“Hocam, araya bi alıyoz, bi dalga geçiyoz, görcen. Bi
görecen hele. Delefonunu çaldırıyo Mesud, eli ayağına dolanıyo Ahmed’in. Dit
dit dit. Delefon ötüyo, açsana ulan, diyoz, titreye titreye açıyo. Ben gadın
taklidi yapıyom, hı hı hı, ulan Sidikli Ahmed, diyom, senin donunu da alırım,
alır mıyım, alırım. Yapma, tüm malım senin olsun, diyo, diyo ama gancıklaşdım
bi kerrem, len senin o boklu donunu ne yapim, azgın deke. Gapa telefonu. Hocam,
ben öyle deyince, gorkuyo gariban, yaşlı zaten, bizi bi gülme alıyo, anladamam.
Ne oldu koca oğlan, sıkıştırıyoz Ahmed’i. Heç, diyo, heç, eski mantinotam.
Hocam, bu arada adın neydi? Ben Birol, heye, Birol.”
BİROL
Birkaç öykü okuduktan ve iyice kanaat getirdikten sonra bu
öykünün başlığını bir üst satıra koymaya karar verdim. Birazdan aktaracağım
öyküyü okuyacaksınız okumasına ama içtenlikle anlayabilecek misiniz,
bilmiyorum. Başlıktan hemen önce sıralanan ve konuşma dilinin incelikleriyle
bezenen satırlar Birol Abi’yi anlatır az da olsa; Ahmed -Ahmet mi yoksa?- hakkında
da düşündürür belki. Mesut’tan söz etmez. Beni, beni ise anlatmaz.
Birol Abi, şöyle biri: Kısa boylu, koca göbekli, çürük
dişli. Saçları gür. Sağ bileğinde bir tespih mevcut. Gülüyor habire. Hı hı hı. Kikirdiyor. Kulakları biçimsiz. Çirkin bir
adam. Ne kadar rezil tanımlama varsa, hepsi onun için uygun. Öfkelendi mi
iblis, sevindi mi soytarı, şaşırdı mı gri bir hıyar. Beni çağırdı mahallesine.
Kabul ettim, gel hocam, dedi, gel gör de bir bak hele. (Yazının bundan sonraki
kısmında Birol Abi’nin konuşmalarını Türk Dil Kurumunun keskin denetiminde sunuyorum.)
Nasıl kafa buluyoruz Ahmet’le -Ahmet’miş demek- Nasıl eğleniyoruz, gel de gör.
Tek göz bir odaymış, gideceğim yer. Dar sokaklar. Yürürken
içim daralıyor. Sokak kenarlarına masalar kurulmuş, kara kara çocuklar
masaların altına giriyorlar. Çürük dişli amcalar, üstlerine atlet delici sular
savuruyor, ferahlıyorlar; o zaman sıcak. Kavruluyorum o hâlde. Başım dönüyor.
Montum niye var, söyleniyorum, birden bastırdı hararet demek. Kediler, sivri
dişlerini birbirine geçiriyor, tuhaf sesler çıkarıyorlar. Mahalle işte şurası.
Geldim. Birol Abi, oturmuş bir damın altına. Şalvarını giymiş, ferah. Elinde litrelik
bir kola şişesi, su akıtıyor ensesinden aşağı. “Oh, hocam, gel. Hoş geldin.
Sıcak, ama olsun, gel.” Bana uzatıyor şişeyi, ağzıma döküyorum birazını. Hâlâ
kola tadını atamamış bir geçmiş zaman suyu. “Rahatla, hocam, oh, iç suyunu.”
Yeni aldığım spor ayakkabı da vurmuş ayağımı, üstelik içtiğim kolalı suyun
damlaları dökülüyor üstüne. “Hocam, birazdan gelir Ahmet Emmi, başlarız
makaraya.” Sessizim. “Ben mi, sana anlatmıştım, emekli olduktan sonra kendimi
keyfe verdim. Eğleniyorum, ben mi çekeceğim kahrını dünyanın, hı?” Ayakkabım
kabarmasa bari, topuğumdaki sızıyla çömeliyorum oraya. “Yalnız, şalvar giysen
daha iyi olur. Rahatlarsın, al, giy.” Giyiyorum. Dünyanın tüm sıcağı buraya
dökülüyor, su olmuş akıyor, köz olmuş yakıyor, diyorum. “İyi dedin, hocam. Şair
misin yoksa?” Sessizim.
