1975’ten bu
yana Tarsus’ta yaşayan Remzi Karabulut’un usta bir anlatıcı olduğunu belirtmek
gerek. Bu ustalığı, kısa ama çarpıcı öykülerindeki izleri sürerek
sezebiliyoruz.
Kitabın
arka kapağında şöyle bir tanımlama yer alıyor: Remzi Karabulut, Acı Gösteri’ de epeydir unutulmuş insan
tipleriyle yeniden buluşturuyor okuru. Gizemli koleksiyonerden kasabanın
delisine, vitrin mankeninden Yılancı Yunusa tüm kasabanın içinde kendine yer
bulduğu bir kitap Acı Gösteri.
Gündelik sıkıntılardan bile mizah çıkaran Akdeniz insanının sahiciliğiyle,
Güneyden bir tutam iyimserlik öyküsü...
Evet, bir
iyimserlik sarıyor okuru ama bunun hüzne dayanan bir temeli var. Firik sözcüğü,
olgunlaşmadan toplanmış buğday anlamına geliyor. Hüzünle, firik arasındaki
ilişki üzerine düşünülebilir bu noktada.
Kasabanın
delilerinin yer ettiği öykülerle ilerliyor kitap. Allahın Kulu Sabah’ta
Allahın Kulu Sabah’a yazarın bakışı ilginçtir:
Bir âlem adamdı Allahın Kulu Sabah. Şehrin neşesiydi. Köpeği Soytarı da öyle. Birbirlerine benziyorlardı. İkisi de zayıf, çelimsiz ve güçsüzdü. Onları ayakta tutan küfürdü. Yeryüzünde onun kadar güzel küfreden başka insan görmedim. (Sayfa 13)
Küfreden
bir adama, halkın ilgisiz bakışı hatta sempati ile yaklaşması ilginç ve
ironiktir. Küfrün olumlanmasının getirdiği bir sıcaklık yayılır kitabın
sayfalarına.
Yılanların Dölü’nde, bireyin bilinçsiz yaşantısının
emareleri belirir:
Şimdi olduğu gibi o zaman da birçok şeyi neden yaptığımı bilmezdim.” (Sayfa 17)
Deli Sakkur’un ve Yılancı Yunus’un öyküleri zaman zaman iç içe geçecek, zaman zaman
kopuverecektir birbirinden. İkisi de delidir tahminen, ikisine de “deli”
diyebilecek delilerin arasında. Bayram
Namazı adlı öyküde, camiye yılanını getiren Yılancı Yunus’un, cemaatten
dayak yemesi, hüzün verir okura: “Kimseye zarar vermiyormuş o yılan.” (Sayfa
34) Yılanın zehirsizliği ve insanın ürktüğü şeyler karşısındaki zalimane
tavırları şaşırtır bir kez daha farklı bir öyküde:
Biraz ilerledikten sonra soruyorum:“Ne istiyorsun sen bu yılanlardan, yazık değil mi?”“Niye yazık olsun? Ben onlara bir şey yapmıyorum ki.”“Ya zarar verirlerse birilerine.”“Zarar vermezler. Biliyorum. Ben bunlardan hiç korkmam.”Senin korktuğun bir şey var mı?”“Var tabii, olmaz mı?”“Nedir peki?”“Ben insanlardan korkarım. Çok korkarım.”“Neden?”“İnsanların ne zaman ne yapacağı hiç belli olmuyor.” (Sayfa 38)
İlk bölümün son öyküsü Gelin Kuyruğu’nda başkişi olan kız, içsel bunalımını şöyle döker cümlelere ve hayatı yorumlar kendince:
“O zaman da hiçbir şey anlayamazdım ben hayattan. Hiçbir şey. Her şey çok karışıktı. Belki de her şey çok karışık diye kafayı yedim. Bilmiyorum. Kimin ne yatığı hiç belli değildi çünkü. Midem bulanırdı her şeye. Tıpkı şimdi olduğu gibi.” (Sayfa 46)
Kitabın Ve Öbürleri
