Kapımı çalan yaşam temsilcisi susmak bilmiyor. “Beyefendi. Beyefendi.” Saçları yeşil. “Beyefendi, müsaade ettiğiniz için teşekkürler.” Nasıl etmeyeyim? Devletin gönderdiği yaşam temsilcisini her ay en az bir kere eve kabul etmek zorundayız. “Kaç yaşındaydınız? Durun, bakalım sistemden. 350.” Yüzümde bir tebessüm artığı. Nerede okumuştum? Bir ilkçağ şairi: “Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder” Komik. İnsan ömrü 350 yıl. “Yolun neresi beyefendi? Anlamadım.” Suskunum uzun süredir. Sesimi de yitirdim demek ki. Demek ki yaşlandım hakikaten. “Evet, şey.” Üçgen kafalı yaşam temsilcisi, kafasındaki gözeneklerden soluyor. “Evet” Nefes. “Ölmek üzeresiniz. Çok açık. İsterseniz sizden sonraki kuşaklara aktaracaklarınız için çalışalım.” Öksürmüyor, güçsüz düşmüyorum. Evlerimizi dezenfekte edip sıhhatimiz için gerekli ilaçları solunum sistemimize karıştırıyorlar. Güçlüyüm, çok güçlüyüm. Sormam gerek, sormalıyım. “Sayın yaşam temsilcisi, acaba, şey, hiç mi?” Ölmek istemiyorum. Farkım nedir ondan, bundan, şundan? Nedir? Cılız bir deney faresi değilim. Güçlüyüm. Olgun, tecrübeli ve güçlü. Bu esnada yaşam temsilcisinin kafasındaki yeşilliği delen sivri antenleri titreşiyor. “Beyefendi. Sorunuzu anladım. Mümkün değil. Değil. Sistem müsaade etmiyor. İnceliyorum, yirmi üç ameliyat geçirmişsiniz. On sekiz organ nakli. Elbette gücünüz hâlâ gençlik günlerinizdeki gibi. Bunu yapabiliriz yapmasına ama ölmeniz gerekiyor. Nüfus plânlaması açısından çoktan vefat etmiş olmanız lazımdı.” Tebessüm artığım eriyor. “Beyefendi bir süredir size ulaşamadık. Sistemimizde canlı olduğunuz görünüyor. Bakın.” Evet, her organım ayrı ayrı nefes alıp veriyor. Yapay olanlar kırmızı et parçası. Yenilenen organlarım yeşil ömür meyveleri. “Şunu çok açık biçimde söylemem gerekiyor ki” Ellerim ellerini kavrıyor. Antenleri kızıllaşıyor. Keşke yüzünü görebilsem, yüzü yok. Ağzı mevcut değil ve de duyguları. Gözümden ilkel sular dökülüyor. “Beyefendi, sistem aşırı tepki verdiğinizi söylüyor. Mutluluk ayarlarınız mı bozuldu?” Sessizim. “On iki gün içinde öleceksiniz. Şimdi aktaracaklarınız üzerinde çalışalım.” Bu ânı beklemiştim uzun süredir. Öldürülemeyeceğini biliyorum yaşam temsilcisinin. Yalnızca bir hologram. Onu öldüremem ama kendimi, kendimi? “Bakalım. Kimseniz yok. Eşinizi kaybedeli seksen iki gün olmuş.” Eşim yok, eşsizim. Komik. Ellerim boynumdaki yumuşak dokuyu kavrıyor. Kızıl antenler açık sarıya dönüyor. “Eşinizi kaybettikten sonra gördüğünüz tedavi sizi rahatlatmış. Doku değerleriniz normal.” Boynumu sıkıyorum. Ellerim birer katil örümcek misali boğuyorlar beni. Tebessüm egzersizi. Konuşuyor yaşam temsilcisi ama duymuyorum. Kelimeler karışıyor birbirine, havaya: “hbfvfbcsdtryjfshbg.jbuybvcrrvyuvhf.v” Duymuyorum.
Gözlerimi açtığımda evren hastanesinde buluyorum bedenimi. “Kendini
öldürmeye teşebbüs. Kabul edilemez bir suç. Size yaşam ilkelerini tekrar
hatırlatmak zorundayım” diyor sağlık temsilcisi ve elindeki tabloda yer alan şu
listeyi seslendiriyor:
YAŞAM İLKELERİ
YAŞAM İLKELERİ
Madde 1: Her birey verilen süre içinde sağlıklı yaşamak zorundadır.
Madde 2: Her birey zamanı geldiğinde ölmek zorundadır.
Madde 3: Bir birey başka bir bireyin sağlığına zarar veremez.
Madde 4: Yukarıdaki üç madde değiştirilemez.
Madde 2: Her birey zamanı geldiğinde ölmek zorundadır.
Madde 3: Bir birey başka bir bireyin sağlığına zarar veremez.
Madde 4: Yukarıdaki üç madde değiştirilemez.
“Size baktığımda, bir tür bunalım
içinde olduğunuzu görüyorum. Bu nedenle tedavi altında tutulacaksınız.” Turuncu
saçlı temsilci. Sivri tırnaklı ve gözleri birer kara çizgi, antensiz. “Maddeleri
onayladığınızı beyan edin.” Suskunum. Verilen ilave onaylama serumu. “Onaylıyorum
sayın sağlık temsilcisi.”
Sonunda öldürüleceğim gün geldi. Yine
o ilkçağ şairinden: “Zamanla nasıl değişiyor insan!” Kimdi bu adam, kim? “Her
doğan günün bir dert olduğunu.” İnsan, evet, insan bu yaşa gelince anlarmış.
