Yusuf’la yakındık yakın olmasına da hiç konuşmazdı o.
Aslında konuşmazdı demek haksızlık olur. Onunki bir sessizlik değil; farklı, içten
bir yanıttı sanki. Dert etmezdim dalıp gitmelerini. Boncuk gözleri tavana,
suyun sesine, kuş ötüşlerine karışır, kararırdı. Ben anlatırdım daima. Şöyle
olacak, derdim, böyle yapacağım, ötekini başaracağım, berikini kazanacak,
haddini bildireceğim herkese. Sessizlik. Yusuf sessizliği. Kapıcılık yapıyordu
amcasıgil ve o da onların yanında kalıyordu. Kapıcı dairesi girişin iki kat
altında, nemli, soğuk ve küçük bir yerdi. Eşiği geçmeden sola yöneldiğinizde kazan dairesinin koyu karanlığına giriyor, başka bir âleme adım atıyordunuz.
Bazen oraya giderdi Yusuf. Gelmezdi bir süre ve benim için tedirgin bir
bekleyiş başlardı. Yengesi, elinde soluk mavi sıra örtüsüyle söylenerek
yanımdan geçer, her adım atışında belini kıra kıra ilerlerdi. Ürperirdim böyle
anlarda ve Yusuf’un hemen gelmesini ister, yumruğumu sıkarak sabrederdim.
Yengesi, çamaşırları leğende yıkadıktan sonra aynada kendini izlerdi bir süre.
Bu çocuk geri zekâlı, derdi. Nereye kayboldu yine? Biz yapamadık ki şöyle zeki
bir tane, Allah vermedi. Gergin omuzları çökerdi kadının, beti benzi solar,
kızıl saçları çürürdü aynada sanki.
Sessizliğin hükmü. Gelen Yusuf. Canlanan yengesi, şenlenen
ayna, kasapta dövülen etler, henüz yoğunlaşmamış şehir trafiğinin sesleri,
üçümüz dışında her şeyden yayılan ses, ses, ses. Amerikan filmlerindeki
hapishanelerde “haydi koğuşa” sertliğinde çalan ürkütücü zil sesi: Ekmek, süt,
temizlik. Amcası yok, amca her daim kahvehanededir. Kâğıt, çay, sigara. Bir
koşu fırlardı Yusuf. Kolunda sepeti. Yenge öfkeli, yenge dertli. Amcası var ya,
gözü kör olsun. Erkeklik mi yaptı? Hani çocuk, hani evin neşesi? Derme çatma
örtüyle kapatılmış odasına kaçardım Yusuf’un. Örtüdeki iriyarı atlar gülümser
durur, yengenin oflamaları atların canlı ve mutlu kuyruklarından sızarak odayı
doldururdu.
Yusuf, iki haftadır okula gelmedi. Sıra boş, örtüsüz.
Çizikler, kırıklar. Evine gittim. Dıştaki demir kapı kapalı, inadına kilitli.
Kime sorduysam yanıt yok. Göbekli teyzeler “bilmem”, yaşlı amcalar “o da kim”,
genç çocuklar “salak, git”, esnaf “yok öyle biri” diyor. İçimde şüphe. Okul. Yanımda
yeni biri. Tuhaf bir durum. Öğretmen, eliyle dürtüyor ansızın. Omzumda bir
sızı. “Hadisene Boncuk, bir kez olsun konuş. Nerede sıra örtüsü?” Ağzım açık,
sözcükler mahkûm, uzak bir sessizlik: Yusuf sessizliği. Öğretmen ağlıyor, sınıftakilerin
gözleri yaşlı.
Demir kapının önündeyim. Mücadeleye gerek yok, tüm kapılar
açılır. Kapı isterse seni içeri alır. Hafifçe itekliyorum. Dört beş adım sonra
sağa dönülür ve sağda ev, solda kazan dairesi. Basit. Karanlıktır ama olsun.
Önce eve bakalım. Yenge yok. Yenge, evin dengesidir. Yengesizlik-Dengesizlik.
