Adı Mithat. Bir görsen anlarsın ondaki çaresizliği kardeşim.
Görsen hele bir fark edersin, kesin. Sen buralarda yabancısın. Daha önce
görmedim, neredensin, kimlerdensin? Polissin herhalde yahut gazeteci. Bilirim
ben, bilirim, sen hükümettensin, her şeyimiz tamdır. Haydi, yoluna, dur bir
dakika, niye sordun Mithat’ı? Neden? Yaklaş, neden ürktün öyle, yanaş. Yüzünde
nur yok senin, tehlikelisin, ben sözü dolandırmam boş yere, uğursuzsun sen. Git
buradan, topla pılını pırtını. Bir şey mi diyeceksin, ne var?
Adı Mithat. Günlerdir onu gözlüyorum. Üstünde koyu yeşil bir
kadife pantolon, kırmızı bir kazak var, dolaşır dere tepe. Ağaçların yanından
geçer, köklerine dokunur, görürüm, ağlar sesli sesli, kırmızı bir karga olur
ağlar, ellerini aşındırır köklerin keskinliğinde, ağlar, sonra az ötedeki
sarmaşıklardan bir tutam koparır, kopardığı için ağlar, kanlı parmaklarını
bağlar, sıkı sıkı bağlar, rahatlar, ağlar, iri parmaklı ellerini kasabayı bölen
renkli suya daldırır, sarmaşıktan ipler suya yağar, ferahlar. Her gün böyle
yaptığını görürüm, anlam veremem buna, anlayamam, aklım karışır, yüzüm ve sözüm
kırışır, anlayamam. Bu eylemi takiben gövdesi büyüklüğünde yaprakları olan dev
bir ağacın yanına yanaşır, ayaklarının jilet misali yeryüzünü kıtır kıtır
kestiğini hissederim, dişlerim gıcırdar, öfkelenirim. Yapraklar hayat
damarlarıyla doludur, ince dalları okşar Mithat, tozlu yuvarlaklara kafasını
yapıştırır, bir rulo hâline getirir yaprağı, dürümden bir kafa olur, ağaca
eklenir. Yutkunurum, insanı hayata böylesi bağlayan adımların varlığı mutlu
eder beni tabii, kafasını içine hapsettiği yapraktan tozlar savrulur, küf
savrulur üzerime, burnum gıdıklanır. Kulaklarından süzülen iri böcekleri izler
gözlerim, kendi kulaklarımdadır ellerim, huylanırım, ellerim, belki ben bir
böceğimdir, derim, rahat ederim. Nasıl güler bu anlarda Mithat, nasıl
neşelidir, nasıl! Böceklerin gezindiği kafası, kabaran kırmızı göğüs kafesi,
gülüşlerle eksilen nefesi doldurur havayı. Artık ağacın bir parçasıdır Mithat, yaprağa
yer etmiş bir insan parçasıdır. Bu tarifsiz bütünleşme ortalama bir saat kadar
sürer. Yapraktan ve ağaçtan sıyrılan Mithat yorgun düşmüştür. Neşesizdir, az
evvelki güzellikten eser yoktur. Kulaklarını silkeler hırsla, minik misafirleri
def eder. İzlerim öfkesini, gittikçe büyüyen bir azap içindedir sanki. Korkunç
tırnaklarıyla bu kez sefil bir kargayı andırır, renkli suya yaklaşır,
tırnakları ile suyu kesip biçer. Keser, dişleri kenetlenir, keser suyu,
bağırır, anlayamam kolay kolay, size su yok, dediğini hayal ederim. Size su yok,
suda yürüyen örümcek gibidir elleri, suyu keser, su rengini alır tırnakları, iç
çeker, yaşamak istemediğine kanaat getiririm, kim ister ki?
Adı Mithat. Doğru. Anlattıklarını bilmem. Duymadım, sadece
onun için bir tuhaf çocuk derler. Neden, bilmem. Ben bir şey bilmem kardeşim.
Sen de fazla sorma, sorgulama. Ne işin var burada, onu anlat. Sen, yazar mısın
nesin? O kelimeler neydi öyle? Kargaymış, tırnakmış, yaprakmış, böcekmiş… Sen
yazarsın kesin. Sessiz kalma öyle, ben de bir şeyler karalardım eskiden.
Bilirdim söz oyunlarını. Yine de anlamadım hâlâ neden Mithat’ın peşinde
olduğunu. Bana bak sen yoksa o biçim biri misin? Kaşın gözün, ne bileyim, bir
tuhaflığını daha görürsem seni şuradaki tüfekle vururum, ona göre.
Adı Mithat. Çocuklardan öğrendim. Takibim sürüyordu, her şey
aynıydı. Ağaçlar, kökler, ağlamalar, sarmaşıklar, yapraklar, dürümler,
böcekler, neşe, acı, azap, suyu kesmeler… Nedense o gün daha bir çıldırmıştı
öfkeden Mithat, renkli suya atmıştı yeşilli kırmızılı gövdesini ilk kez. Yüzme
bilmeyen bir balıktı, boğulacaktı. Ayrıca beni fark etmiş miydi daha öncesinde,
bilmiyordum, bu kez anlayıp da mı atmıştı kendini suya, emin değildim. Suyun
içinde titriyor, emindim bu kez, size su yok, diye su dilinde konuşuyordu.