Anlatılanla yaşanan aynı değil. Değil. Ahmet Emmi geliyor. Yaşlıca,
gözlüklü, bastonlu bir dede. Öykünün girişinde sözünü ettiğim Mesut da oturmuş
yanıma. “Kadro, tamam, hı hı hı” diyor da gülüyor çürük çürük. (Gülen ya Birol
ya Mesut.) Ahmet, cılız biri. Üstünde kadifeden ceketi. “Üşüyorum, ulen.”
Üzülüyorum Ahmet Emmi için, ya da aslında ben çoktan üzülüyorum da üzüntüme
denk geliyor o. Kafasından aşağı su döküp duruyor Birol, hı hı hı, gülüyor.
Nasıl gülüyor, nasıl, tepine gerine, sığır gibi, Mesut da eşlik ediyor ona
tabii. Sonra, bastonunu saklıyorlar adamın. Panik oluyor adamcağız. “Nerede,
ulen, bastonum nerede?” Ağlıyor boncuk boncuk. Kahkahalar. Sessizim. “Hocam,
bizim de eğlencemiz bu adam, fazla takılma ya.” Demek ki hissetti
keyifsizliğimi, anladı çürük zihniyle. “Bak Ahmet Emmi, bastonunu veririm ama
ya para vereceksin ya da bir kere deldireceksin, anladın sen.” Anladık hepimiz.
Ahmet Emmi, burada bahsetmeyeceğim küfürlerden bir demet savuruyor. “İyi Emmi,
baston yok.” Ağlıyor yaşlı herif. Şöyle bir yokluyor şalvarını kıçına doğru,
sakinleşiyor. Susuyoruz bir süre. Damdan sesler geliyor. Çıtırtılar,
kuş-böcek-kedi-köpek pıtırtıları. Demek ki odadayız, sıcak, cam yok, burası
dükkândan bozma bir depo, havasızlık bölgesi, ölü yaşam merkezi. Topuğumdaki
sızı artıyor. Demek ki, diyorum bundan önceki “demek ki” sözcüklerinin
tekrarına sığınarak, hâlâ yaşıyorum, vakit varken, git, kaç, saklan.
Hocam, diyerek dürtüyor beni Birol Abi. “Haydi, bu kez de
arayan kadın sen ol, hı hı hı” Gözlerimi açıyorum, kapalıymış, telefon elimde.
Tavandan sarkan lambanın cılız ışığı -en sevdiğim betimleme- altında herkes
belirsiz, birer çiğ gölge, ben de öyle. Efendim, diyor, Ahmet Emmi. Sus,
diyorum, konuşma ayı, sus. Beni, unuttun. Dudaklarım bükülüyor. Yok, ulen
avradım, dese de nafile. Küsmüş bir kadın, oluyorum. Kahkahalar. Birol Abi,
kafasını tokatlıyor kurbanımızın. Yapma Ahmet Emmi, kandır kadını, para
isteyecek yoksa. Ulen avradım, param yok, sömürdün, bitirdin, vallahi yok. Sus,
azgın, sus, hain, sus donsuz, sus. Bağırıyorum. Beni hiç sevmedin, hiç. Birol,
Mesut’la el ele vermiş, golü bekleyen taraftar misali dikiliyor. Bana para
yolla, it herif, diyorum. Hemen yolla. Hemen. Yoksa, derini yüzerim,
tırnaklarını söker, söker dikerim. Şaşırıyor Birol. Hocam, tamam, öldüreceksin
adamı. Yoksa, diyorum, şu sıcak günün ve gecenin içinde seni boğacağım, yok
edeceğim, seni ve iki aptal arkadaşını katledeceğim. İster misin? Ağlıyor Ahmet
Emmi. Ben nasıl rahatım, keyifliyim, sıcak da etkilemiyor, rahatım. Birol Abi,
hocam, diyor, hocam bir sus yahu, ne oluyor, neden öyle dedin, ne ettik? Özür
diliyorum, kendimi role kaptırdım Birol Abi, hı hı hı. İçini saran tedirginlik
yitiyor o zaman, sakinleşiyor. Geç oldu Ahmet Emmi, git sen, uğurlar ola. Adamın
yüzü sararmış, sarı bir limon-kuş-böcek olmuş. Sessizce uzaklaşıyor. Mesut yok.
