January 29, 2015

D/AĞ

Rıfat, sağı solu kolaçan ediyordu. Semih, kendinden geçmişti bile; neşesine diyecek yoktu. Çürük dişleri, kirli bir montu vardı Rıfat’ın, elleri ceplerindeydi, üşüyordu, yorgun gözleri dikkat kesilmişti etrafa. Semih ise ellerini omuzları hizasına getirmiş, görünmez yazılar yazıyordu gökyüzüne, dans edercesine. Bembeyaz dişleri ve pis bir gülümsemesi vardı. “İyi bak etrafa, Rıfatım.” diye seslendi Rıfat’a. “Kadınları görünce şaşıracaksın, çok güzeller.” İnkılap Sokak’a saptılar. Hava kararıyordu, uğursuz güvercinler gitmişler, sokak sakinlemişti. “Çok güzeller, uzun olan benim ha, bırakmam.” Rıfat, Semih’in sözlerini tüm varlığıyla işitiyordu. Çiçekçilerden taşan ölü çiçek demetlerine takıldı gözü, Semih coşku ile konuşurken. “Parçalanmışlar, ölmüşler.” diye geçirdi içinden, hüzünle, bozuk kaldırım taşına bulanan çiçeği nemli avuç içinde gezdirdi. Hava soğuktu, üşüyordu, çiçeği montunun cebine iliştirdi, gülümsedi, sonra köyde yıkandığı dereye gitti aklı. Çayırderesi bu, durmaz akar, durmaz akar. Arınırsın, gir, derdi dedesi suyun kıyısında ot biçerken. Gözü, ilerideki, burunları gözükmeyen dumanlı dağları arardı, gir, derdi dedesi, gir, hadisene! İkinci ikazı duyunca üstündeki sarı gömleği parçalarcasına çıkarır, çocuk ayaklarına bakardı, kirli. Ensesine sertçe bir tokat indirdi Semih. “Duymuyor musun ulan sen beni?” Cebini yokladı sessizce, çiçek oradaydı, ferahladı. “Hem aklın bir değil maşallah karış karış havada yine.” Sustu, her zamanki gibi, Rıfat, önüne, boşluğa, çiçek kokularına baktı. Semih’in zorlamasıyla köşedeki milyoncuya güç bela girdiler. “Gir, ulan, girsene!” diye bağırmıştı Semih, neşesi tükeniyordu adeta, beyaz dişleri gölgeli bir hal almıştı. Suyun kıyısına gelirdi tedirgin bir şekilde. Nasıl yüzeceğim, nasıl yüzeceğim? Gir, hadi, izliyorum, derdi dedesi tırmıklarken otlardan arta kalanı, alnından ter süzülürken. Beyaz donunu sıkıca kavrar, yüzeceğim, derdi, hava sıcaktı, su buz. Kemikleri iç içe geçerdi, suda akan ölmüş otlar çarpardı yüzüne, dudaklarına kısa ömürlü, narin, rengarenk ama rengi de ölmüş, kelebek ölüleri değerdi. “Zaten bu aptal buzdolabı süslerini bile parayla satıyorlar. Kelebeklisine bak, aptalca!” Tırnaklarını ağzına götürdü Rıfat, çürük dişlerinin arasında öğüttü, Semih’i dinledi. “Şimdi, oğlum, dinle, orada mısın?” Montunu çekiştirdi Rıfat’ın, göz teması istiyordu. Boş, dumanlı dağlara bakan gözlerle baktı Rıfat. “İhtiyacım olmasa çağırmam, biliyorsun be Rıfatım.” Dedesi, çoğunlukla, suya yanaşır, Rıfat’ı izlerdi. Emaneten bırakılmış bir poşet gibi suya bata çıka var olan bir cisimdi Rıfat. Dedesi izler, korkulu gözlerle ağlar, ağlar gözlerle yaşlı ellerinin arasına sudan doldurur, yudum yudum içer, yaşlı başını dumanlı dağlara kaldırır, belli belirsiz dualar ederdi. Derken Rıfat yattığı sudan uyanır, suya bulanır, sudan utanır, suyu tanır, su yutanındır, dedesine doğru koşardı. Su, buna izin vermezdi. Su üstüne kurulan ilkel köprünün ayaklarına çarpardı Rıfat, başı kanardı, dedesi yaşlı yaşlı koşar, kanayan başı otla ovardı, otlu başı suya sokardı, ağlardı. Rıfat, ot parçalarıyla renklenmiş, çamurlanmış beyaz donunu sıkıca tutar, dedesine değil de sanki dedesinin de ardının ardındaki dağlara bakardı. “Nöbet geçireceksin dostum ama bu kez palavradan. Ben o esnada kasadan paraları araklayacağım. Anladın mı?” Anlamıştı elbette. “Sonra da