Süslü bir balıktı, kendisine ölü süsü verilmiş. Çırpınıyor, suyu gövdesiyle
kesmek, yok etmek istiyordu. Su, bunu dinlemedi, kabul etmedi. Sürükleniyordu
Mithat, rengârenk su içinde, sulu ve uslu biçimde kayıyordu, ağzı yüzü birbirine
karışmıştı. Koşuyordum ben de suyun kıyısında, bırakmayacaktım suyun peşini. Suyun
sığlaştığı, bitki parçalarının ve ölü böceklerin kümelendiği bir noktada
durakladı Mithat. Israrla, çaresizce debelenen bir sivrisinek kalıntısını
andırıyordu çırpınışı. Tükenmişti enerjisi, durmasını bekliyordum. Çocuklar
meselesine geleyim, o üç çocuğu ve gizemli ağaç evlerini ilk kez orada gördüm.
Aslında suya atlayacak, mecburen biraz ıslanacak, buna katlanacak ve Mithat’ı
çıkaracaktım sudan. Kurtarıcısı olacaktım, benden önce davranmıştı çocuklar.
Hızla birikintiye atladılar ve bitap düşmüş Mithat’ı renklerden ayırdılar.
Ürkütücü çığlıklar attılar, bu bir çeşit grup sloganı olmalıydı. Kendilerine
has bir dil kurgulamış olmalıydılar ya da ben anlamıyordum ne konuştuklarını.
(Mithat’ı da anlamamıştım, sorun bende miydi yoksa?) Mithat’ı yeşil, kırmızı
giysilerinden çıkardılar. Mithat kıyafetsiz; kıyafetler Mithat’sız tuhaftı.
Çıplak kalan Mithat’ın üstüne yaprak boca ettiler, bu çocuklara güvenmiyordum,
kendime ve anlattıklarıma güvenmiyordum.
Adı Mithat. Anladık. Bir daha söz etme bundan. Adı Mithat,
evet, sonra? Hem hava iyice karardı, sen in misin cin misin birader? Ne işin
var burada, sormak için beni mi seçtin bula bula? Aslında iyi bir
dinleyiciyimdir, anlamak isterim muhatabımı. Senin anlattıklarınsa, nasıl
desem, büyülü şeyler adeta, inanamayacağım şeyler. Hani çok da olmayacak gibi
değil ama olamaz yani. Kardeşim, gözünü seveyim, doğruyu anlat. Merak ettim
Mithat’ı, günlerdir görmüyorum zaten. Sen anlatınca, öyküsünü anlatınca, insan
birinin öyküsünü duyunca onu tanıyormuş, onu tanıdım, titriyorum baksana, biraz
da korkuyorum senden. Su iç, üşümüşsündür, ağzın dilin kurumuş, ha kardeşim?
Adı Mithat. Çocuklardan öğrendim. Havanın bir anda gölgelenip
üstüme çökmesiyle sarsıldım. Karanlık, bir anda, bu şekilde, burada nasıl
belirir? Anlatamıyorum, üşüyordum. Dallar koyulu gaddar askerlere, yapraklar
hüzünlü kara düşman parçalarına benzediler. Anlatamıyorum, karanlık beni o an öldürdü
galiba, diriltti bir süre sonrasında da. Kendimi yerde, çıplak hâlde
duyumsuyordum, üstüm keskin yapraklarla örtülü. Mithat’tım ben şimdi. Belki de
ben Mithat’ı takip eden zavallı gölgesiydim de haberim yoktu ya da o kararma
dakikasında Mithat’laşmıştım ya da bu bir rüyaydı ya da anlattıklarım uydurma.
Emin olamıyorum. Korkmayın, devam ediyorum. Mithat olmuştum nasıl olduysa,
üşüyordum elbette. Hareket etmeye üşeniyordum. Demek Mithat böyle biri, diye
düşünüyordum içimden. Dikkat kesildim çevreme. Yaprakların yakıcı varlığı,
dallarda çatırtılar ve üç çocuk. “Mithat, bu.” Beni tanıyorlardı, ne güzel! “Aptal
Mithat.” Böyle tanınmak hoş değildi. Ellerindeki sopalarla yaprakları deşip
derimi aşındırdılar. İşkenceyi Mithat görüyor, acıyı ben çekiyordum. Olacak iş
miydi bu? Canım yanıyordu. Konuşuyordum. “Yapmayın çocuklar,” diyordum, “ne
ettim ben size?” Anlamıyorlardı sanki. “Ne diyor bu deli? Ağzı yüzü kir pas
içinde.” Anlamıyorlardı, evet. “Bir ayağa kalkarsam,” da diyordum “ ben size gösteririm
dünyayı ve bucaklarını” da. Kahkahalar atıyorlardı, karanlıktı, karanlık
kahkahalar atıyorlardı. Çocukça değildi yaptıkları. “Bunu götürelim bizim
ağaca. Oradan aşağı fırlatırız.” Herhalde üçü tek bir cani çocuk olup
konuşuyordu. Sürüklediler beni, Mithat’ı, yaşadım acıyı, öfkelendim. Ağaca
tırmandık, gizemli ağaca. Hissedebiliyordum ağacın köklerinin uzadığı
topraktaki sızıyı. Yaprakların kokusunu içime çektim acı içinde. Bir ayinin
ortasına düşmüştüm, üç kişilik tek cani çocuk haykırıyordu: “Mithat, kendini
at, Mithat, kendini at!” Yukarı taşınmam bir hayli uzun sürdüğüne göre epey
yüksekteydik. Beni Mithat’ın gölgesiyim, demeyecektim çocuklara. Değmez.