(Onun öyküye katkısını anlamadım zaten)
Hava kara. Hava açık.
“Hocam, iyi uyudun. Ben seni evine bırakırdım ama istemedin.
Oh, nasılsın?” Sessizlik. Ahmet Emmi de gelir birazdan ve Mesut da tabii. Mesut
geldi. Yalnız. “Kapıyı çaldım, çarptım, kırdım, yok Emmi. Yok.” Gözler bende. Sessizlik.
Suyu kafama boca ediyorum. Ferahlık. Baston elimde. Demek ki, elimde. “Hocam,
dün bastonuyla gitmemiş miydi Emmi, tuhaf iş” Sözsüzlük. Birbirini süzüyorlar.
Gariplik. Uzaklaştılar. Kısık sesler. Plânlar. Önce sen konuşlar, tehlikeli lan
bu adamlar, ikimiz bir olup (Birol’a net gönderme) onu uzaklaştıralımlar, ama
dikkatli olalımlar, adam büyülü olabilirler, diğerleri. Dünden eser kalmamış,
ayağımda terlik, ayakkabı yok. Topuğumdaki kabarcık usul usul eriyor. Geldiler.
“Hocam, haydi bırakayım seni evine.” İblis, soytarı, hıyar herif. “Hocam,
haydi.” Kolumdan tutuyor. Baskı. Rahatsızlık. Kaş göz işaretleri. Arkamdan
süzülen gölge, fark edilir bir darbe. Koyu kırmızı acı. “Tut kolundan,
ayakkabıları güzel. Niye yaptın oğlum?” Duyuyorum hâlen. “Abi, Bıktım Ahmet’ten
ya. Parasını aldım, doğru nehrin oraya. Hop, su. Elveda.” (Demek ki Mesut’un
önemi bu)
Başım dönüyor. Hava sıcak. Elim kolum birbirine dolanmış. Tek
göz depo odadayım. Gelirler birazdan, onlara aitim artık, terliğim var, demek
ki buraya aitim. Bir huzur var yüzüme yerleşen. Aidiyet hissinin tadı. Mesut
geliyor önce. Kahkahalar. Birol Abi geliyor. Şalvarımı çıkarıp beni yıkıyorlar.
Demek ki kirliyim. Arınıyorum. Kafamı, ruhumu sabunluyorlar. Su sesleri.
Dışarıda masalar ve kara kediler. Şalvar giydirildi. Üste bir atlet. Terlik.
Baston. Yaşımı başımı almışım. Sırtım ağrıyor. “Adın ne, hocam?” Yanıt yok,
tekme, yanıt yok, tokat, yok, yüzüm pancar, yok, kan gölü, yok. “Kimliğine bak
Mesut.” Yok. O hâlde bunun adı da Ahmet olsun. Ahmet Emmi, hi hi hi. Şalvarıma
su doldurmalar, üşüyorum, kafama tekme, ağrı, alaylar. “Ara, oğlum şunu avrat
olarak” Alo, diyor, alo, yaşlı horoz. Konuş, rızıksız. Para yolla, ayı. Yolla.
Araya girmek istiyorum, sus, sus, diyor. Sana mı soracağım. Ağlıyor, ağlıyorum.
Birol köşede yıkılıyor eğlenceden.
Güzel adam, çirkin, dünyanın en çirkini ama güzel adam.
Bastonum nerede? Yok. Demek ki. Yok. (Belirsiz, çiğ bir
dünyada yalnızca ben, ben varım.)
No comments:
Post a Comment