Çok değil, birkaç ay önce görmüştüm Hasan’ı. Ortalıkta
dolanıyor, araçların sileceklerini kaldırıyor, diliyle uçlarını emip ıya ıya
diye sesler çıkarıyordu. Tüm caddelerini ezbere bilirdi Demetevler’in. Günlük
ritüeli şöyleydi:
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Birinci cadde: Halk ekmek büfesinin ekmek
sepetlerindeki kırıntıları başından aşağı yağmur eder, dökerdi.
İkinci cadde: Dürümcü Baba’ya gider, beş liraya sunulan dürümün kokusunu çekerdi içine.
Üçüncü cadde: Burada günün birinde iyi sopa yemişti, o yüzden burayı hızla geçerdi.
Dördüncü cadde: Yol kenarındaki tozlu ve paslı, yuvarlak spor aletine biner, kusana kadar güç aldığı ayağıyla aleti çevirir, yuvarlanırdı yere.
Beşinci cadde: Yerin üç kat altındaki İmparator Karate Kursu’na tepeden bakar, tükürür, tükürüğünün havadaki tekme ve tokatlarını seyre dalar, kaçardı.
Altıncı cadde: Çelen İnternet Kafe’nin önünde sigara içen çocuklara yanaşır, paketlerini alıp parçalardı.
Yedinci cadde: Polis olan arkadaşı Emre’nin üçüncü kattaki dairesine bakar, yalnızca, bakardı.
Sekizinci cadde: Hayvan satan dükkândaki kuşların çaresizliğini dinlerdi.
Dokuzuncu cadde: Bu caddenin başına her gelişinde çöp tenekesini tekmeler, ağzı beyazlanarak yere düşerdi.
Onuncu cadde: Genç Elektrik&Avize’nin yeşil, kırmızı, sarı turp uçlu ışıklar saçan ampullerine bakar, ışıl ışıl yüzündeki kusmukları silerdi.
On birinci cadde: Bir sokak arasından diğerine varıldığında beliren Bim’in önüne gelir, çalışma saatlerini gösteren tabelaya camın üstünden dokunur, bağırırdı: 9-21.
On ikinci cadde: Metro istasyonu çıkışında bitirirdi yolculuğunu. Yanımıza gelir, elimizi öperdi.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
İkinci cadde: Dürümcü Baba’ya gider, beş liraya sunulan dürümün kokusunu çekerdi içine.
Üçüncü cadde: Burada günün birinde iyi sopa yemişti, o yüzden burayı hızla geçerdi.
Dördüncü cadde: Yol kenarındaki tozlu ve paslı, yuvarlak spor aletine biner, kusana kadar güç aldığı ayağıyla aleti çevirir, yuvarlanırdı yere.
Beşinci cadde: Yerin üç kat altındaki İmparator Karate Kursu’na tepeden bakar, tükürür, tükürüğünün havadaki tekme ve tokatlarını seyre dalar, kaçardı.
Altıncı cadde: Çelen İnternet Kafe’nin önünde sigara içen çocuklara yanaşır, paketlerini alıp parçalardı.
Yedinci cadde: Polis olan arkadaşı Emre’nin üçüncü kattaki dairesine bakar, yalnızca, bakardı.
Sekizinci cadde: Hayvan satan dükkândaki kuşların çaresizliğini dinlerdi.
Dokuzuncu cadde: Bu caddenin başına her gelişinde çöp tenekesini tekmeler, ağzı beyazlanarak yere düşerdi.
Onuncu cadde: Genç Elektrik&Avize’nin yeşil, kırmızı, sarı turp uçlu ışıklar saçan ampullerine bakar, ışıl ışıl yüzündeki kusmukları silerdi.
On birinci cadde: Bir sokak arasından diğerine varıldığında beliren Bim’in önüne gelir, çalışma saatlerini gösteren tabelaya camın üstünden dokunur, bağırırdı: 9-21.
