March 04, 2017


“Hocam, araya bi alıyoz, bi dalga geçiyoz, görcen. Bi görecen hele. Delefonunu çaldırıyo Mesud, eli ayağına dolanıyo Ahmed’in. Dit dit dit. Delefon ötüyo, açsana ulan, diyoz, titreye titreye açıyo. Ben gadın taklidi yapıyom, hı hı hı, ulan Sidikli Ahmed, diyom, senin donunu da alırım, alır mıyım, alırım. Yapma, tüm malım senin olsun, diyo, diyo ama gancıklaşdım bi kerrem, len senin o boklu donunu ne yapim, azgın deke. Gapa telefonu. Hocam, ben öyle deyince, gorkuyo gariban, yaşlı zaten, bizi bi gülme alıyo, anladamam. Ne oldu koca oğlan, sıkıştırıyoz Ahmed’i. Heç, diyo, heç, eski mantinotam. Hocam, bu arada adın neydi? Ben Birol, heye, Birol.”

BİROL

Birkaç öykü okuduktan ve iyice kanaat getirdikten sonra bu öykünün başlığını bir üst satıra koymaya karar verdim. Birazdan aktaracağım öyküyü okuyacaksınız okumasına ama içtenlikle anlayabilecek misiniz, bilmiyorum. Başlıktan hemen önce sıralanan ve konuşma dilinin incelikleriyle bezenen satırlar Birol Abi’yi anlatır az da olsa; Ahmed -Ahmet mi yoksa?- hakkında da düşündürür belki. Mesut’tan söz etmez. Beni, beni ise anlatmaz.

Birol Abi, şöyle biri: Kısa boylu, koca göbekli, çürük dişli. Saçları gür. Sağ bileğinde bir tespih mevcut. Gülüyor habire. Hı hı hı.  Kikirdiyor. Kulakları biçimsiz. Çirkin bir adam. Ne kadar rezil tanımlama varsa, hepsi onun için uygun. Öfkelendi mi iblis, sevindi mi soytarı, şaşırdı mı gri bir hıyar. Beni çağırdı mahallesine. Kabul ettim, gel hocam, dedi, gel gör de bir bak hele. (Yazının bundan sonraki kısmında Birol Abi’nin konuşmalarını Türk Dil Kurumunun keskin denetiminde sunuyorum.) Nasıl kafa buluyoruz Ahmet’le -Ahmet’miş demek- Nasıl eğleniyoruz, gel de gör.

Tek göz bir odaymış, gideceğim yer. Dar sokaklar. Yürürken içim daralıyor. Sokak kenarlarına masalar kurulmuş, kara kara çocuklar masaların altına giriyorlar. Çürük dişli amcalar, üstlerine atlet delici sular savuruyor, ferahlıyorlar; o zaman sıcak. Kavruluyorum o hâlde. Başım dönüyor. Montum niye var, söyleniyorum, birden bastırdı hararet demek. Kediler, sivri dişlerini birbirine geçiriyor, tuhaf sesler çıkarıyorlar. Mahalle işte şurası. Geldim. Birol Abi, oturmuş bir damın altına. Şalvarını giymiş, ferah. Elinde litrelik bir kola şişesi, su akıtıyor ensesinden aşağı. “Oh, hocam, gel. Hoş geldin. Sıcak, ama olsun, gel.” Bana uzatıyor şişeyi, ağzıma döküyorum birazını. Hâlâ kola tadını atamamış bir geçmiş zaman suyu. “Rahatla, hocam, oh, iç suyunu.” Yeni aldığım spor ayakkabı da vurmuş ayağımı, üstelik içtiğim kolalı suyun damlaları dökülüyor üstüne. “Hocam, birazdan gelir Ahmet Emmi, başlarız makaraya.” Sessizim. “Ben mi, sana anlatmıştım, emekli olduktan sonra kendimi keyfe verdim. Eğleniyorum, ben mi çekeceğim kahrını dünyanın, hı?” Ayakkabım kabarmasa bari, topuğumdaki sızıyla çömeliyorum oraya. “Yalnız, şalvar giysen daha iyi olur. Rahatlarsın, al, giy.” Giyiyorum. Dünyanın tüm sıcağı buraya dökülüyor, su olmuş akıyor, köz olmuş yakıyor, diyorum. “İyi dedin, hocam. Şair misin yoksa?” Sessizim.