Kendimi bırakıyordum boşluğa. Boşluk, hoşluk. Aşağıda beni doğanın kucağı
bekliyordu, serttir belki, olsun. Karışmalıydım toprağa. Acıyordu yanım yörem,
gözlerimi açmak istemiyordum, açsaydım ve hâlâ karanlık mı diye bakmak
isteseydim belki de atamazdım kendimi. Düşüyordum, renkli suyun içinde yüzer
gibi, düşüyordum, yüzmeyi bilmem, düşmeyi bilmem, düşüyordum, soluğunu hissediyordum
toprağın, önce o parçalıyordu bedenimi, bilmiyordum nedenini. Sonra, birkaç
saniyelik derin boşlukta ağlıyordum ve renkli sular akıyordu yüzümden.
Yapraklar, diyordum, böcekler, sizi seviyorum. Su, seni seviyorum, senin kıymetini
bir ben biliyorum, kimse bilmez, size su yok, yok. ( Doğru anlamışım, anlayabilmişim
Mithat olmadan önceki ben olarak onun söylediği sözleri.) Kim bu siz, de
diyordum düşerken, kime dedim, diyordum, diyorum bu siz sözcüğünü? Kim bu
zamir?
Adı Mithat. Şey, yani senin adın Mithat, kardeşim. Seni
görmemiştim bugüne dek, o nedenle emin olamadım. Çaresizlik filan yok, ne
çaresizliğiymiş, o da neymiş? Dünyadaki en umutlu kişi sensin, canım kardeşim,
her kimsen, ne nurlu bir yüzün var, ben sözü dolandırmam boş yere, şey, şöyle
geniş bir zamanda konuşalım istersen. Ayıp etmiş olmayayım söylediklerine. Sen
ne güzel ne ballı, şerbetli konuşuyorsun! Helal olsun canım kardeşim, artık
yoldaş olduk sayılır. Ne vardı üstünde, hatırladım: Koyu yeşil bir kadife
pantolon, kırmızı bir kazak. Islaktı bunlar, giymişsin tekrar. Çıkar kurutalım.
O çocuklar, onlara da veririz ceza. Merak etme, seni aşağı atmak ha, kim ulan
onlar, şerefsizler!
Adı Mithat. Gölgemin. Elinizi uzatın Zamir Bey. Siz. Size zamir demek istiyorum. Size su yok, o bardağı bırakın. O bardağı atın ve içindeki suyu dökün. Size su yok. Ellerim titriyor, damarlarım yeşil yapraklara uzanan acınası dal rengini alıyor. Elinizi uzatın. Zamir Bey, korkmayın. Yüzme ve düşme öğrenilir, korkma (korkuyu yaşama) öğrenilemez. Tüfekte gözünüz, nefes alıp verişiniz sıklaştı, korkmayın. Bakıyorum da pıl ve pırtıdan oluşan varlığınızı alıp gitmek istemiyorsunuz, 'pılı' ve 'pırtı' mı, 'pıl' ve 'pırt' mı, güzel kelimeler, her neyse, giyin giysilerimi. Koyu yeşil bir kadife pantolon, kırmızı bir kazak. Gidin. Bana döndünüz, şimdi sizin gölgeniz olabilirim. Dışarısı karanlık, ışığı kapatalım, evet böyle, içerisi de karanlık. Nefes bile almayacak derecede kurnazsınız Zamir Bey. Tüfek duvardan alınıyor şu anda, değil mi? Biliyorum, elinizde. Adı o kadar güzel ki! Tüfek, tüf tüf, püf püf bir ateş çiçeği. Ateş edin. Zaten kim yaşamaya tahammül edebilir ki? Bir ateş sesi geldi. Pardon. Çıplağım, utanıyorum ışığı açmaya. Beni öldürmediniz, demek ki, su için biraz, çok yaşamışsınızdır. Böcekler geliyor işte, yüzünüz gökyüzü kadar güzeldir ve bu üç ek sizi toprağa ekiyor: Tüfek, çiçek ve böcek. Hoşça kalın Yeni Mithat.
(PLÂN: Kendisini öldürmesini sağlarsan –neden olmak değil-
birinin ve giydirebilirsen ona kendi kıyafetlerini ölmeden önce, ölmezsin sen
asla ve öldürürsün gölgeni bu nedenle ve böyle bir hazlı/hızlı yasla.)
(HAKİKAT: Ölür ölüm bile.)
No comments:
Post a Comment