Çekinirdik ondan, korkardık. Üstümüze sürdü mü akülü
arabasını, titrerdik. Tırmanırdık ağaca, derimiz soyulurdu dallardan ve dilimiz
burkulurdu ham iğdelerin tadından. Akülü arabası kırmızı renkteydi ve arkasında
beyaz harflerle süzülürdü bu ifade: Tatar Ramazan. O zamanlar çocukça hislerimizle anlayamazdık
bu lakabın hikmetini ve alay ederdik Ramazan’la: “Tatar, kendini satar, ta ta,
Tatar, kendini satar.” Çocuk ve zalim kahkahalar. Hareketlenirdi küçük kara kulakları,
kafasındaki kıllar dikilirdi. “Heyt” diye bağırıp kornaya yüklenirdi. Düt, düt.
“Heyt ulan, eşek sıpaları.” Bu cümleler öyle kalın bir sesi taşımaz, sevimli
bir cılız kuş şakımasını andırır, bizi daha çok güldürürdü. Ağacın tepesi. Bir
metre boyundaki Tatar’ın akülü arabasının koltuğunda çeyrek bacak zıplamaları
ve uzattığı sopayla olsa olsa boşluğu dövmesi. Sövmesi yoktu, pek konuşmaz, göz
teması da kurmazdı. Grubun başını ben çektiğim için, içimi dolduran pişmanlıkla
şişmanlar ve daldan düşecek olur, yalpalar, toparlanır, susar ve hüzünlenirdim.
Diğer çocuklarda neşe, diğerlerinde yaşama iştahı, diğerlerinde acımasızlık.
Kafasına dökülen tükürüklü iğde ve taşlarla acı içinde çökerdi sürücü koltuğuna
Tatar; hızla uzaklaşırdı. Bu senaryo defalarca yaşandı ve günün birinde su kurudu.
Gelmez oldu Tatar Ramazan, gelmedi.
Çetemizin lideri olduğuma göre ben gidecek, Tatar’ın nerede
olduğunu öğrenecektim. Anneme sormuştum bir keresinde: “Tatar Ramazan nerede
anne? Görünmüyor da.” Bakmıştı yüzüme, elindeki plastik leğende yoğurduğu köfteleri
yuvarlamış, yüzüme bakmıştı. “Ne yapıcan sen elin adamını? Sorduğu soruya bak, ocağın
altını yak, enik.” Köfteler tavada kararırken Tatar Ramazan’a benzemişlerdi.
Onun ağzı, kara kafası, çeyrek bacakları, boyu posu, aynı o. Ocağın altını
kapamıştım. Annemin terlikleri. Kaçış. Sonra bir yerde okumuştum. Tatar Ramazan
filmmiş. Kadir İnanır’ın canlandırdığı Tatar Ramazan’ın adam öldürüp dört sene
içeride yattığını, çıkıp sözlüsü ile evlendiğini ama bu sefer de vurduğu adamın
oğlunun ya da kardeşinin Tatar’ın peşine intikam yeminiyle düştüğünü
hatırlıyorum hayal meyal.
Çete dağıldı, yaşam büyüdü. (Soldan, sağdan, tepeden, yandan
ve hep önden çekildi fotoğraflar. İstemeden girdim karelere. Yassı kafam, büyük
burnum. Aklımda Tatar. Onun kafası, onun burnu. Pişmanım.)
**
Tekrar dönmek varmış bu sokaklara. Çoğu şey değişmiş.
Yükselen binalar sağda solda. Eski apartmanların bodrum katlarına beton
dökülmüş, açılmayasıya kapanmış kapıcı defterleri. Sağı solu taradım. İğde
ağacını arıyor gözlerim. Orada. Kuş kadar kalmış, budanmış. Tırmanmak zor olsa
da çıkıyorum tepesine, geçerek dikenli telleri. Bir zamanlar içinde kaybolduğum
ağaç kurumuş neredeyse. Anılar. Karşıdaki binanın dış cephesi yenilenmiş,
balkonlar kapatılmış. Sessizlik. Sokakta oynayan çocukların eksikliği. Asıl
zalimlik bu. Parmaklarımda dikenli tel lekeleri. Sızı. Kalan birkaç dalda kimse
yok. Çocuk, kuş, kış, düş yok. Kimse kalmamış hayatta. Parmaklarımdan aşağıya
akan kan kırmızı tel lekeleri. Öğrenmem gerekiyor Tatar Ramazan’ın akıbetini.