Anlatılanla yaşanan aynı değil. Değil. Ahmet Emmi geliyor. Yaşlıca, gözlüklü, bastonlu bir dede. Öykünün girişinde sözünü ettiğim Mesut da oturmuş yanıma. “Kadro, tamam, hı hı hı” diyor da gülüyor çürük çürük. (Gülen ya Birol ya Mesut.) Ahmet, cılız biri. Üstünde kadifeden ceketi. “Üşüyorum, ulen.” Üzülüyorum Ahmet Emmi için, ya da aslında ben çoktan üzülüyorum da üzüntüme denk geliyor o. Kafasından aşağı su döküp duruyor Birol, hı hı hı, gülüyor. Nasıl gülüyor, nasıl, tepine gerine, sığır gibi, Mesut da eşlik ediyor ona tabii. Sonra, bastonunu saklıyorlar adamın. Panik oluyor adamcağız. “Nerede, ulen, bastonum nerede?” Ağlıyor boncuk boncuk. Kahkahalar. Sessizim. “Hocam, bizim de eğlencemiz bu adam, fazla takılma ya.” Demek ki hissetti keyifsizliğimi, anladı çürük zihniyle. “Bak Ahmet Emmi, bastonunu veririm ama ya para vereceksin ya da bir kere deldireceksin, anladın sen.” Anladık hepimiz. Ahmet Emmi, burada bahsetmeyeceğim küfürlerden bir demet savuruyor. “İyi Emmi, baston yok.” Ağlıyor yaşlı herif. Şöyle bir yokluyor şalvarını kıçına doğru, sakinleşiyor. Susuyoruz bir süre. Damdan sesler geliyor. Çıtırtılar, kuş-böcek-kedi-köpek pıtırtıları. Demek ki odadayız, sıcak, cam yok, burası dükkândan bozma bir depo, havasızlık bölgesi, ölü yaşam merkezi. Topuğumdaki sızı artıyor. Demek ki, diyorum bundan önceki “demek ki” sözcüklerinin tekrarına sığınarak, hâlâ yaşıyorum, vakit varken, git, kaç, saklan.

Hocam, diyerek dürtüyor beni Birol Abi. “Haydi, bu kez de arayan kadın sen ol, hı hı hı” Gözlerimi açıyorum, kapalıymış, telefon elimde. Tavandan sarkan lambanın cılız ışığı -en sevdiğim betimleme- altında herkes belirsiz, birer çiğ gölge, ben de öyle. Efendim, diyor, Ahmet Emmi. Sus, diyorum, konuşma ayı, sus. Beni, unuttun. Dudaklarım bükülüyor. Yok, ulen avradım, dese de nafile. Küsmüş bir kadın, oluyorum. Kahkahalar. Birol Abi, kafasını tokatlıyor kurbanımızın. Yapma Ahmet Emmi, kandır kadını, para isteyecek yoksa. Ulen avradım, param yok, sömürdün, bitirdin, vallahi yok. Sus, azgın, sus, hain, sus donsuz, sus. Bağırıyorum. Beni hiç sevmedin, hiç. Birol, Mesut’la el ele vermiş, golü bekleyen taraftar misali dikiliyor. Bana para yolla, it herif, diyorum. Hemen yolla. Hemen. Yoksa, derini yüzerim, tırnaklarını söker, söker dikerim. Şaşırıyor Birol. Hocam, tamam, öldüreceksin adamı. Yoksa, diyorum, şu sıcak günün ve gecenin içinde seni boğacağım, yok edeceğim, seni ve iki aptal arkadaşını katledeceğim. İster misin? Ağlıyor Ahmet Emmi. Ben nasıl rahatım, keyifliyim, sıcak da etkilemiyor, rahatım. Birol Abi, hocam, diyor, hocam bir sus yahu, ne oluyor, neden öyle dedin, ne ettik? Özür diliyorum, kendimi role kaptırdım Birol Abi, hı hı hı. İçini saran tedirginlik yitiyor o zaman, sakinleşiyor. Geç oldu Ahmet Emmi, git sen, uğurlar ola. Adamın yüzü sararmış, sarı bir limon-kuş-böcek olmuş. Sessizce uzaklaşıyor. Mesut yok. (Onun öyküye katkısını anlamadım zaten)

