| |
Nasıl yazıyorlar? | |
Mason Currey, Günlük Ritüeller: Büyük Eserlerin Yaratıcıları Nasıl Çalışır? adlı kitabında büyük dâhilerin nasıl çalıştıklarının izini sürüyor. Kitap, edebiyat eserlerinin içeriğine değil, yazıldığı koşullara, “anlamdan ziyade üretime” odaklanıyor. Currey’nin kitabından yola çıkarak edebiyatçıların eserlerini araştırdık. | |
Philip Roth yazma uğraşıyla ilgili şöyle der: “Kömür madenciliği zor bir iştir. Yazı ise kâbus… Mesleğin içine yerleşmiş muazzam bir belirsizlik, sizi bazı açılardan destekleyen ve sürekli devam eden bir şüphe dozu var. İyi bir doktor işiyle mücadele halinde olmaz; iyi bir yazarsa işiyle giriştiği mücadeleye hapsolmuştur. Çoğu mesleğin bir başlangıcı, ortası ve sonu vardır. Ama yazmak her zaman yeniden başlar. İşin doğası gereği yeniliğe ihtiyaç duyarız. Bu işte birçok yenilenme söz konusudur. Aslında her yazarın ihtiyaç duyduğu tek yetenek, bu son derece olaysız çalışma esnasında hareket etmeden oturma becerisidir.” Yazmanın nasıl harlı bir ateş olduğunu Roth’un bu tespitleri bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Her zaman yeniden başlayan, sürekli yeniliğe ihtiyaç duyan bir çalışma... Peki, yazar nasıl çalışır, hayranlıkla okuduğumuz yapıtlarını nasıl var eder? Kadim zamanların sorusu Sadece günümüzde değil kadim zamanlardan beri insanlar bu sorunun yanıtını aramışlardır. Bir Çin meseli tam da söz konusu arayışa ışık düşürüyor: “Çinli ressamların kendilerini tamamıyla doğaya kaptırmak üzere haftalarca dağlarda ve ormanda, hayvanlar arasında, hatta suyun içinde yaşadığı söylenir. Mi Fei, tuhaf bir şekilde bir kayaya kardeşim diyordu, Fan K’uan dağlarda ve ormanlarda yaşıyor, genellikle bütün gününü bir kayanın üzerine tüneyerek geçiriyor, kırın güzelliğini seyrediyordu. Yer karla kaplı olduğu zaman bile ay ışığında geziniyor, esinlenmek için kararlı bir tavırla ilerilere bakıyordu. Kao K’o-Ming karanlığı ve sessizliği seviyordu; yabanda dolanıyor, günlerini kendini kaybetmiş bir halde dağların ve ormanların güzelliğini tefekkür ederek geçiriyordu. Eve dönünce de bir odaya kapanıyor, kimsenin girmediği o odada ruhunun bu dünyanın sınırlarını aşması için çabalıyordu.” Susan Sontag, daha çok Pavese’nin günlüklerinden yola çıkarak yazdığı ufuk açıcı “Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş” adlı denemesinde, yazma sürecini şu sözlerle ifade eder: “Yazar, örnek bir çilekeştir çünkü hem acı çekmenin en derin katmanlarına inmiş hem de acısını yüceltmede profesyonel bir yöntem keşfetmiştir. Yazar, bir insan olarak acı çeker; yazar olarak da bu acısını sanata dönüştürür. Yazar, çektiği acıyı, sanatta elde edeceği kazanç uğruna kullanmayı keşfetmiş kişidir -tıpkı azizlerin, ruhların selameti için acı çekmenin yararlı ve gerekli olduğunu keşfetmeleri gibi.” Sontag dikkat çekici bir biçimde yazarı insan ve yazar kimlikleriyle ele alıyor. İnsan kimliği bu acıyı yüklenirken, yazar kimliği sanat katına çıkarıyor. ‘Konu bulamadığım günler olur’ Nurullah Ataç, 10 Eylül 1955 tarihinde güncesine şu notu düşer: “O yazarların ne yaptıklarıyla, nasıl yaşadıklarıyla gerçekten ilgilenirler mi? İlgilendiklerini sanırlar, o başka. Çoğu, öğrenmeleriyle