gelsin iki fıstık, birisi senin ha!” Kelebek figürlü buzdolabı süslerini ellerine aldı Semih ve görünmez yazılarına devam etti dükkanın içerisinde de, pis gülümsemesi suratına bir leke misali yayıldı, yayıldı, bir mikropçasına sardı yabancı yüzünü. Beyaz dişlerine süzüldü, izledi Rıfat, renkli kalbine, iç organlarına, dış organlarına, bir urgan olup aktı gülümseme. Bir keresinde sırt kısmını iri katır sineklerinin kemirdiği hastalıklı bir kedi görmüştü Rıfat, onun var oluşuna dönüştü bu gülümseme, gerekliydi ama acı, acıydı ama pis. Nenesi de koşardı hızlı adımlarla. Eyvah, derlerdi, çocuk yine iyi değil! Eyvah! Herkes tedirgin olurdu, uzanan, sonsuz derenin kollarına bakardı nene, gözleri dolardı. Otlardan yapılan destelerin içine istiflenmiş soğuk sudan, ayrandan, salatalık ve bazlamadan çıkarır, dizine yatırırdı Rıfat’ı. Rıfatım, diye başını okşar, halsiz düşen çocuğu azıcık olsun doyurmaya çalışırdı. “Başla, duymuyor musun Rıfatım, ulan aptal?” Gözleri buğulanan Rıfat’ı yediği sert tekme kendine getirdi. Çürük dişleri kenetlendi, çiçekleri düşündü, kopartılan ve acı çeken çiçekleri, köyünde, yaylasında ne çok vardı, kocaman bir kayanın altında renk renk, ilk o keşfetmişti, ilk o! Yayla yolundaydı işte, görüyordu, küçük bir kurbağanın sıçradığı bir su kaynağına yanaşmıştı, ağzını kayanın yarıldığı yere dayamış, suyu çekmişti içine, ellerine bakmış, bunlar bana ait değil, bana ait olan hiçbir şey yok, diyerek oradan kaçmıştı. Günler sonra komşu köyün çocuklarını o su kaynağının derinleştirdiği küçük su kuyusunun içinde Deli Hafize’yi oynatırken görmüştü. Çıplaktı Deli Hafize, ham memelerini avuçluyor, çocuklar, orana da dokun, dediklerinde orasına dokunuyor, aç, dediklerinde kollarını iki yana açıyordu. Yol Hafize, diyerek kahkahalara boğulduklarında ise, vücudunda yeni yeni yer eden tüyleri acıyla koparıyordu garip. Rıfat, kayanın ardında olanları izliyor, ufalmış taş parçalarını ağzına atıyor, dilini ısırıyordu. Çocuklar, bununla da yetinmemiş, Deli Hafize’yi suyun dibinde filizlenen çiçeklerden yaptıkları çiçekten taşlarla yaralamışlar, ağaçtan aşırdıkları elmalardan kalan turuncu lekeli, çürüyen elma çöpleri ile kirletmişlerdi. Ağlamıştı Hafize, ağzını sağa sola devirmiş, gökyüzüne bakmış, ağlamıştı. Çocuklar, bağrışarak uzaklaşmış, Rıfat koşarak kızın yanına varmıştı. Hafize, nefretle bakmıştı ona, elini bıçak edip suya vurmuş, suyu kesmişti yaralı koluyla. Rıfat, korkarak devrilmişti, hainler, demişti, çiçekleri öldürdünüz, ellerini ağzına götürmüş, bağırmıştı: Hainler! Yerde debeleniyordu Rıfat, koca adam, dükkan alt üst oluyordu. Semih bu kargaşadan yararlanıp kasaya yanaşmış, paraları cebe indirmişti kaşla göz arasında. “Benim arkadaşım, ah Rıfat!” diyerek yanaştı Semih ustalıkla. “Hastadır kendisi, kusura bakmayın ağabey, zararı ne ise...” Dükkan sahibi kaçan müşterilere mi dükkanın durumuna mı yansın bilemeden haykırdı: “Siktirin gidin ulan, al şunu da götür!” Bembeyaz dişleri parlayan Semih, koluna girdi ağırlaşan Rıfat’ın ve Tuna Caddesi’ne doğru ilerlediler. “Uyan, oğlum, uyan, harikasın!” Çürük dişlerinden ve kirli montundan taşan bir tebessümle yatıyordu Rıfat. Semih, cebindeki hasılatı saydı ve bir kısmını da Rıfat’ın cebine iliştirdi. O esnada çiçeği fark etti. “Bu ne ulan, geri zekalı bu herif, ah, ah!” diyerek çiçeği sol avucunda parçaladı, Rıfat derin bir soluk çekti içine.