Hava kara. Hava açık.

“Hocam, iyi uyudun. Ben seni evine bırakırdım ama istemedin. Oh, nasılsın?” Sessizlik. Ahmet Emmi de gelir birazdan ve Mesut da tabii. Mesut geldi. Yalnız. “Kapıyı çaldım, çarptım, kırdım, yok Emmi. Yok.” Gözler bende. Sessizlik. Suyu kafama boca ediyorum. Ferahlık. Baston elimde. Demek ki, elimde. “Hocam, dün bastonuyla gitmemiş miydi Emmi, tuhaf iş” Sözsüzlük. Birbirini süzüyorlar. Gariplik. Uzaklaştılar. Kısık sesler. Plânlar. Önce sen konuşlar, tehlikeli lan bu adamlar, ikimiz bir olup (Birol’a net gönderme) onu uzaklaştıralımlar, ama dikkatli olalımlar, adam büyülü olabilirler, diğerleri. Dünden eser kalmamış, ayağımda terlik, ayakkabı yok. Topuğumdaki kabarcık usul usul eriyor. Geldiler. “Hocam, haydi bırakayım seni evine.” İblis, soytarı, hıyar herif. “Hocam, haydi.” Kolumdan tutuyor. Baskı. Rahatsızlık. Kaş göz işaretleri. Arkamdan süzülen gölge, fark edilir bir darbe. Koyu kırmızı acı. “Tut kolundan, ayakkabıları güzel. Niye yaptın oğlum?” Duyuyorum hâlen. “Abi, Bıktım Ahmet’ten ya. Parasını aldım, doğru nehrin oraya. Hop, su. Elveda.” (Demek ki Mesut’un önemi bu)

Başım dönüyor. Hava sıcak. Elim kolum birbirine dolanmış. Tek göz depo odadayım. Gelirler birazdan, onlara aitim artık, terliğim var, demek ki buraya aitim. Bir huzur var yüzüme yerleşen. Aidiyet hissinin tadı. Mesut geliyor önce. Kahkahalar. Birol Abi geliyor. Şalvarımı çıkarıp beni yıkıyorlar. Demek ki kirliyim. Arınıyorum. Kafamı, ruhumu sabunluyorlar. Su sesleri. Dışarıda masalar ve kara kediler. Şalvar giydirildi. Üste bir atlet. Terlik. Baston. Yaşımı başımı almışım. Sırtım ağrıyor. “Adın ne, hocam?” Yanıt yok, tekme, yanıt yok, tokat, yok, yüzüm pancar, yok, kan gölü, yok. “Kimliğine bak Mesut.” Yok. O hâlde bunun adı da Ahmet olsun. Ahmet Emmi, hi hi hi. Şalvarıma su doldurmalar, üşüyorum, kafama tekme, ağrı, alaylar. “Ara, oğlum şunu avrat olarak” Alo, diyor, alo, yaşlı horoz. Konuş, rızıksız. Para yolla, ayı. Yolla. Araya girmek istiyorum, sus, sus, diyor. Sana mı soracağım. Ağlıyor, ağlıyorum. Birol köşede yıkılıyor eğlenceden.

Güzel adam, çirkin, dünyanın en çirkini ama güzel adam.

Bastonum nerede? Yok. Demek ki. Yok. (Belirsiz, çiğ bir dünyada yalnızca ben, ben varım.)


No comments:

Post a Comment