unutmaları bir olur. Diyelim ki unutmadılar, şu hikâyecinin ne biçim çalıştığını, bu şairin geceleri kaçta yatıp sabah kaçta kalktığını iyice biliyorlar, ne olacak bunu bilecekler de?” Öte yandan Ataç, Yaşar Nabi Nayır’ın Varlık dergisi için kendisine yönelttiği, “Nasıl yazarsınız? Mevzularınızı arar mısınız? Ve sırf yazmak ihtiyacı ile masa başına hazırlıksız oturduğunuz olur mu?” sorusuna şu cevabı verir: “Öylesi de olur, böylesi de… Biliyorsunuz, ben bir gazeteye her hafta bir yazı veririm. Bir konu bulamadığım günler olur. Gene otururum yazmaya, konu gelir kendi kendine. Bir yazımı, gün olur, dört saat, beş saatte yazarım, kimi de çabuk biter.” Yaşar Nabi Nayır’ın bu sorusuna cevap veren yazarlarımızdan biri de Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Tanpınar, güç ve yavaş yazdığını söyleyerek söze girer ve “Yazarken çok değiştiririm. Çalışmaya başlayınca araya herhangi bir şey girmezse sonuna kadar aynı hızla devam ederim. Fakat aralık verince tekrar başlamaklığım için aylar ister.” dedikten sonra sözlerini şöyle sürdürür: “Çok defa devamlı çalışmam için eserin beni bırakmayacak kadar ilerlemiş olması ve kapıda matbaacının adamı beklemesi lazım olur. Hayatımda en mesut olduğum anlar sekizden bire kadar yazı masasının başında kalabildiğim anlardır.” ‘Zorluk ve sıkıntıyla yazarım’ Yaban, Kiralık Konak, Sodom ve Gomore gibi edebiyatımızın klasikleri arasında sayılan romanların yazarı Yakup Kadri Karaosmanoğlu ise yazdıklarından hiç de hoşnut değildir. Kendisine karşı müsamahasızlığını ya da kendi ifadesiyle “müşkülpesentliğini” ilkgençlik yıllarında okuduğu Gustave Flaubert’in, Anatole France’ın eserlerindeki göz kamaştırıcı ifade yeteneğine bağlar ve nasıl çalıştığını şu sözlerle dile getirir: “O uzak zamanlardan kalma harâbatilikle ben, kendimi hâlâ edebiyatın bohème’i içinde hissetmekteyim. Öyle Avrupa’nın kalantor üstadları gibi muayyen ve hususi bir çalışma tarzım yoktur. Yalnız şunu söyleyeyim ki, yazılarımı büyük bir zorluk ve sıkıntıyla yazarım. Yazıp bitirdikten sonra da hiçbir ferahlık duymam.” Dâhiler nasıl çalışıyordu? Mason Currey, Günlük Ritüeller: Büyük Eserlerin Yaratıcıları Nasıl Çalışır? (Kolektif Kitap) adlı kitabında büyük dâhilerin nasıl çalıştıklarının izini sürüyor. Kadim Çin hikâyesindeki duruma benzer bir biçimde Currey de bir buçuk yıl boyunca hafta içi hemen her sabah beş buçukta kalkarak önce dişlerini fırçalar, sonra bir fincan kahve hazırlar ve son dört yüzyılın büyük dâhilerinin nasıl çalıştıkları üzerine yazmaya koyulur. Kitap, yazarın da belirttiği gibi, “anlamdan ziyade üretime” odaklanıyor. Currey yazarlar kadar besteciler, bilim adamları ve felsefecilerin de çalışma biçimlerini irdeliyor ama biz bu yazı da sadece yazarların nasıl çalıştıkları üzerinde duracağız. ‘Haftada yedi gün, her sabah yazarım’ Nobelli yazarların çalışma biçimleri, disiplinleri askerî bir düzeni ve titizliği andırır. 