On ikinci cadde: Metro istasyonu çıkışında bitirirdi yolculuğunu. Yanımıza gelir, elimizi öperdi.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bir keresinde hem ben bizzat takip etmiştim hem de
mahalledeki bebelerden birini peşine takmıştık. Tüm ayrıntıları zihnine kazı la
bebe, demiştik Serkan’a. Yoksa köteği yersin. Grubumuza girmek ve güçlü olmak
isteyen çürük dişli Cöle Serkan fırlamıştı anında. Onun listesi de benimkiyle
benzerdi. Kimi kimsesi yok mu la bunun, diye sorardı İt Ergül. Boynundaki altın
renkli kolyesi güneşte daha bir kızarır, güzelleşirdi. Ne bileyim gardaş, derdi
Şişko Yusuf soruyu üstlenerek. Bir süredir kitap topluyordu bizden ve ablasının
evine depoluyordu galiba. Kitap okuduğu için olacak, göz altlarında morluklar
oluşmuştu. Yusuf, Ergül, ben ve Serkan, Şahin’de
oturur, sağı solu gözlerdik. Film çekilmiş camların gölgesine gizlenirdik bazen
de. Arka camdaki “Babam sağolsun by İt” harflerinden içeri sızardı dünya,
insanlar. Ergül’e çıkışırdı Yusuf böyle tekinsiz anlarda ve “sağ olsun ayrı
yazılır lan” diyerek bizi güldürür, İt’in elini yumruk edip havaya savurması
-aynı anda kolyesi de savrulurdu- ortamı gerse de Deli Hasan tam zamanında
yanımıza gelerek kurtuluşumuz olurdu. Elimizi öper, arabaya geçerdi. Cemre Parkı’na doğru giderdik hemen.
Parkın bitişiğinde yeni yeni yükselen binaların birine taşınmıştı Ezgi ve Ergül ondan hoşlanıyordu. Yeşil taşlarla bezeli çirkin bir
yapıydı. Kız telefonu açmıyor, Ergül öfkeleniyordu kızın fotoğrafına bakarak. Sakin
ol gardaş, diyorduk. Elin kızı için değmez. Kafasını direksiyona vuruyor, bu
akılsız başıma yanayım, diyordu. Kız beni unuttu tabii. Şentepe’de az
görüşmedik. Şimdi sosyetik oldu herhalde. Hep böyle oluyor, Ergül benzer
cümleler sarf ediyor, deliriyor, sakinleşiyordu. Bir soda iç oğlum, rahatla.
Parkın altıncı cadde bitimindeki girişinden girer, yere gazete sayfalarını
serer, Serkan’a gazozla çerez aldırır, çekirdeğimizi çitlerdik. Yusuf, bir
bulmaca görmesin başlardı soru yağmuruna. Su, derdi. Ne suyu la? Suyun
karşılığı ne? La oğlum sus. Terslerdik. İki harfli abi. İki harfliyse su, sudur
oğlum. Sen salak mısın? Gülümserdi Hasan. Çimlerdeki karıncaları yakalar,
kolunda gezdirir, avcunda sıkıca sarmalar, aşırı sevgiden öldürür, yeni
avlarını yakalayarak sürdürürdü bu döngüyü, gülümserdi. Geçir lan başına
takkeyi Hafız, derdik ona. Şenlik başlardı. Beyaz bir takkesi olurdu cebinde.
Geçirirdi küçük kafasına, dua etmeye başlardı yalan yanlış. Kahkahalar. Oğlum
Ergül abine dua et de yengeye kavuşsun. Dişleri çürüktü Hasan’ın. Tüküre tüküre
birtakım sözler uydurur, sonunda ellerini havaya kaldırarak elfati der, a harfini uzatır da uzatırdı.
Öfkelenmiş gibi yapar, kötü polisi oynardı Yusuf. Hafız, sen duanda Allah Ergül
abimi kapasın mı dedin? Açık etsin diyeceksin oğlum. Söyle. Kahkahalar. Hasan
da yerlerde, böcek olmuş sekiyor. Mutluluk, dostluk.
