Babam öldü. Nefes yetmezliği.
Sözünü dinlemedim hiçbir zaman, burnumun dikine gittim. Bu,
yaşamının son yıllarına dek sürdü gitti. Pişman oldum sonra, yaşlar döktüm
gözümden. Ölmeseydin baba, dedim, babacığım, seni özledim. Ondan kalanlara
-fıstık yeşili gömleğine, sigara kokan hırkasına, hiç okumadığı kutsal kitaba,
özenle katlayıp sakladığı seccadesine, rengi atmış bir salça kutusundaki
fotoğraflarına, miadı dolmuş bozuk paralara, içi asla doldurulmamış fotoğraf
albümüne, bir asker arkadaşından yadigar kristal küllüğe ve duvardaki “Saldır
Kanarya, En büyük Fener” gibi posterlere- bakamadım, canım sıkıldı. Toplayın,
dedim mahallenin muhtarına, neyi varsa ihtiyaç sahiplerine verin. Bir izi
kalmasın, hatırası ve tozu kalmasın.
Annem kendini duvardan duvara vuracak bir tip değildi. Sanki
köpeğimiz Sansar –ne anlamsız bir isimdi bu- ölmüş gibiydi. Suratı asık olurdu
beni doğuranın genelde, bu ölüm de onu yumuşatmamıştı. Kömürlükteki kütükleri
kırmaya çıkmıştı ertesi sabah. Babamın ölüsü içeride soğuyordu. Ölümün belki de
en büyük tesiri, annemin ifadesiz yüzüne yerleşen anlamlandıramadığım öfkeydi.
Baltadan sıyrılıp parmaklarına batan kıymıklar canını yakıyor, biraz daha
sertçe vuruyordu kütüklere bu kez. Hatta bazı iri odun parçalarının uçurumdan
aşağı yuvarlandığını görmüştüm, orada yeni yeni yükselen devasa binalardaki
pencerelere girmesini ummuştum içten içe, sinsi sinsi o lüks odalardaki
bebelerin parmakları da yaralansın istemiştim. İstediğim hiçbir şey olmuyordu
nasılsa.
Evde daha önce görmediğim bir kalabalık peyda oldu o akşam.
Ağlamalar başladı, kırık camımızdan içeri dolan soğuk hava tuhaf bir ses
çıkarıyor, ağıtlara karışıyordu. İyi adamdı, diyordu yaşlıca bir kadın, biraz
sertti mizacı. Erkek o erkek, demişti amcam olduğunu öğrendiğim muzip bakışlı
bir adam. Kır saçlarını savuruyor, yaşlı gözlerinden sızan sıvılara,
saçlarından yağan kepekler karışıyor, her şey birbirine karışıyordu. Büyük bir kazan içinde et kavruldu, mis
gibi kokuyordu. Yayıktaki ayran ikram edildi. Daha fazla dayanamadım, iç odaya, babamın ölüsünün beklediği yere, gittim. Annem oradaydı, sessiz ve duygusuzca.
Girdiğimi görmedi belki, belki de tam sırası diye düşündü. Affetmeyeceğim seni,
dedi, sen zalimsin, ölümün bir yalan, yalan. İki avuç içiyle ölü babamın
göğsüne bastırdı. Salondaki sesler giderek azalıyordu bir yandan. Yengelerim
gidenleri uğurluyor, köpek ulumaları karanlığı parçalıyordu.
Babam günün birinde sırtında koca bir kutuyla gelmişti eve.
Annem pirinç ayıklıyordu, saatlerce süren ayıklamasının çoğunda pirinçleri
ufaladığını, tuz buz ettiğini görmüştüm. Nefes nefese kalmıştı babam. Odasına
çekildi hemen, teybini açtı ve Fenerbahçe marşlarını dinlemeye başladı her
zamanki gibi. Takımın 1972 kadrosunu ezbere saydı yüksek sesle ve kahkaha attı,
öksürdü, nefesi kesildi, yere yığılma sesi geldi ve elinden pirinç tepsisi
düştü annemin. Git, dedi, git bak. İçeri girdiğimde babamın yerde kıvrandığını
gördüm. Ağzından çıkan cümleleri şu şekilde derleyip toparlıyorum bugün: Beni
sevmiyorsunuz biliyorum, daima yanlış yaptım ama sizi seviyorum. Toparlandı
sonra, kutunun kartonunu çıkardı usulca. Kanepesine geçti, büyükçe bir makine
çıktı ortaya, prize taktı fişini. Buharlı tren misali sesler çıkarıyordu cihaz.
Korktum, korkma, dedi, erkek adamsın, korkma, böyle yaşayabileceğim ancak.
İçme, dedim, içme şu zıkkımı o halde. Anan seni doldurmuş yine, neyse. Kenarda
uzunca sırık gibi bir tüp gördüm, bir eliyle oksijen maskesini aldı ve yüzüne
geçirdi lastiğini. Derin derin, ölüp de diriliyormuş solukları aldı on dakika.
Fokur fokur rahatladı. Gevşedi lekeli elleri. Sonra kenara attı maskeyi,
makineyi kapadı, sardığı bir sigarayı çıkardı, içti. Oh be, dedi, böyle ömür ne
güzel, ölüm böyle güzel. Sustum.