2013 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Kanadalı öykücü Alice Munro, ödülü almadan önce verdiği bir söyleşide kendisine yöneltilen, “Haftada kaç gün yazarsınız?” sorusuna şu cevabı veriyor: “Haftada yedi gün, her sabah yazarım. Sabah sekiz gibi başlarım yazmaya ve on bir civarında bitiririm. Günün geri kalan kısmında başka işler yaparım, eğer son müsveddemi yazıyorsam ya da üzerinde çalışmaya devam etmek istediğim bir şey varsa bütün gün küçük aralar vererek çalışırım.” Munro’nun bu çalışma disiplini karşısında kaçınılmaz olarak ikinci soru gelir: “Bir düğün ya da etkinlik olsa bile uyulan katı bir çalışma programı mıdır bu?” “Öylesine takıntılıyımdır ki, belirli bir sayfa kotam vardır. Belli bir günde bir yere gideceksem o sayfaları önceden yazarım.” diyen Munro, söyleşinin devamında bir öyküyü bitirdikten hemen sonra yeni bir öykü yazmaya koyulduğunu söylüyor. Orhan Pamuk: Günde on saat Orhan Pamuk ise Manzaradan Parçalar adlı kitabında yer alan ve The Paris Review’a verdiği söyleşide, yazı mekânının mutlaka hayatın diğer işlerinin görüldüğü yerden farklı olması gerektiğini; evcilleşmiş, ehlileşmiş günlük düzenin, hayal gücünün işlemek için ihtiyaç duyduğu öteki dünyaya duyulan özlemi soldurduğunu ifade ediyor. Pamuk, 1986 baharında eşiyle birlikte evli öğrencilere ayrılmış bir evde yaşadığını belirtiyor ve aynı mekânda hem yatmak hem de yazmak zorunda kaldığını, aile hayatını hatırlatan ayrıntıların çalışırken kendisini huzursuz ettiğini anlatıyor. Pamuk daha sonra sabahları karısıyla tıpkı işe giden bir adam gibi vedalaştığını, evden çıkıp sokaklarda dolaştığını ve ofisine yeni gelen biri gibi masasına geçtiğini aktarıyor. Yazar, 1994’te Cihangir’deki evinde her gün ortalama on saat çalışmış. “Günde on saat mi?” şeklindeki soruya şu cevabı veriyor: “Evet, çok çalışırım. Masamda oturmak, oyuncaklarıyla oynayan bir çocuk gibi hoşuma gidiyor. Yaptığım temelde bir iş, ama aynı zamanda oyun ve eğlence.” Çocukların gürültü yapması yasak! Mason Currey, Thomas Mann’ın her gün saat sekizde uyandığını, yataktan çıktıktan sonra karısıyla bir fincan kahve içtiğini, daha sonra banyo yapıp giyindiğini, sekiz buçuktaki kahvaltının ardından dokuzda odasına geçtiğini ve hiç kimseyle görüşmediğini aktarıyor. Mann’ın esas yazma saatleri dokuz ile öğle saatleri arasıymış ve çocukların evde gürültü yapması kesinlikle yasakmış. Mann, “Her paragraf bir yolculuğa, her sıfat da bir karara dönüşür.” diye yazmıştı. Yazar için öğleye kadar oluşmayan her şeyin ertesi güne kalması gibi bir riski vardı, bu nedenle Buddenbrooklar, Doktor Faustus, Lotte Weimar’da ve Büyülü Dağ’ın yazarı “dişlerini sıkıp bir seferde yavaş adım atmaya” kendini zorluyordu. Ayakta yazan Hemingway Kısa cümlelerin ustası Ernest Hemingway, bilinenin aksine, her yazma seansına iki numaralı yirmi tane kalemin ucunu açarak başlamaz. Bu yanlışı şu açıklamasıyla düzeltir: “Bir seferde yirmi kalemim birden olduğunu hiç sanmıyorum.” Hemingway, üstünde bir daktilo ve onun da üstünde bir okuma levhası olan, göğüs hizasındaki bir kitap rafına dönük olarak ayakta çalışır. İlk müsveddeleri, levhanın üstündeki eğik duran pelür daktilo kâğıtlarına kalemle yazar, çalışma iyi gittiğinde panoyu kaldırıp yerine daktilosunu koyar. Günlük kelime randımanını bir çizelge üzerinden takip eder, yazmanın iyi gittiğine inanmıyorsa romana ara verir. İkindi saatlerinde yazılan başyapıt William Faulkner, “Ruhum beni harekete geçirdiğinde yazıyorum. Ve o ruh beni her gün harekete geçiriyor.” demişti. Döşeğimde Ölürken’i denetmen olarak çalıştığı üniversitenin elektrik santralindeki gece mesaisine başlamadan önce, ikindi saatlerinde yazmıştır. 