"Bir şey daha. Sembolizm falan
yoktu. Deniz denizdir. Yaşlı adam yaşlı adamdır. Çocuk çocuktur ve balık
balıktır. Aynı şekilde köpek balıkları da sırf köpek balıklarıdır. İnsanların
sembolizm dediği şey saçmalık. Bundan ötesini ancak zaten biliyorsan görürsün.”
Ernest Hemingway’in Bernard Berenson’a yazdığı mektuptan, 1952
Ernest Hemingway’in Bernard Berenson’a yazdığı mektuptan, 1952
Siz başınızın bir karış üstünde beliren ağaç kanadının şefkati
altında dinleniyordunuz efendim. Çimlere ve cılız papatyaların hemen dibine
oturmuştunuz. Ben arkanızdaki demir sürgülü pencereden sizi izliyor, bunları
yazıyordum. Yanı başınızda oğlunuz vardı ve kaygılı görünüyordu küçük gözleri.
Sol kolunu dayadığı tahtadan değneği, koltuk altındaki genişliğini yere
yaklaştıkça kaybediyordu. Siz sol elinizde tutuğunuz küçük asanızı hafifçe
dizden kırdığınız sol bacağınıza dayamıştınız. Yüzünüze vuran rüzgârı
yazıyordum şimdi de. Burnunuz ve kırlaşmış saçlarınız parlıyordu,
dinçleşiyordunuz. Galiba yelin esintisi içeri, yazı masama dek gelmişti. Bir de
oğlunuzun yumak halindeki sol el parmakları sağ omzunuzdaki çukura dayanıyordu.
Sizi yazıyordum. Sağ elinizin işaret parmağını havaya kaldırarak burnunuzun
hizasına denk getirdiniz efendim. Rüzgâra ve olacaklara karşı koymak istediniz.
Sizin yaşlı ve huzursuz bir adam olduğunuzu biliyordum aslında. Üçerli dört
sıra küçük kareden oluşan pencere sürgüsünün bitimine rastlıyordu sol
ayağınızın bileği. Göremiyordum ayaklarınızı. Tedirgin oluyordum. Buna engel
olan şey zeminin engebeli yapısıydı. Ayaklarınız çukurda kalıyor ve
kayboluyordu. Göremiyordum. Göremediğimiz şeylerin körü oluyorduk bir bakıma. Bunları
yazmak bile zor geliyordu. Yazı masam pencereye dayalıydı. Sizi görüyor,
anlamaya çalışıyordum. Ayaklarınızı göremiyor, ağlamaya çalışıyordum. O genç
sizin oğlunuzdu değil mi? Öyle olmalıydı.
Az evvel yazıyor, şimdi duyuyordum. “Her şey evlat” dediniz
tok bir sesle. “Her şey göründüğü gibidir.” Boğazınızı temizlediniz kısa bir
an. Oğlunuzun kaygılı gözleri iyice açılmıştı. Fark etmiştim. Size kol kanat
geren ağaç dalındaki çıtırtıyı duymuştum. Ağacın yeşil ve sarı tonlarındaki
yaprakları gövdelerinize yağıyordu. Ne yazacağımı, ne yapacağımı bilemiyordum.
Yaprak içinde kalmıştınız. “Yaprak yalnızca yapraktır örneğin.” Oğlunuz koltuk
değneğine biraz daha dayanıverdi. Size, havaya, sözcüklerinize, uçuşan
yapraklara ve belirsiz yazgınıza doğru ıslak gözlerle baktı. Yeşil, canlı
yaprakların ağaçtan kopmaması, ölümlü bedenlerinizi kaplamaması gerekiyordu bu
durumda. “Şuraya bak” dediniz işaret ettiğiniz yeri kast ederek. “Şu evin
bahçesinin efsunlu olduğunu söylüyorlar. Oradaki kocakarı yüz yıllar önce
yanarak ölmüş ama ruhu hep oradaymış sonsuza kadar.” Soluklandınız. Asanızın
topuzunu nemli elinizde döndürdünüz. “Böyle bir şey olamaz. Bunları anlaman
gerek. Bunlara inanmaman gerek.” Hakkınız vardı ve etkileyici konuşuyordunuz
efendim. Oğlunuz ürpermişti sözlerinizin etkisi karşısında. Saçlarına doluşan -yaprakların
arasında var olup ağaç başının yaprak saçları arasında dolaşan- böcekleri
hissetmişti. Yürüyorlardı, göremiyordum, yoruyorlardı, bilemiyordum. Biçimsiz
kafasını ağacın kalın gövdesine çarptı oğlunuz. Susuyordum durmadan. Kalemimi
kıracaktım. Sağ elinizi hiddetle kaldırıp oğlunuzun boynuna götürdünüz. “Kalk
aptal. Kalk.” Devam ettiniz sözlerinize ve ben öykünüzü yazıyordum şimdi.
Oğlunuz o efsunlu bahçeye girmiş, kocakarının hayaleti ile karşılaşmıştı.