**
Başlangıç ve bitiş. Şişko Yusuf geldi önce. Abi, ben sizinle
anlaşamıyorum, dedi. Siz, nasıl söyleyeyim, neyse, en iyisi görüşmeyelim. Zaten
bir iki ay sonra gidiyorum, Ege Üniversitesini kazandım. Çimler mi sarardı o
an, hava mı soğudu, hangisi? Sustuk. Elini yumruk etti Ergül, neyse, dedi. Hep
o kitaplardan oluyor, değil mi la? Vay gardaş, neymiş la bu kitap böyle? Sessizlik.
Hoşça kalın. Uzaklaşıyordu Yusuf paytak paytak ve ondan kalan geçmişe sıkıca
sarılıyor, birbirimize belli etmeden ağlıyorduk. Ergül suskunlaşmıştı o günden
sonra. Küfredip kovmuştu Serkan’ı. Defol lan, demişti. Sahtekâr. Sen gideceğine
ben seni kovuyorum. Bir işveren edasıyla sıkılan yumruğa karşılık bir kova jöleli
saç ve düşük pantolonla sustalı çeken Serkan. Hayırdır abi, kime posta
koyuyorsun? Ergül’ün ışıldayan kolyesi, jöledeki kepekler, düşük pantolonun
büyük kemerindeki Levis yazısının s’sini
gizleyen bıçak. Hayırdır abi? Yinelenen sual. Öfke. Karın boşluğuna saplanan.
Kaçan. Öldüren ve ölen.
**
Ölen bendim sanki. İçime kapanmış, sokağa çıkmaz olmuştum. Geride
bir ben bir de Hasan kalmıştık ama hiçbir şey eskisi gibi değildi. Serkan’ın içeriye düştüğünü ve orada temizlendiğini duydum. Yalnızlık. Aski’yi geçince hemen üç sokak
yukarıdaki gecekondulardan birinde, tek yaşıyordum. Çıkmak gerek dedim, birkaç
ay sonra, devam etmem gerek. Birinci caddedeki Vadi Ekmek Fırını’nda işe başladım. Hamur, ekmek, simit, çay.
Günler aynı. Günler ölüme götürüyor. Hasan geliyor belirsiz bir sabah. Takım
elbisesi, elinde çantası, boynunda ışıl ışıl bir kolye, fiyakası yerinde. Evet,
o. Çok değil, birkaç ay önce görmüştüm Hasan’ı. Ortalıkta dolanıyor, araçların
sileceklerini kaldırıyor, diliyle uçlarını emip ıya ıya diye sesler
çıkarıyordu. Değişmiş, değişmiş. Bir simit lütfen, diyor. Hasan, oğlum Hafız,
tanımadın mı beni? Meraklı bekleyiş. Kaşlarını çatıyor, düşünüyor, düşünüyor.
Hayır, bir simit lütfen. Bu iş burada bitmemeli. Kafam karışık. Ertesi gün yine
Hasan. Oğlum tanımadın mı beni? Hayır, bir simit lütfen. Kolyenin güzelliği.
Takip ediyorum sonunda. Ritüeller aynı. On ikinci caddenin başında onu bekleyen
pahalı bir araba. Biniyor, elini öpüyorlar galiba. Cemre Parkı’ndalar. Çarpışan arabalara biniyor diğerleri, kahkahalar. Hasan
oturuyor çimde. Yeşil taşlı çirkin binadan süzülen kız: Ezgi. Koluna giriyor
Hasan’ın. Nefes kadar yakınım onlara. Dudaklarını birbirine sürtüyorlar. Hasan
beni tutup kendine çekiyor. Dua et, diyor. Elfati, diyorum a'yı uzatıp. Kahkahalar.
Kızın başında beyaz takke, elinde sustalı. Dua et, diyor Hasan, Allah beni
açsın de. Açsın Hasan. Kız, saplıyor karnıma elindekini. Soğuk, sıcak.
Gülümsemek. Hasan, elimi tutuyor. Sıkıyor karınca misali. Kanım duruyor. Kolyesi
bir kat, bir kat daha güzelleşiyor.
No comments:
Post a Comment