1930’da büyük ve döküntü bir ev alan Faulkner, evi tamir etmek ve işleri hal yoluna koymak için istifa eder. Sonrasında erken saatlerde uyanan, kahvaltısını yapan ve bütün sabahı çalışma masasında geçiren bir Faulkner karşımıza çıkar. Öğle yemeğinden sonra evin tamiratına devam eder, ardından ya uzun yürüyüşler yapar ya da ata biner. Mesaiden sonra yazı masasında Tam yirmi yıl önce aramızdan ayrılan Tarık Buğra verdiği bir söyleşide Orhan Pamuk’un yazma imkânlarını kıskandığını söylemiş ve Pamuk’un başka bir iş yapmak zorunda olmadan bütün vaktini yazarak geçirebildiğini, oysa kendisinin sabahtan akşama kadar süren bir memuriyet mesaisinden sonra yazı masasına oturabildiğini anlatmıştı. ABD’li yazar Toni Morrison da çalışma koşullarından yakınan yazarlardandır. The Paris Review’a verdiği söyleşide, “Düzenli yazamıyorum. Bunu hiçbir zaman beceremedim; nedeni de daima dokuz-beş bir işim olmasıydı. Ya bu saatler dışında hızlı hızlı yazmam ya da hafta sonlarımın ve gün doğmadan önceki vakitlerimin büyük kısmını harcamam gerekti.” der. Morrison yazı masasına oturduğu anda hayatı bir kenarda bekletmeyi başaranlardandır: “Yazmaya oturduğumda asla derin düşüncelere dalmıyorum. Buna vaktim yok; çocuklarımla ve öğretmenlikle ilgili yapacak başka bir dolu işim oluyor. Düşüncelere dalma, fikirler üretme işini arabayla işe giderken, metrodayken veya çim biçerken yapıyorum. Kâğıdın başına geçtiğimde üzerinde çalışabileceğim bir şeyler oluyor ve böylece üretebiliyorum.” ‘Gün ışığına ihtiyacım var’ Günter Grass, “Gece mi yazarsınız, gündüz mü?” sorusuna, “Asla gece olmaz. Geceleri yazmak çok kolaydır. Sabah okuduğumda gece yazdıklarımın hiç iyi olmadığını görürüm. Başlamak için gün ışığına ihtiyacım var. Sabah dokuz ile on arasında okuyarak ve müzik dinleyerek uzun bir kahvaltı yaparım. Kahvaltıdan sonra çalışırım ve öğleden sonra bir kahve molası veririm. Sonra tekrar başlar ve akşam yedide çalışmayı bırakırım.” şeklinde cevap verir. Hiç kuşkusuz şiirin süzülüp gelmesiyle öykü ya da romanın yazılma biçimi arasında fark vardır. Söz ya da dize esaslı şiir, bazen küçük bir kıvılcımla birden ortaya çıkabilirken, öykü özellikle de roman daha uzun soluklu bir çalışmayı gereksinir. Şairlerin nasıl yazdığı da bu tartışmanın bir başka yönü. Bilge şair T. S. Eliot bir söyleşide, “Dizelerinizi kaleme alırken alışkanlık olarak yaptıklarınızdan söz eder misiniz?” sorusuna şu cevabı verir: “Elle ya da daktiloyla fark etmez, düzenli saatlerle çalışırım, ondan bire kadar mesela. Ama daktiloyla yazarken hatırı sayılır değişiklikler yaparım. Gerçek anlamda yazabildiğim, üç saati geçmiyor. Aynı gün daha sonra yazdıklarımın üstünde çalışabilirim.” Hızırla Kırk Saat nasıl yazıldı? Sezai Karakoç ise Hatıralar adlı kitabında Hızırla Kırk Saat’in yazılış hikâyesini şu sözlerle anlatıyor: “Mayıs, haziran aylarında (1976) akşamüzerleri Yenikapı’ya iniyor, deniz kenarındaki kahvelerde Hızırla Kırk Saat’i