“İnsanın anayurdu çocukluğudur.” Jorge Amado
“Bu kim, ben miyim? Bilmiyorum. Gerçekte olanlar neydi, evrenin
içindeki göz müyüm? Ama ben başkalarını hissedemiyorum.” derken, bu cümle
yığınını kurarken, sarsıldı, yere düştü. Bir müddet bekledi. Art arda sorduğu
soruların ilişkisizliğini fark edecekti sol bacağında yer eden eziği
ovuştururken. Eteğinin dikişlerine ilişti gözleri. Eskimiş, yıpranmış. Sağ ayak
bileğinin bir parmak yukarısındaki yara izini görmek istemedi, bakmadı.
“Küçükken, kaynar…” Cümlesini tamamlaması gerekmiyordu. Eteğini düzeltti
oracıkta, ayaklandı. Etrafına baktı, bakmıyorlar. “Bu iyi” dedi “Hep bakarlar.”
Canı acımamıştı, kaşlarını burnu hizasında büktü, dudaklarını burnunun iki
yanından süzülen yüz çizgileri ile buluşturdu, gülümsedi. “Bu gülümseme gerçek
değil, değil” Bir sonraki adımını düşündü, yüzü düşer gibi oldu, kirlendi
bakışları. Etrafına baktı, bıkmıyorlar. “Bakmaktan, bakmaktan, gülmekten ve
küçüklükten bıkmıyorlar.” Tespitini başıyla doğruladı. Sol kolunu dirseğinden
kırarak başının üstüne götürdü, boynunda uzayan kolyesi şangırdadı. Birbirlerine
bakıyorlardı arkadaşları, ona değil. Renkli kıyafetler giymişlerdi, kadın
arkadaşı onları kaydeden kameraya bakıyordu. Dudaklarını yok eden koyu bir boya
ve keskin kokular sürünmüştü. Elini kalbine götürüyor gibi yapmıştı. Saçları
görünmüyordu, saçları var gibi hissediyordu. Erkek arkadaşı ise ellerini iki
yana açmış, defalarca avlanmış bir deniz canlısını andırıyordu. Bu erkek
arkadaş ona ve diğer kadın arkadaşa bakıyordu. Gömleğinin cebindeki mendile de
baktı ve bakabileceği şeylerin tükendiğini düşündü. “Beni sandalyeye çıkardılar
ve etrafımda döndüler.” Dakikalarca dönmüşlerdi etrafında. Hızlı hızlı
anlatmaya çabalıyordu. “Soyundular bir anda. Takım elbiselerini,
şirinliklerini, borç ve öçlerini attılar bir yana. Renkli kıyafetlerle
örtündüler. Utanmadılar. Alabildiğine güzeldiler.” Kamerayı koymuşlardı
yüksekçe bir yere ve olanları o açıdan, kameranın görebileceği ölçüde
sunuyorlardı izleyicilere. Farkında değildi bunun. Kimin, neyi, nasıl ve neden
izlediğini bilmiyordu. Devam etti. “Bunlar benim arkadaşım olmalıydı, dedim
kendi kendime. Bana benziyorlardı. Sonra, sonra kovalamaca oynadılar. Onları
izlemek keyif veriyordu. Onlar benim arkadaşımdı. Sonra, erkek arkadaşım kadın
arkadaşımı yakaladı.” Kamera görüyordu bunu. Duvarda dikdörtgen tuğlaların yan yana
dizilmesiyle oluşan bir dekor göze çarpıyordu. “Bana bağırdılar. Bakma,
dediler. Görüyorsun.” Kafasına minik bir sopa fırlatmışlardı. Kafasını
çevirecek oldu, öfkelendiler. “Bakma” dediler. “Görüyorsun.” Şaşırdı.
“Gerçekten mi?” dedi “Görüyor muyum?” Önüne ve işine bakıyordu. Sesler kesildi.
“Neredesiniz?” Yanıt yoktu. Yanıt yoksa itaat da olamazdı. Kafasını çevirdi.