adını taşıyan ikinci bölümü Acı Gösteri ile
başlar. Sebze halinde simit ayran satan bir adamın Cem adında bir müşteri ile
karşılaşması ile başlayan basit kurgu, karmaşıklaşır ve güneyin sıcak
atmosferinden Kafka’nın karanlık sularına dökülüverir. Acı Gösteri adlı pastel
boya tablosunu Cem’e satan ressam simitçinin onun evinde ondan duyduğu sözlerle
güçlenir öykü:
Keşke insanın hiç ailesi olmasa… Annesi, babası olmasa… O zaman yaşarken belki de o ağır yük olmaz sırtında… Kim bilir? Kafka’yı anımsıyorum, babasından çektiklerini… Biliyorsunuz değil mi Kafka’yı? Hepimiz Kafka’yız ve hepimizin babası da Kafka’nın babasıdır…” ((Sayfa 57)
Bu sözleri
zihninde döndüren simitçinin içsel hezeyanı iyimserliğin zerresini taşımaz. Acı
Gösteri tablosu, insanların yaşantılarının bir gösteriden ibaret olduğunu
göstermesi ve çekilen acıyı işaret etmesi açısından sembolik bir önem taşır.
Nasıl bir dünyaydı içinde yaşadığımız? Niye sıkışıyorduk? Niye çaresiz kalıyorduk çoğu zaman? İnsanları anlayabilmekte neden zorlanıyorduk? Neden acı çekiyorduk? Ne olacaktı en yakın dostlarımızdaki çıkar çatışması ve ikiyüzlülük? Hangi kitap doğruyu yazıyordu? Yazılanla yaşanan neden birbirini tutmuyordu? Konuşulanla yaşanan arasında giderek büyüyen uçurum neyin nesiydi? (Sayfa 57-58)
Manken adlı öyküde, mankene arzu ile
yaklaşan adamın bilinçaltına inilmesi keyif vericidir. Psikanalitik, Freudyen
bir yaklaşımla ele alınmalıdır bu kısım. Bu kısımdan sonraki öyküler, içsel
gözlemlerin ağır bastığı yapıdadır. Yöresel tabirlerle, canlı bir dil
yaratılmaya çalışılmıştır. Murt dalı, göbelek, boz ayı, alıç ağacı, bu
canlılığı sağlamakla görevli unsurlar olurlar.
Bir başka öyküde, Sessiz
Osman’ın sesini duymak ister ve sonunda bunu başarmanın hazzını yaşarsınız.
Yoyulduk öyküsünde, tatlı bir ümitle
dolar içiniz, yerelden hareketle evrensel bir ileti verirsiniz ve katılırsınız
hep bir ağızdan öykünün sonundaki anda: Yorulduk!
Yoymacağım kendimi.
Yoymayacağız birbirimizi.Bize düşen hayatı da yoymayacağız.Evet, hiçbir şey yoyulmamalı.Hiçbir şey. (Sayfa 90)
Netice olarak, Karabulut’un Acı Gösteri isimli öykü
kitabının, hüzün kokan ve iyimserlik arzusu taşıyan bir eser olduğunu belirtmek
ama Acı Gösteri isimli öyküyü bunun dışında tutmak gerekir. Acı Gösteri’yi,
yazılan tüm öykülerin birer gösteri, temaşa, eğlencelik haline geldiği hayatta/kitapta,
direnen ve acının resmedildiği bir tabloyu işaret eden acı dolu bir “gerçeğe” benzetmek/yormak
gerekir.
Sevdiklerim
*Acı Gösteri adlı öyküde, yerel havanın bir anda evrensel
bir lezzete bürünmesi.
*Yılancı Osman’ın yılanlarla kurduğu samimiyet.
*Küncülü kazan simidinin Tarsus’a özgü lezzeti.
Üç tanımla kitap: Duru, hüzünlü iyimser, derindeki
acı
23.01.12 Pazartesi
No comments:
Post a Comment