Atlar hâlâ mutlu, nemli ve güçlü. Yusuf’un odasında sıra. Yanmış sinekler, bir
tahta üstünde altı minik duy ve lambayla oluşturulmuş düzenek, kırık ayaklı bir
masa, cinsel sağlık ansiklopedisi (kapağında bir erkek ve kadının başparmakları
bir yaprağın tam ortasında temas ediyor), spor ansiklopedisi (kapağında kırmızı
atlet ve şortlu bir koşucu, sağ köşedeki kutucukta ağırlık kaldıran bir
halterciye doğru ilerliyor). Altı çizili maddeleri okuyup rahatlıyorum:
Spor Ansiklopedisi/Boks: İki kişinin ringde karşılıklı olarak
yumrukla dövüşmesine dayanan spor dalı. Boks 2 ya da 3 dakikalık, raunt adı
verilen devreler hâlinde oynanır. En çok yaralanan bölge yüzdür.
Cinsel Sağlık Ansiklopedisi/Tüp bebek: Yumurta ve spermin laboratuvar
ortamında döllenmesidir. Bu yöntem başarılı olduğu zaman süreç embriyo
transferi ile devam eder.
Ferahlamak. Günün kelimeleri ve huzur. At örtüsünü söküyorum yerinden ve
sırtıma pelerin ediyorum. Daha güçlüyüm artık, daha özgür. Evden çıkış ve bu
kez sağda kalan karanlık kazan dairesi. Adım adım sıcaklık. Kazan yanıyor.
Işıltılı ateş yansımaları ara ara yüzüme çarpıyor. Amca orada, bir kancayla
tutturulmuş kâğıtçı elleri. Asılmış tavana. Ağzına burnuna sokulmuş parçalar.
Karo 2, Sinek 7. Bir yumruk çıkarıyorum. Sinek sıkletim. 51 kilo. Tepki
vermiyor. Vermiyor. Yenge az ötede, bir kafesin içinde. Kahkaha atıyor
sessizce. Bebeğim, diyor, evet bebeğim, yaşa lütfen. Ağlıyor. Yaşa, karnını
deşiyor, yaşa ne olur, yaşa, kadınlığımı göreyim, yaşa. Karnından dökülenleri
bir küreğe dolduruyorum. Kazan. Cızırtı, et yanmışlığı. Kazanın biraz uzağında
bir sıra. Soluk mavi örtü. Öğretmenimiz sıraya kapanmış, ağlıyor. Boncuğum,
diyor, sana ne ettiler? Yengenin yanındaki diğer kafeste cıvıldaşan kediler.
Yaralı, sakat, yurtsuz miyavlar. Bu olmaz mı, diyorum, öğretmenim bu olmaz mı,
bu da kedi, bu da Boncuk. Eliyle savuruyor kedileri ve inlemeler. Yenge,
kadınlığım, diyor, gitti. Bacaklarını ovuşturuyor kanlar içinde. Kadınlığım,
ah. Yutkunuyorum pelerinime sığınarak.
Hayvanlar Ansiklopedisi/Fare: sıçandan ufak, küçük vücutlu, sivri
çeneli, uzun bıyıklı, uzun ve çıplak kulaklı, ufak ve kara gözlü, kemirgen bir
memeli hayvan
Canavarlar Ansiklopedisi/Kara Sıçan: Kendisine sunulan kurbanı yiyen, iri
vücutlu, yassı kafalı, boncuk gözlü, kemirgen bir varlık. Kurbanı beğenmesi
hâlinde kişinin dileğini gerçeğe çevirir. Olmazı oldurur.
Ya Yusuf ben değilsem de
çıkagelirse bir anda? Görürse amcasına, yengesine ettiklerimi ve anlarsa anne
ve babasına olanları? Çoktan biliyorsa ya her şeyin, her melanetin o
ansiklopedilerdeki maddelerden kaynaklandığını, herkesin birilerinin, bir
şeylerin kurbanı olduğunu biliyorsa ya?
Kazan (bu sözcüğün kaza ve kazanmak ile olan ses benzerliğini seviyorum) sönüyor. Soğuk. Karanlık. Küçük fareleri okşuyorum. Isırgan ve naif. Sıra örtüsünü nezaketle çıkarıyor, üstündeki artıkları sıyırıyorum. Daimî bir sessizlik.
Sıraya kazıyorum: Kaza-n-mak. Kazanıyorum, bu kez, kazıya
kazıya kazanıyorum.
No comments:
Post a Comment