücadelesi
veriyorduk. Kuzey, ekrandan seslendi: Abi, gel, ben kurtuldum o sahte dünyadan.
Hakiki dünya burası. Gel. Kızı bulalım. Neşe doluydu yüzü. Gamzesi parlıyordu.
Nasıl geleyim Kuzeyim, dedim, nasıl? Capon Ayşe’lere ne derim sonra, nasıl
geleyim? O hâlde, dedi Kuzey, üzülerek, boynunu büktü, o hâlde yalnız
yürüyeceğim bu yolu. Ben de seni bu dünyada öldüreceğim ki ödeşelim. Elindeki
çözünürlüğü düşük bıçağı (eşzamanlı akan komşu kanı metalleri tadında) kafama,
sızlayan ve delice kaşınan yaraya (yara vardı demek ki) sapladı. Sabahın erken
saatlerinde, kirli bir sis içinde beklediğim amele pazarının ağaçlarla dolu
hâline, yeşillerin arasına düştüm. Gözlerimi açtığımda oyundaydım.
İçeri geçti Yaşlı ve Genç Capon Ayşe’ler.
Ölmüş dedi Genç Capon Ayşe, kanatmış kafasını zavallı,
öldürmüş kendisini. (Bunu telefon ekranına bakmak ve ekranı odada gezdirmek suretiyle
söylemişti.) Diğeri zaten yıllardır ölü bir dev oyuncak ayıydı. Bu zavallı, onu
yaşıyor sanıyordu. Boyu da pek uzundu, dedi Yaşlı Capon Ayşe: 183 cm. Garibanla
alay ederlerdi boyun kaç diye. Hep 1830 mm derdi. Oyuncak ayısını sarar,
susardı. Bana âşıktı galiba, dedi Genç Capon Ayşe. Gölgelendi yüzü yaşlının. Ona
merhaba dediğimde gülümser, sanki daima mutlu olacakmış gibi sırıtırdı hatta.
Sonra susar, ekrana gömülürdü. Tuhaf çocuktu bu Kuzey, ayısının da adı Kuzey’di
herhalde.
Tamam, dedi Yaşlı Capon Ayşe. (İçinden, asıl bana âşıktı, demişti
öfkeyle) Şu bilgisayarı da al, satarız, para eder. Son bir kez ekrana baktı
Genç Capon Ayşe. Kara bir işlem ekranı çıktı önüne, rüyasında gördüğü Robocop serisinin 1990 tarihli 2. filmi
vardı karşısında. Bilgisayar ekranında beliren koca ağızlı, belirsiz ve beyaz
bir yapay zeka suretini andırıyordu varlığı. Gel, dedi ekrandaki Yapay Zeka
Ayşe. Gel, sıkılmadın mı hâlâ? Yaşlı Capon Ayşe, kızın sağ kulağına parmağıyla
sertçe vurdu. Kız bayıldı. Kaptırma kendini şu sanal saçmalıklara, diye kükredi
yaşlıca. Telefonunu aldı, gövdesinin üst kısmını fotoğrafladı defalarca. Hemen
gönderdi bir adama. Adam, daha, dedi, dahası yok mu? Telefonun arka yüzü
ışıldıyordu. Kadın, gamzesi olduğunu ilk kez bu ışıltıda fark etti, oraya
korkunç bir tebessüm düşürmüş, bir şeyler planlamıştı. Elinde nadide bir
kristal bıçak vardı yaşlının. Genç Capon Ayşe’ye dokundu, ürperdi içi.
Yumruklarını sıktı, kaşınan başını kazıdı tırnak tırnak. Eline bir miktar kan
geldi hatta, içi rahatladı. Kristal bıçağı ekrana sapladı. Merhum kocasını
hatırladı. Dev gibi adamdı. 183 cm boyu vardı, heybetliydi. Koca ağızlı,
belirsiz ve beyaz bir yapay zeka suretinin ta kendisiydi kocası. Hain, dedi,
hain herif, gittin, gittin de sanal alemlerde fink atıyorsun bir de. Tuh, yazıklar
olsun. Sanal koca, gel, dedi, hanım, gel. Ölmedin mi daha? Hem, sen sahiden
yaşadığını mı sanıyorsun?
Defalarca ekrana sapladı bıçağı. Sanal adamın ağzı acıyla
açıldı, kapandı. Alevler çıktı bilgisayardan. Game over yazdı, oyun bitti, yazdı. Oyunu yapan Kuzey yazdı. Gamzesiyle gülümsüyor,
kazandım, diyordu görüntüsünde. Tek kişiydi Kuzey. Tek kişiydik. Tek.
Siyah ekran.
No comments:
Post a Comment