O dumanlı dağlara ulaşacağım, ulaşacağım! Traktör girmez bu yola, araba girmez, okulun tuvaleti çok pis, kimse girmez, öğretmen girmez! Defterine yüz kere dağ yaz, Rıfat dağa çık, yaz, sonra dağa çık, önce dağlara bak, yan evdeki Sedef’i gör, gülümse, köpekleri Jack’i gör, ne biçim bir it ismi bu, köpekten kork, damın üstüne çık, damdaki toprağı eş ve ölü fare yavrularını gör, on iki adet, ölü fare yavrularını kesik bir küreğe doldur, eve gir, neneni ve dedeni korkut, nenen ölür, deden sağ, Jack havlar, senin köpeğin Aslan, nasıl bir başka it ismi bu, sonra diğer evdeki peynir kokularını içine çek, leğende yıkanan Ayşe bu kez, suyun gri bir hal alması, bir gün duyduğun tüfek sesi, işit, patates tarlasına kaç, iki gün kal, kimse yok, kimse yok, sol köşesine saklan tarlanın, kimse yok, anne fare var, yavrularını rezil ettin, senin annen yok Rıfat, Jack’in de yok, Aslan’ın annesini tüfekle vurdular terör adamları sisli bir gecede, ölürken geceyi ısırdı Aslan, dağlara çıkacaksın sonra, hayır, hayır, terör adamı değilsin, bir dağcı gibi. Ellerini kelebek kelebek, renk renk sallayacaksın, koşacaksın dağa, dağa daha kavuşamayacaksın çünkü çok uzakta ama yakında görünür. Yalan! Dağ gibi bir yalan! Sonra küçük kazdan büyük kaza kadar say, kaçak olmasın, Hamdi’nin kibirli kazları boz renklidir, bizim kazlarımız yoksul. Korkma, dağlara kaçacaksın. Kazlar değil kızlar gerek! Bir yanında Hafize, belki Ayşe, için titrer, Sedef mi yoksa, ne modern bir isim bu, yaylaya kaçarsın önce, taştan eve girer, yol boyu çiçek toplar, gülümsersin, hem tertemiz gülümsersin, gülümsemelerden bir çiçek serersin belki. Dağa yaklaşıyorsun, ayakların kırılıyor en sonunda, senden dökülenler dağa varıyor, dağ oluyorsun. Dağ, ağlarla örülmüş bir örümcektir. Ona bulanıyorsun, dağ oluyorsun, ağ ağ, dağlanıyorsun durmadan, durmadan, kendini kendinden koruyan, merhametli, dinç bir örümcek arıyorsun, her yer pis, temiz yer yok, bulamıyorsun, bulamıyorsun...

No comments:

Post a Comment