Hikâyesini hatırlıyorum o adamın. Küçük dükkânımıza gelmişti, Eskişehir’e. Üstünde kahverengi bir pardösü vardı ve temmuz sıcağıydı aslında. Anlam verememiştim bu duruma. Tezgâhın arkasında olurum ben-tezgâh benim önümde ya da. Üç dört masa var içeride, küçük bir yer burası. Yol kenarına da iki masa yerleştirdi günün birinde Galip. Boynunda kırmızı bir fular olurdu, onu anlamazdım. Saçlarını ortadan ikiye ayırır, sakal ve bıyığını özenle tarardı. Göbeğini gizleyecek bollukta gömlekler giyerdi elbette, güzel kokular sürünürdü. Gelen müşteriler, gidenler. Bizim Balaban köftemiz meşhur ama ben nasıl yapıldığını bilmiyorum. Galip, evde giriyor mutfağa. Şarkılar söyleyerek yoğuruyor köfteyi, içeri almıyor beni. Giremiyorum. Bir şey desem, kızar, kötü davranır, tanıyorum onu. Başıma kaldın, der, Allah’ın cezası kötürüm, der, der işte. Beni sevmediğine, dünyanın tüm kadınlarını sevdiğine, onlar için gülümsediğine eminim.
Dükkânı her akşam tam altıda kapatır bir hiddetle. Toplar arkadaşlarını. Bunlar tuhaf adamlardır, susarlar sadece, Galip’in kahkahalarını tepkisiz izlerler. Yemek yemenin inceliklerini öğrenirler ondan. Çoğunlukla kırmızı gömlekler, siyah yelekler içinde el ele tutuşarak geçerler caddeyi. Yol kenarındaki masaları birleştirirler. Hava bozdu bozacak gibidir ama önem vermezler buna. Sevgili arkadaşlar, der Galip. Hoş geldiniz, hoş geldiniz restoranıma. Yağmur başlar. Bembeyaz örtüleri serer, bana bağırır, tabakları getir. Kırmızı fularını düzler. Bugünün özel yemeğini sunmak istiyorum. Nedense hep yağmur yağar o konuşmaya başlayınca. Sokak köpekleri öte yanda manasız sesler çıkarır. Elindeki kaşığı köpeklere fırlatır Galip. Gördünüz mü, der, sorun yok, sakin. İçli içli inleyen köpekler kaçışır, Galip gelir Galip. Bugünün yemeği Balaban köfte. Enfes. Tarifini yazın, not edin hemen, kükrer Galip. Kar beyazı örtünün üstüne çıkar. Yazın şunu dostlarım, tekmeler uzun burunlu Çetin’i. Yaz aptal, yaz, bu bir şaheser, şefin spesiyali bu, yaz: Domates sosu için: 2 yemek kaşığı domates salçası, 1/2 yemek kaşığı tereyağı, 1 çay kaşığı toz şeker, 1/2 çay kaşığı tuz, 1/2 su bardağı su; Köfte için: 500 gram dana kıyma, 1 çay bardağı bayat ekmek içi (ince çekilmiş), 1,5 çay kaşığı tuz, 1,5 çay kaşığı karabiber, 2 adet soğan; Üzeri için: 1 su bardağı yoğurt, 4 yemek kaşığı tereyağı (eritilmiş), 2 adet tırnak pide, 1 su bardağı et suyu (pidelerin üzerine dökmek için), 2 adet biber, 1 adet domates. Malzemelerin tek tek not alındığına dikkat eder, tekmeler Çetin’i. Diğerlerine tebessüm. Yazın, derhal. (Galip’in domates sosu kısmındaki sayısal verileri zihnindeki ekrandan olduğu gibi aktardığını biliyor, bir taksim iki dediğini işitiyorum her defasında.) Sonra sandalyesine iner Galip, yağmur damlaları iri iri dökülür kafalara. Saçlarda yağlanıp burunlara pıt eder, dudaklarda emilir bazen, bazen akıp gider. Sakindir tümü, tepkisiz. Tencerede dinlenen köfteleri servis eder tabaklara Galip, pidelerin üstüne sosu, yoğurdu ekler. Köfteler, domates, biber, gezdirilen tereyağı. Bilinen sahneler. Bakar konuklar, yağmur yakar gözleri -evet yakar, açamaz hâle getirir. Göremez olur Galip de, yiyin, der, dostlarım, afiyet olsun, gülümser. Gözü kapanır onun da, söylesene, der Çetin’e, nasıl olmuş? Ses gelmez tabii, damlaların dövdüğü gövdeler ağırlaşır. Öfkesi artar Galip’in doğal olarak. Çatalla ağzına tıkıştırır köfteyi. Sosunun yoğurtla karışarak üstüne damladığını görürüm. Yediğini kusar Çetin, bir deri bir kemik kalmıştır zavallı. Galip tokatlar onu, yere devrilir sandalyesi. Kahkaha atar o (kim?), susar diğerleri. Onlardan pek bahsedemem çünkü yağmur yüzlerini ve izlerini siler. Yemek bir sanattır baylar, bu doğru. Bugün de doyduk. Fularıyla ağzını siler. Dinen yağmurun içinde gözden kaybolur ötekiler, el ele tutuşarak. Yarıya indirilmiş kepenklerin berisinde bana ilişir gözleri. Anlamıyorlar, der, bunların bir halt bildiği yok sevgilim. İçim ışıldar, hasretimdir bu son sözlerine günün.