İnanmıyordu böyle şeylere, görünce dili tutulmuştu. Kocakarı iri elleri ve
parlayan gözleri ile bağırmıştı oğlunuza. Konuşmamış ama bağırmıştı. Ağaç gövdesi
boyundaki bacakları, dal budak tırnakları, yaprak yaprak tükürükleri, kök
misali alacalı eteği ile konuşmadan bağırmıştı. Sonra ufalanmış, dağılmış,
toprağa düşmüş, yok olmuştu. İnanmamıştınız efendim, oğlunuzun kaçtığı esnada
düştüğünü, öldüğünü kabul etmemiştiniz. Kocakarının varil büyüklüğündeki
gözlerinden akan merhamet gözyaşlarının oğlunuzu dirilttiğini inkâr etmiştiniz.
Sonra oğlunuz eve gelmişti. Bir değişmiş, bir insancıllaşmıştı. O güne kadar
verdiğiniz tüm eğitim, tüm gerçekler, hakikat, ilim boşa gitmişti sanki.
Delirmiştiniz. “Kocakarı” diyordu evladınız. “Beni iyileştirdi baba” Böyle
öğretmemiştiniz. Her şey anlamsızlaşıyordu. “Doğru mu söylüyor?” diyordu bir
yanınız. “Acaba, hiçbir şey göründüğü gibi değil mi?” Aklınız bulanmıştı. Oğlunuzu
odasında bulamadınız bir gece. Yoktu. Görünmüyordu. Sabaha dek onu aramıştınız
sokaklarda. Gözünüz kanlanmış, göz damarlarınızda kırmızı çatallar oluşmuştu.
Yoktu. Sonunda çaresizce bahçenize dönmüştünüz. Büyük ağacın altına
oturmuştunuz nefeslenmek için. Ağacın sarsıntıyla titrediğini ve sanki
ağladığını anlamış, hissetmiş, görmüş, fark ve idrak etmiştiniz. “Olamaz”
demiştiniz. “Her şey ne ise ancak o olur. Ötesi değil.” Kaçarcasına yatağınıza
sığınmıştınız. Üstünüze örttüğünüz ince yorganın altında korku ile
beklemiştiniz. “Baba” demişti oğlunuzun sesi ve “baba” demişti yaşlı bir kadın
sesi. Örtüyü çekip almıştı üzerinizden tuhaf bir güç. Karşınızdaydı şimdi kocakarı
ve oğlunuz. El ele tutmuş, size bakmış, gülümsemişlerdi. “Baba, bu senin
kızın.” sözlerini ağzını kımıldatmadan söylemişti oğlunuz. “Şeytan” diye
haykırmış ve yastığınızın altına gizlediğiniz keskin bıçağı fırlatmıştınız
kocakarıya. Bıçak, tırtıklı ve paslıydı. Bıçak, yeryüzünü kesebilecek kadar
narindi. Bıçak, tüm ölümlüleri ve ölümleri, tüm zalimleri ve zulümleri, tüm
meyveleri ve alkışları, yalandan gösterileri kesecek kadar sessizdi.
Kocakarı yoktu. Görememiştiniz. Göremediğiniz şeylerin körü
olmuştunuz efendim. Oğlunuz kanlar içinde yere yığılmıştı o vakit ve dışarıda
büyük ağacın dallarının göğe uzandığı karanlık noktanın bitiminde sarı renkli
bir ay belirmişti. Çıldırmıştınız. Çıldırmıştınız. Oğlunuz o günden sonra sakat
kalmıştı ve asla konuşamayacaktı. Göğe tombul bir ay oturmuştu sonraki
gecelerde ve bu ay beyaz bir hayaleti çağrıştırmıştı size. Her gün şişen,
rengini ve ahengini, derinliğini yitiren derinizle yere, ağacın altına,
çömelmiştiniz nemli bir gece yarısı. Karanlıktı ve kendinizi, saçlarınızı,
geceyi, kusurları suçluyor; E. M . Cioran’ın sözünü duyuyordunuz: "Asıl
doğal olmayan, azgın bir yaşama iştahıdır; vahim bir kusur, başkusur, benim
kusurum."* Ağacın dalı acı acı dökülmüş, yılan yılan oturmuştu boynunuza.
Boynunuz kabarıyor, kabarıyor, etli ve pıtırlı bir tomurcuğa dönüveriyordu. Ben
sizin canınıza kıymanızı önleyecek cümleler arıyordum. Kalemimi kıracaktım
neredeyse, zamanı ve anlamı kaybetmiştim. Sara nöbeti geçirircesine
kıvranıyordunuz, ağzınızdan dökülen beyaz köpüklerle köpürüyordunuz, yeryüzü
geminiz kabarmış, alabora olmuş, ilelebet bitmişti. Bir önceki cümlenin yüklemi
karşılamıyordu olanları. Varlığınızın soğuduğu bedeninizden kocakarının iştahlı
ruhu yükseliyordu ağaca doğru. Bunu da yazmam gerekiyordu ve sonrasında, adım
adım, kocakarı bana yaklaşıyor, sessizce haykırıyordu: “Baba” Kalemi fırlatmak
ve onu öldürmek istiyor, yapamıyordum, kalem sanki kalem değil benim dalımdı,
ben bir ağaçtım, kalem gitmiyordu, kolum kalem, kolum gitmiyordu, yapamıyor,
yapamıyordum.
*E. M. Cioran // Ezeli Mağlup
-Söyleşiler- (Sayfa 100)
Metis Yayınları, 2. Basım, Şubat 2012
Metis Yayınları, 2. Basım, Şubat 2012
No comments:
Post a Comment