Karar çıktı, evlerimiz yıkılacak. Gecekondular bir bir
temizlenecek tertemiz kentin bağrından. Uçurumun kenarından yan eve geçmeye
çalışırken ayağı kayan, yeni işçi blokları sitesinin pak bahçesine çakılan
Ahmet’in cesedi bir hayli kızdırdı zenginleri. Dilekçe vermişler işlemlerin
hızlanması için. Camimizin bahçesi sessizdi, yaşam arkadaşımız Ahmet tabutun içindeydi, yüzünü göstermediler bana. Ben caminin sıvasız duvarlarının da
fıstık yeşili renkte olduğunu anımsıyorum, cemaatin hakkını helal ettiğini,
cami hocasının tuhaf bir aleme dair mesajlar verdiğini bir de. Sabır, sabır. İş
makineleri bizim eve kadar geldiler. Benim aklım bir karış havada. Komşunun
kızı Ayşe’yi seviyorum ve biliyorum ki kardeşi Nagehan da beni seviyor.
Anneleri dul kalmış ve mahalleli onu kötü kadın sayıyor. Oyun oynuyoruz
kızlarla ama bir süre sonra karışık duygularımız dördüncü bir kişi, kötü bir
karakter olarak giriyor aramıza, dağılıyor öykümüz. Anneleri terk ediyor
mahalleyi ve Van’a göçüyorlar. Vişne ağacının tepesinde onların Van’daki derme
çatma evlerini hayal ediyorum. Uçsuz bucaksız bir yeşillik, huzurlu tarlalar,
damda gezen kediler, Ayşe’nin saçları ve güzelliği. Babam bağırıyor aşağıdan.
İn aşağı, in, it oğlu it, sana giyme demedim mi İspanyol paça. Rezil mi
edeceksin sen beni insanlara, in. Taş fırlatıyor, in, nefes nefese kalıyor. Annem
uçurumdan aşağı bakıyor. Kendini atıp atmamayı düşünüyor belki ama çoktan atmış
hayallerini aşağıya, çoktan.
Ortada kalıyoruz. Annem ortadan kayboluyor, kalıyorum ortada, babam ölüyor. Annemin Van’da olduğu haberini alıyor, mutlu
oluyorum. Babamın ani ölümünün sebebini annemin onun makinesini bozması olarak
yorumluyorum çünkü makinenin haznesinden kucak kucak pirinç çıkıyor nedense.
Annemi yoldan çıkaranın o kötü kadın olduğunu söylüyorlar. İstediğim
İspanyol paçayı giyebiliyorum rahatça. Uçurumdan aşağı bakıyorum, toz toprak
süzülüyor aşağıya doğru. İnsanlar mutlular, mutlular insanlar.
Ölmeseydin baba, diyorum, babacığım, seni özledim. Oksijen
makinesini aşağıya fırlatıyorum. Oh, derin bir nefes alıyorum. İş makineleri
evimizi parçalıyor.
Şimdi iki son veriyorum okura/ Bandersnatch’çe.
1. Aşağı atla ve öl 2. Ayşe’ye git ve mutlu ol
1. Aşağı
atlıyorum ve kanatlanıyorum sanki. Tertemiz evlerin üstünden geçiyor bedenim,
devasa fabrikaların zehirli dumanlarını aşıyorum. Şehrin insanları etrafıma
toplanıyor, bu fakirler de yetti artık, evlerini yıktırıyoruz, bu sefer de
ölüleri musallat oluyor, diyorlar. Temiz bir çöp tenekesine atıyorlar benden
kalanları, gülümsüyorlar pakça.
2. Ayşe’ye
gidiyorum her şeye direnerek. Annem de orada, onu yumuşatmamış gidişi, bitişi geçmişinin.
Bahçeyi çapalıyor. Ayşe, diyorum, ben geldim. Evin kırık camından dışarı
doluyor Nagehan’ın hüzünlü bakışları. Git, diyor Ayşe, git babasının oğlu,
annen anlattı seni bana, hain, pis. Bazı yüzü örtülü adamlar köydeki evleri
dolanıyor, erzak istiyorlar. İçeri kaçıyor herkes. Kapılar kilitleniyor.
Korkuyor insanlar, insanlardan korkuyorum.
Fenerbahçe’nin 1972 kadrosunu sayıyorum yüksek sesle,
kahkaha atıyor, öksürüyorum, nefesim kesiliyor: Ilie
Datcu, Yavuz Şimşek, Timuçin Çuğ, Levent Engineri, Ercan Aktuna, Yılmaz Şen,
Şükrü Birant, Serkan Acar, Niyazi Gülseven, Kamil Güvenal, Coşkun Demirbakan,
Cevher Örer, Ziya Şengül, Fuat Saner, Ersoy Sandalcı, Stevano Ostojic, Bünyamin
Çulcu, Önder Mustafaoğlu, Canan Açıkgöz, Nedim Doğan, Osman Arpacıoğlu, Necati
Göçmen, Cemil Turan, Muharrem Algıç, Yaşar Mumcuoğlu, Çetin Aktulgalı
No comments:
Post a Comment