Hikâyesini hatırlıyorum adamın. Dükkânımıza gelmişti. Üstünde pardösü vardı, temmuz sıcağıydı. Anlam verememiştim bu duruma. İçeriye geçti. Galip onu dikkatle süzdü. Siz, dedi, beyefendi, beyefendi hoş geldiniz restoranıma. Ne arzu edersiniz? Durun sayayım menüyü, Balaban köfte. Evet, tek bu. Gülümsedi. (Bu gülümsemeler beni kırıyor, hassastım, incitiyordu nedense) Gülümsemedi adam. Başındaki bereyi kenara koydu. Oturdu sessizce, bir müddet sonra önüne gelen köfteyi yavaşça yedi, taneleri uzun uzun çiğnedi. Galip ona bakıyordu hâlâ. Adam köftesi bitince çantasından bir kitap çıkardı, okumaya başladı eseri. Bana kayan gözlerinin ışıldadığını fark ettim, belki sadece saçlarımı görmeye yetiyordu oturduğu açı, olsun. Ilık bir yel oldu, geçti içimden bu bakış. Elindeki kitabı kapan Galip, kapak sayfasını yırttı. Adamın ağzına soktu. Başkan Babamızın Sonbaharı demek, burası kütüphane değil beyefendi. Neşelendi Galip, rastgele bir sayfasını açtı. Okudu: bir an beklemeden; ölümcül siesta saatini saymazsak tabii, o zaman odalıklarının gölgesine sığınır, içlerinden birine saldırdığı gibi kadını soymadan, kendi de soyunmadan, kapıyı örtmeden girişirdi işe, canı tez bir güveyin gözyaşı işlemez solukları, altın mahmuzunun tutkulu çınlayışı ve köpeksi iniltiler duyulurdu bütün evde, bu aşk saatini yedi aylık doğmuş piçlerin pis bakışlarından kurtulmaya çalışmakla harcamış kadının şaşkınlığı, çıkın buradan diye bağırışı, git avluda oyna, çocuklar görmemeli böyle şeyler ve sanki ulusun semalarından bir melek geçmiş gibi ansızın dinerdi sesler, hayat dururdu, herkes parmağını dudaklarına bastırıp taş kesilirdi, soluk almazdı; sessizlik, şşt, general karı düzüyor, onu yalandan tanıyanlar bu kutsal an'a da bel bağlamazlardı pek, çünkü hep iki yerde birden olabilirmiş gibiydi, akşamüstü saat yedide, domino oynarken görürlerdi, oysa aynı anda kabul salonundaki sivrisinekleri defetmek için tezek yaktığını görenler de olurdu, Of, dedi, kitabı sokağa fırlatıp. Bunda cümle bitmiyor, virgül virgül, cümle dediğin kesik kesik; ince, uzun ve sevimli olmalıdır. Tırnak pide gibi. (Gerçekten öyle miydi tırnak pide?) Kendine gelmeye çalışan, soluğu düzene giren adam bana bakmaya devam etti. Kalkmadı yerinden. Galip, o hâlde, dedi, o hâlde misafirimsiniz siz de beyefendi. Akşama soframa muhakkak bekliyorum. Gitmek yok. Ayağa kalkan, yanıma gelen ve narin parmaklarımı öpen adam. Adını sormuyorum, gereksiz.