Aşağıdayım tekrar. Çaldığım zillerden yükselen ses: “Kim o?” Arkadaşlarım ya
taşınmış ya da beni görmek istemiyor. Sonunda açtı kapıyı birisi. Şaziye Teyze
bu. Onu öldü sanıyordum yıllar önce. “Sen yaşıyor muydun Şaziye Teyze? Ver,
elini öpeyim.” Bakıyor yüzüme, ölü elinde çiçekli yazması, bakıyor yüzüme. “Sen
yaşıyor muydun asıl?” diyor. Tuhaf bir karşı soru. Kafam karışıyor ama
kararlıyım. Şaziye Teyze’nin zengin olmasına rağmen ışıklarda dilendiğini ve
bir Şahinci tarafından bile isteye ezildiğini anlatırlardı hep. “Arama Tatar’ı,
yok, git.” Kapı kapandı. Onu aradığımı söylememiştim oysaki. Işıklanan parklar,
yürüyüş yolları, hipermarketler, kahve dükkânları arasından geçiyor, buralara
bir daha gelmemeye yemin ediyorum.
**
Kapım çalındı. “Kim o?” Sükûnet. Hırıltı ve kalın ses: “Aç
kapıyı, ben Hamza.” Korktum ama misafire hayır demek olmaz. Buyur ettim. Tatar
Ramazan’ın kardeşiymiş (ya da oğlu), ona benziyor ama bacakları var, boyu çok
uzun ve gür bıyıklı. “Onu sen öldürdün.” Minik ellerin tuttuğu silah. “Evet,
pişmanım.” Mutfak masasının üstüne tünüyor. “Neden, söyle neden?” Sesi güçlü ve
hâkimane çıkıyor. “Çocuktum, bilmiyordum.” Küçük kara kaşları ortada toplanıyor
ve oluşan kuyuya dökülüyor düşünceleri, sakinleşiyor. “Hayır” diyor “Hayır, onu
ben öldürdüm. Kendimi. ” Masaya fırlatıyor fotoğraflarını. Ameliyatlar, boy
uzatma, estetik, saç ve bıyık ektirme, protez bacaklar. Bakıyor yüzüme, Tatar
Ramazan bu, yüzüme bakıyor. Sarıyorum sıkıca. “Affet beni Tatar, affet.” Sokak
sessizliğinin benzeri. Takma bacakları çıkarıyor, eklenen saçları yoluyor,
bıyığı parçalıyoruz. “Sana” diyor sesini inceltmeye çalışarak “Bunlar en çok
sana yakışırdı.” Doğrulan silah, birikmiş kahkaha.
**
Hastane günleri. Boyum artık daha uzun, saçlarım gür,
bıyığım var. Taburcu. Kapıda bekleyen kırmızı akülü araba. Gülümseyen Ramazan.
Arabanın sol yanına minik bir ekleme yaptırmış iğde ağacından, zar zor
biniyorum. Şaziye Teyze’nin otopsi fotoğrafları her yanda. Basıyor gaza Tatar:
“Tatar, beni yol tutar.” Gaza basıyor, basıyor, her yer iğde kokuyor, düt düt,
her yer.
(Tatar Ramazan’ın gerçek isminin Hamza olduğuna eminim. Hem
ağzından kaçırdı bunu hem de Tatar Ramazan ifadesindeki ses uyumunun onu da
etkilediğini; tamamladığını, beni ve aslında bizi tamamladığını elbette
biliyorum.)
No comments:
Post a Comment