Yüzlerce ayçiçeği vardı odada ve hepsi birer gözü hatırlatıyordu. “Hani, sivri
dişli bir kedi vardı. Sadece sana ve bana geliyordu, hatırladın mı?” Kurduğu
cümlelerle eş zamanlı tatbik ettiği uzun adımları bana yöneldi. Öyküde ilk kez
bana sesleniyordu biri. Şaşırmıştım. Yanıma çöktü. Ellerimi ellerinin arasına
aldı. “Hatırladın mı?” dedi ısrarla. Dudakları leziz reçellere benziyordu. Yanımız
yöremiz ayçiçekleriyle çevriliydi. “O kediye Prenses derdik. Tüylerini
kabartarak geçerdi tellerin altından. Günün birinde kayboldu. Unuttun mu?” Aynı
sorunun farklı şekillerde yinelenerek yöneltilmesi beni yormuştu. Dudaklarımı
hafifçe kımıldattım, dilimle ıslatarak nemlendirdim. “Kaybolduğunu öğrenince
çıldırmıştık. Ne yapacağımızı bilememiştik. O esnada bahçesinde hayaller
kurduğumuz apartmanın üç numaralı dairesinde oturan yaşlı bir kadın kaynar bir
suyu balkondan aşağıya boca etmişti. Toprak cıvık bir çamura dönmüştü.
Birbirimize sarılmıştık. Hissettiğimiz şeyler vardı, adını koyamıyorduk. Neyse,
kedimiz Prenses bir süre sonra kör bir gözle çıkagelmişti. Tüylerinin
parlaklığı sona ermişti. Sol gözünde derin bir oyuk mevcuttu. Ona bakamıyorduk,
daha doğrusu onun bu eksilmişliğini, yarımlığını ona hissettirmek istemiyorduk.
Prenses, çok uzun bir süre yerinden oynamadı. Taştan, kör bir heykel oldu ve
yaşama hevesini yitirdi.” Öksürdü ve konuşmasını sürdürdü. “Sonra bir gün,
anmak istemeyeceğimiz bir gün sivri bir taşın yanında gördük Prenses’i. Böyle
yarım yanlış yaşanamayacağını, tamamlanması gerektiğini hissetmiş olmalıydı.
Boynundaki kolyesi şangırdıyordu. Bize baktı, hatırla, bize baktı, unutma, bize
baktı. Dişlerini gıcırdattı ve sağ yanını aydınlatan nazar boncuğunu, yani
gözünü, taşın keskinliği içinde yok etti. Derin bir çığlık atmış, kedi çığlığı,
rahatlamıştı. Hemen üstümüzdeki yaşlı kadının balkonundan kör bir kuş gibi
düşen iç çamaşırının sessiz gürültüsü sarmıştı şaşkınlığımızı.” Hatırlamamıştım
anlattıklarını ve beni bu öyküye dâhil edişini doğru bulmamıştım. Ayçiçekleri
birer kör kedi gözü olmuşlardı. “Küçükken Prenses’in…” Cümlemi tamamlamamıştım.
İç çamaşırı içimi titretmiş, kedinin kendini tamamen körleyişi bana tuhaf
gelmişti. Başımızı kaldırıp bakmıştık balkona. Yaşlı kadının çamaşır ipine
pörsümüş boynunu geçirişini hayretle takip etmiştik. Bu sefer bir kova sıcak
suyu püsküllenmiş saçlarından aşağıya döküyor, arınmaya çalışıyordu. Çocuk
aklımızın ermediği bir şekilde kaydırdığı sandalyenin yerini şiddetle alan
boşlukta sallanıyordu can çekişen ayakları. Patlamış plastik futbol topuna
dönmüş memeleri de ölmüştü. Fark etmiş, üzülmüştük. “Prenses, işte o gün, yaşlı
kadın ölünce acı acı miyavladı. Görmüyordu gözleri ama hızlı şekilde hareket
ediyordu. Hâlâ atikti. Hatırla.” Ayçiçekleri bunaltıcı bir yel içerisinde boyun
büküyorlardı. Sağ ayak bileğini, sandalyeyi, düşüşü, yaşlı kadını, kediyi ve
kadının ve kedinin ölümünün sonrasında o kat hizasından bahçenin üzerine
gerilen ağı hatırladı. Onlarca erkeğin gerilen iri delikli ağı bir film yahut
maç izler, yere tükürür, bir iç çamaşırını aşırır gibi izlediğini unutmadı.
Lunaparkın tam ortasında bulunan, tek kolu olmayan, aksamı
eskimiş, ahtapot görünümlü balerin oyuncağına binince midesi bulandı, içi
geçti. Tek göğsü, sarı bir ayçiçeği kadar parlak ve sahteydi. Birden hızlandı
alet, daha hızlandı, biraz daha ve biraz daha. Boynunda uzayan metal kolyesi
şangırdamıştı. Yanan motordan tiz sesler geliyor, öykü sona eriyor, o bunu
biliyor, anlıyor, kusuyor, balerinin içinde kendinden geçiyor, üşüyor,
titriyor, üşüyor, bağlı bulunduğu sandalyeden düşüyordu.
No comments:
Post a Comment