Sanal duvarlar, aynalar ve yan odalarda soluk sesleri. Zamanım azalıyor.
İlkçağda lobotomi adı verilen ve şu
an oldukça gelişmiş şekliyle “alabadi” olarak tanımlanan işleme tabi
tutulacağım. Verilen elektrik şoku. Parçalanan kafatası ve ölüm. Sağlık
temsilcisi yanımda. “Hazırsınız beyefendi. Gidiyoruz.” Doku izi ile girdiğimiz
onlarca hücre. Taramalar, kontroller. Kafama yaklaşan matkap. Kapat gözlerini
beyefendi. Adım neydi sahi? Kapat gözlerini. “İşlem başlasın. İyi bir yaşayan olduğunuz için teşekkürler.
Şimdi vereceğimiz ilaç size gerçek gücünüzü gösterecek.” Tüm o güç, o canlılık
yalan. Hepsi yalan. Dayan. Kaburgalarımdaki çelik tutkallar sökülüyor. Yapay
organlarım eriyor. “Sistemi hazır. Başlatın.” Matkap kafatasımdaki madeni
korumayı delmeye çalışıyor, olmuyor, olmuyor.
Diri tebessüm.
Yerimden kalkıyorum. Dağılan,
eriyen organlarımı nazikçe yerleştiriyorum göğüs kafesime. “İtaat serumu verin!”
Nafile. “Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?” Nafile.
Ortalıkta görünmediğim o belirsiz
zaman aralığında eşimin mezarına gittim. 121 katlı mezarlığın 89. katındaydı bedeni.
Mezar temsilcisini öldürdüm önce. Nasıl mı? Öldürdüm. Bir ilkçağ aletiyle.
Dokunmadım ama kesildi damarları. İzinsiz, lanetli bir gereçle. Onlar da -kimler?-
eşimi katletmişlerdi. Ansızın gelip evden götürmüşlerdi bir sabah. Güneş benzeri
üretilen Sanao gezegeninin sıcaklığı
ısıtıyordu bedenlerimizi. Bir açıklama yapmadılar. Aldılar, götürdüler. Üşüdüm.
Tuhaftı eşim uzun müddettir. Mutlu değildi. Gecelerimiz kabuslarla bölünüyor,
rahat uyku serumları da kâr etmiyordu. “Ben” dedi, götürülmeden önceki gece. “Ben,
bilinmemesi gereken şeyler biliyorum. Bu elimdeki silah, öldürülmeyenleri
öldürür.” Kafam karışmıştı, afallamıştım. “Sus, beyefendi. Sus. Al bunu. Beni
götürecekler.” Sarıldı, öpmeye başladı. Mahremiyet saatimizi beklemişti eşim.
Aksi takdirde kamera ses kaydını da alacaktı. Sarıldı ve karnıma sapladı, soktu
aleti. Öptü, rahatladım. Kulağıma fısıldadı o büyülü şiiri. Eşimi aldılar,
evet, tekrar getirdiklerinde paramparça olmuştu bedeni. Bir yüzü kalmamıştı
öpülecek. Acı acı irinler dökülüyordu kalan derisinden. Yaşlılık karşıtı
ilaçları da kesilince bir hayalete dönmüştü. Gerçek olanına. Ellerimi tuttu
iskeletten eklemleriyle. İlkçağ yaşları. Ellerimi yumruğa, kalbimi öfkeye
çevirdim. Karnıma soktuğu ilkçağ aletinin varlığını hissettim, sakinleştim,
hissettim. Sustum, direndim.
Nafile. Elimde karnımdan çıkan
ilkçağ aleti. “Beyefendi,” diyorlar. “Beyefendi, o da nedir? Kullanmanız yasak
öyle şeyleri.” Sağlık temsilcisi ve ekibi parçalanıyor ben ilkçağ aletini
sıktıkça. Avcumu yaktıkça bu baskı, yanıyor hepsi diri diri. “Gittikçe artıyor
yalnızlığımız” Karnımı dikiyorum ışın cihazıyla. Üstümde bir rahatlık. Yaşam
güzel. Ellerimde parçalanıyor yaşam ilkesi tablosu.
Yavaş yavaş uzaklaşırken evren
hastanesinden, yaşam temsilcisi önümü kesiyor. “Beyefendi,” diyor “Beyefendi,
yaptıklarınız olağanüstü. Size sonsuz yaşam vadediyoruz.” Kim? “Lütfen
karnınıza yerleştirdiğiniz o aleti verin.” Öfkem kabarıyor. “Hem eşinizi tekrar
diriltebiliriz. Ne dersiniz?” Demek her şey bu kadar basit. Yapmamalıyım.
Kanmamalıyım. “Elbette,” diyorum. “Önce şu gençlik serumunu yapın tekrar.” Kızıl
antenler. “Hayhay beyefendi. Nasıl isterseniz.” Oh, ferahlıyorum. Rahatlık,
elim karnımda. “Bu güler yüzlü adam ben değilim” Ferahlık, biriken öfke.
Karnıma giren elim. Yumruk. Hologram adam panikte. “Yapmayın, aptal olmayın!”
Sıkılan ilkçağ aleti. Parçalanan yaşam temsilcisi.
Az ötede sirenler duyuluyor. Her
şeye hazırım. Avcumda geleceğim.
Yaşamak güzel.
(Artık ben de ölüm temsilcisi olabilirim. Suçları yeşil.)
No comments:
Post a Comment