yazıyordum. Sanki denizle mülâkat yapıyordum da şiir bu mülâkatın notlarıydı. İki ay içinde aşağı yukarı 40 gün kadar deniz kenarına inip şiiri bölüm bölüm yazdım. Tabii ki ikindiden sonra gidiyor, akşam dönüyordum… Her gidişimde net bir saat yazmış olduğumu kabul edersek kitap için kırk saatlik net çalışma olmuş demekti.” Ziya Osman Saba ise nasıl çalıştığını şu sözlerle anlatıyor: “Çok şükür şiiri ne zaman, nerede olsa yazabiliyoruz. Tramvayda, vapurda, yürürken, otururken, yatarken hatta kim bilir uykuda bile… Kalemle yazmak bakımından yaptığım, fazla fazla, küçük kâğıt parçalarına not etmektir. Bu küçük kâğıt parçalarını, cebimde yine küçük kâğıt parçalarına not etmektir. Bazı şiirler inatçıdır, bitmek bilmezler; nihayet olmayacak der bırakırım. Notlarım o küçük kâğıtların üzerinde kalır. Ara sıra yoklarım, yine bana mısın demezler. Sonra ne olur bilmem, bazen senelerce sonra o şiirler yola gelmişlerdir, bitiverirler.” Ziya Osman demişken Cahit Sıtkı Tarancı’ya söz vermemek olmaz: “Nasıl yazdığımı ben de bilmiyorum dersem şaşırmayın. Şiirde bu belli olmaz. Yemek yerken veya yolda giderken bir mısra geliverir, galiba Valéry’nin yukarıdan inen mısraı gibi bir şey. Dairede çalışmanızı, yemeğinizi, gezmenizi, uykunuzu ona tahsis etmek mecburiyetindesiniz. Şiir bitmeden bu yükten kurtulamazsınız.” Yeats: Çok ağır yazarım “Çok ağır yazarım.” diyen İrlandalı şair W. B. Yeats, günde beş ya da altı iyi cümleden fazlasını yazamadığını söyler. Edebiyat çevreleri onun her gün en az iki saat yazdığında hemfikirdir. Günlük düzeni bozulunca yazma gücünü kaybeden şair, “Her türlü değişiklik, benim hiçbir zaman güçlü olmayan çalışma alışkanlığımı altüst ediyor.” der. Şairlerin çok okumadığı yaklaşımını boşa çıkartacak şekilde Yeats, sabah ondan bire kadar düzenli okuma alışkanlığını sürdürmüştür. İkinci Yeni’nin usta şairi Turgut Uyar da içinden gelsin gelmesin yazma ihtiyacıyla masa başına ya da başka bir yere oturduğunu belirtse de, “Böyle hallerde daima ellerim böğrümde kalır.” der ve sözlerini şöyle sürdürür: “İnadına hiçbir şey yazamam. Hele yazmak istediğim bir şiir olursa. Bir şiir yazdıktan sonra uzun zaman başka bir şey yazmazsam belli belirsiz bir huzursuzluk duyarım. Sonra birden gelen bir iki mısra etrafında dönenir, ya tamamlarım yahut kalır.” Uyar’ın dikkati çeken açıklamaları ise daha sonra gelir: “Mektepten kalma bir alışkanlık olacak, şiir yazdığım zaman bir kabahat yapıyormuşum gibi gizli, hemen daracık vakitte, suçüstü yakalanacakmışçasına çabuk davranmamı gerektirecek şartlar ararım. İşimi bir an evvel ve en iyi şekilde (zira sonra kolay kolay düzetmem) bitirmeye zorlayacak sebepler bulunmalıdır.” İlham beklenmez, çağrılır Cahit Zarifoğlu ise “Nasıl yazıyorsunuz?” sorusuna şu cevabı verir: “Eskiden böyle soruları ilham geliyor mu, diye sorarlardı. İlham önemlidir ama onun gelmesini beklemem. Çağırırım. Sanırım Balzac gibi kafama sargılar mı doladığımı, bir dağ evine çekilmek, evden kaçmak gibi şeyleri öğrenmek istediniz. Böyle alışkanlıklarım yok.” Çok ilginç yazma yöntemleri olan yazarlar da var elbet. Sözgelimi Voltaire, yatakta okuyarak eserlerini sekreterine dikte ettirir. Victor Hugo