Kapanan dükkân, gelen gölge konuklar ve Çetin, el ele, damlalar. Bana bağıran Galip. Gözlerimin içine bakan adam. Yanımda. Hayat duruyor, parmağını dudaklarıma bastırıp taş kesiliyor. Kaldırıyor beni tekerlekli sandalyemden. Gördünüz mü, sorun yok, sakin. Yağmur. Bugünün yemeği Balaban köfte. Enfes. Tarifini yazın, not edin. Tekmeler. Tebessümler. Sarılıyor bana adam, titriyorum. Ben aslında köpek balığıyım, diyor. Bunun farkına çok geç vardım sevgilim. Zamanım olmadı böyle incelikli şeyleri düşünmeye. Elleri bedenimde geziyor. Nasıl olduysa dengemi koruyorum, bacaklarım olmasa da kalbim sağlam. Kalbi kırılan birinin bir gün köpek balığına dönüşeceği yazıyordu okuduğum bir kitapta. Az önceki kitabın yağmurda çamurlanmış sayfaları dönüp duruyor yol kenarında. O değil, diyor adam. Pardösümün içine gömülmüş bir balığım. Köfte kokusu başımızı döndürüyor. Sıkıca sarılın sevgilim, sizi de dönüştüreyim. Dışarıda tufan bu kez, bitimsiz bir zelzele. Masalar parçalanıyor, pardösüsünü açıyor adam, yapışıyorum gövdesine, içime çekiyorum kederin kokusunu. Suyla doluyor yeryüzü. Sivri dişlerini gösteriyor adam, öpüyor dudaklarımı. Kitaptan bir sayfa süzülüp yüzlerimize yapışıyor, tekiz artık: kendi yazgılarını Tanrının tam zamanında yollayacağı bir fırtına bulutunun azizliğine göre çözümlüyorlardı; ülkelerini kasıp kavuracaktı bu yağmur, cehennemsi bir tufan ırmakları taşıracak, her yanı sular basacak, barajlar yıkılacak, kentler yoksulluk ve salgından kırılacak, evet o zaman buraya ayağıma gelecekler işte, n'olur bizi felâketten koruyun diyecekler, göreceksiniz; bu arada, o büyük anın gelmesini beklerken, genç sürgünlere yalvarıyorlardı, lütfen şu iğneye iplik geçirir misiniz, pantolon uyamayacağını da, duygusal nedenler yüzünden atmak istemiyorum durup dururken ve giysilerini gizlice yıkıyorlardı, yeni gelenlerin kullanılmamış jiletlerini şereflendiriyor, odalarına kapanıp yemek yiyorlardı, Okuyor adam, okuyoruz. Gölgeler ele ele savruluyor bilinmezlere, içeri giriyor Galip, ölüyoruz, diyor, farkında mısınız? Ayakları titriyor adamın, tamamlandım, tamamlandım sizinle sevgilim. Galip dükkâna dolan suyun içinde ağlıyor. Gittiler, diyor, bıraktılar beni dostlarım. Dövünüyor, ağzına doluyor sular, hareketsiz kalıyor saniyeler içinde. Kırılıyor kemiklerimiz, dağılıyor. Yükseliyoruz suların içinde, kıkırdaklarımız kaynıyor.
Sokak köpekleri suyun içinde köpükler çıkarıyor ıslak ağızlarından. Köpeğin birinin tüylü ağzını öpüyor adam, patilerini sıkıyor, kırmızı fuları bağlıyor güçsüz boynuna hayvanın, beresini geçiriyor başına, gördünüz mü, diyor, sevgilim, sorun yok. İçli içli inleyen köpek törensel bir lezzette kapılıp gidiyor suyun debisine. Hareketsiz, mesut, mesut.
Burada adamın, kulağıma eğilerek ben köpek balığıyım, bu da köpek, akrabayız aslında sözleriyle fısıldadığı kötü espriden söz etmek istemiyorum. Onu seviyorum, seviyorum.
No comments:
Post a Comment