romanlarını çıplak yazarken, Colette yazıya başlamadan önce kedisinin pirelerini ayıklar. Edgar Allan Poe da kedisi olmadan yazamayanlardandır. O yazarken kedisi mutlaka omzundadır. Schiller masasının çekmecelerindeki çürük elma kokuları içinde adeta kendinden geçer eserlerini yazarken, Alexandre Dumas ise sabahın ilk ışıklarıyla birlikte güne elma yiyerek başlar. Virginia Woolf da tıpkı Hemingway gibi ayakta yazanlardandır. Kemal Tahir ise romanlarını ses kaydediciye söyler, sonra de eşi Semiha Hanım yazıya aktarır. Selim İleri, Kemal Tahir’in eserlerine olan hâkimiyetini anlatırken, bir yandan art arda cümleler kurduğunu bir yandan da “Semiha, ünlem diyorum dikkat etmeyip nokta koyuyorsun!” sözleriyle karısını uyardığını aktarıyor. Savaş ve Barış sekiz defa yazıldı Sevim Burak, cümlelerini küçük kâğıtlara yazar, perdelere tutuşturur sonra da bunları toplayıp öykülerini tamamlar. Raymond Carver, öykünün ilk taslağını bir oturuşta çıkarmasına rağmen aynı öykünün birkaç versiyonunu yazmanın zaman aldığını, yaklaşık otuz-kırk taslak daha çıkardığını söyler. Carver, bu sözlerinin arasında Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı sekiz defa yazdığını da hatırlatır. Herman Melville her sabah ahıra gidip önce atını sonra da ineğini ziyaret edip yazı masasının başına geçerken, dindar bir Katolik olan Flannery O’Connor güne sabah altıda başlar, dualarını okur, sabah ayinine katılır ve sonra yazmaya koyulur. Elinde sigara ve kahvesi olmadan adeta düşünemeyen Truman Capote de yatarak yazanlardandır. Capote kopyaları daktilo ederken bile yataktadır ve daktilosu dizlerinin üzerindedir. “İnsanın hayatını bir kitap imal etmeye adaması gerçekten iğrenç.” diyen Marcel Proust kronik astımını rahatlatmak için Legras tozunu yakar ve bazen odası tamamen duman altı olur. Gümüş demlikte yanına bırakılan iki fincanlık sert kahve ve tek kruvasan, yazı yazarken gün boyu idare ettiği azığıdır. “Öyküler uzunluklarına bağlı olarak en iyi bir ya da üç sıçrayışta yazılır. Üç sıçramalık öykü art arda üç günde yazılıp bitirilmeli, ardından gözden geçirilmeli ve sonra da işe gitmeli.” diyen F. Scott Fitzgerald, askerdeyken bile gizli gizli yazmıştır. Bu yazma aşkına rağmen Fitzgerald düzenli yazamamaktan yakınır. Graham Greene ise başyapıtını tamamlamak için karısından başka kimsenin giremediği özel bir atölye kiralar. Ev yaşamının hengâmesinden kaçmak için adresini ve telefon numarasını hiç kimseye vermez. Her gün beş yüz kelime sınırı olan Greene bu dönemde günde iki bin kelime yazar ve altı haftanın sonunda The Confidential Agent’ı (Gizli Ajan) tamamlar. Yazar, altmışlı yaşlarda ise beş yüz kelime çıtasını iki yüz kelimeye kadar düşürmüştür. Stephen King de her gün iki bin kelime kotasını doldurmadan çalışmaya asla ara vermez. ‘Soldan sağa doğru yazıyorum’ Yazma koşullarının, yazı araçlarının, görsel imkânların değiştiği, çeşitlendiği günümüzde çağdaş yazarların nasıl çalıştıklarına bakalım. Günümüz İtalyan edebiyatının en önemli romancılarından Umberto Eco, Genç Bir Romancının İtirafları adlı kitabında belki de “Nasıl yazıyorsunuz?” sorusuna verilebilecek yeni bir cevabın kalmayışını muhteşem ve ironik bir imkâna dönüştürerek, “Soldan sağa doğru yazıyorum.” demişti. Eco bunu söylese de romanları öncesinde belgeler topladığını, haritalar çizdiğini, bir binanın ya da geminin planlarını defterlerine geçirdiğini belirtiyor. Eco, Gülün Adı’ndaki keşişlerin portrelerini bile çizmiştir. İtalyan romancı, Gülün Adı için uzun zaman bir şatoda kaldığını, münzevi bir hayat yaşadığını aktarıyor. Foucault Sarkacı’nı planlarken de hikâyenin temel olaylarından bir kısmının geçtiği Conservatoire des Arts et Métiers’nin koridorlarında dolaştığını söylüyor. Düş kurarak yazmak Amerikalı yazar Joyce Carol Oates, yazı yazarken zamanının çoğunu daima uzun uzun pencereden dışarı bakarak, düş kurarak ve düşüncelere dalarak geçirdiğini aktarıyor: “Sözüm ona düş ürünü yaşantının büyük bir kısmı, dikişle tutturulmadan birbirinin içine geçmiş gibi olan bu üç eylem tarafından çepeçevre sarılır. Bu sık sık yaptığım sözlüğe bakma eyleminden pek de farklı değil, bütün sabahlar böyle bir zihin meşguliyetinin mutlu sersemliği içinde akıp gidebilir. İnsanlar benim üretken biri olduğumu düşünüyor ama yakınlarımın bildiği gibi, zamanımın çoğunu pencereden dışarıya bakarak geçiriyorum ve bunu öneriyorum.” Fiziksel gücün sanatsal duyarlık kadar gerekli olduğuna inanan Japon yazar Haruki Murakami, koşmak ve sağlıklı beslenmek için Tokyo’dan taşraya taşınır ve sigarayı bırakır. Murakami yoğun yazma temposu içinde birçok daveti geri çevirir. Japon romancı, sabah dörtte kalkıp kesintisiz beş altı saat çalışır. Öğleden sonra ise ya koşar ya da yüzer. İkisini yaptığı zamanlar da olur. Günlük işlerin ardından müzik dinler. Saat dokuzda ise uyur. The Paris Review’a verdiği söyleşide, “Her gün hiç aksatmadan bu rutini sürdürüyorum.” der. El yazısıyla ve kurşunkalemle Yaşar Kemal hâlâ kurşunkalemle ve el yazısıyla yazarken, yakın bir zamana kadar daktilo ile yazan Selim İleri artık şerit bulmakta zorlandığı için bilgisayara geçtiğini söylemişti. Selim İleri bir yazısında, Nazlı Eray’ın bilgisayarla yazmaya başlasa da bir süre sonra tekrar el yazısına döndüğünü belirtiyordu. Cemil Kavukçu ise yürümeyi adeta bir yazma öncesi seans gibi kurguladığını yürüme esnasında zihnine doluşan sözcükleri bir an önce kâğıda ya da bilgisayara aktarmak için eve döndüğünü söylüyor. Belirlenmiş bir güzergâhta yol almaktan, belirlenmiş bir hedefe doğru yürümekten hoşlanmadığını belirten Hasan Ali Toptaş, “Romanı romanın içinde düşünebiliyorum ben, orada, onunla birlikte planlayabiliyorum.” diyor. Bir yazarın nasıl yazdığı, bir magazin sorusu niteliği taşısa da yazıyla, yazarla kurulan ilişkiyi renklendiren, çeşitlendiren bir özellik de barındırır, bu ilişkiyi derinleştirir. Philip Roth, kömür madenciliğini zor bir iş, yazıyı ise bir kâbus olarak tanımlarken zorluktan öte nasıl bir azap olduğunu da tarif ediyor. Zor bir işten kaçmanın yollarını ararken çoğu zaman çekilen azaba ortak olmaktan kendimizi alamayız. Belki de yazarın nasıl yazdığının izini sürerken bir okur olmanın konforundan sıyrılıp örnek çilekeşlerin çektiği o azaba ortak olmanın peşindeyizdir, kim bilir. | |
2014-03-05
| |
March 12, 2014
Nasıl Yazıyorlar?
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment