November 12, 2017

ORADA BİR SOLUK


Her şey uzaklıktır burada/Oradaysa bir soluktu (Duino Ağıtları/Rainer Maria Rilke-Sekizinci ağıt)
Takip ettim ikisini. Yürüyorlar, yürüdükçe ürperiyorlardı. Dönüp bakacak oldular sinsi sessizliğime, izin vermedim, kapandım içime, dertop oldum sokağın kırık kaldırım taşlarının kalbinde. Fark etmediler varlığımı, kafaları karışıktı. Tabii, kendimden çok onları düşünüyordum. Belki bir öykü yazarım da, aslında kendimi düşünüyordum, öykünün orta yerine atarım onları diye geçiriyordum içimden. Üstümden geçti bir bisikletli, jantlardaki boncuklar pıtırdadı, çocuk gülümsedi, omzum çürüdü, çürüdü. Ayaklandım, toparladım kendimi. Sürdürdüm takibimi ama bir umutsuzluk kapladı tozlu bedenimi, elbiselerimden gözlerime sıçradı, göremedim bir an. Doğalgaz hattı için kazılmış boru mezarlıklarına düştü kara gölgem, karardı kanal boyu, karardı ve çekti beni oraya. Bu sefer bir sevinç sardı fiziksel acımı. Kanayan kollarımdan, patlamış dudağımdan ve ağrıyan gözlerimden taştı, taştı da şenlendirdi beni. Kımıldadı yanaklarımdaki çizgiler, içinde uzandığım boru mezarlarındaki sessizliğe karıştılar. Kımıldayıp yok olunca onlar, süslü kadınlar geçtiler sanki yoldan, süründükleri kokular sardı her yanımı, sanki bir adam sol elinin tüm parmaklarını aynı anda işaret parmağı olarak kullandı da onlara; kadınların süründükleri koku, öfke ve korku arası bir kokuya büründü ve kadınlar gitti, kanal aydınlandı. Jantlardaki boncuklar tellerden söküldüler, döküldüler pıt pıt. Işıldadılar bunu takiben. Öyle ki ben takip ettiğim ikiliden vazgeçmiştim çoktan ve aydınlanmış kanaldaki hayatı izlemeye koyulmuştum.
Bunu söylemek güç, söylesem de inanılır mı, inanılmalı mı, bilemiyorum. Boncuktan ışıklar öylesine güçlüydü ki, öylesine saf ve öylesine güzeldi ki ben tüm bunların öylesine olmayacağını düşündüm. İşin altından bir çapanoğlu çıkacak, dedim umutsuzca.  Duino Ağıtları geldi aklıma, şunu mırıldandım: “Ne kadar da tuhaf, artık arzuları arzulamamak/Ne kadar da tuhaf, tüm bağlantıların çözülmüş/Mekân içinde uçuştuklarını görmek. Ölmüş olmak ne denli güç” Güç aldım sözlerimden, kandırdım kendimi belki ilk kez, hınzırca gülümsedim. Işıklar söndü tabii çıt pıt, az ötede bir trafo patladı, dedi bir ses, kendinden emin bir sesle. Artık arasak da faydası yok, sürekli gidiyor elektrik. Sustu ses, göremedim sahibini. Susunca mı göremedim yoksa göremeyince mi sustu anlamadım. Kanal boyunca sürünerek ilerlersem, dedim az önce kendini kandıran birinin atikliğiyle, biraz dayanabilirsem, öykümün kahramanlarını yakalarım, yakalarım da bırakmam. Kaynak makinelerinden saçılan ateş damlacıkları gibiydi, dedi suskunluğunu bozan ses, dönüp bakıyorum, yok. Ava gittin mi, patlayan tüfekteki saçmaların kar beyazı tavşan butlarında bıraktığı sarsıcı kırmızı kara lekeleri gördün mü? Öyle işte, öyle patladı trafo, öyle bir inletti ki yerin yüzünü, sen fark etmedin mi? Ses konuşmasını bitirsin diye kafamı toprağa gömdüm, vurdum vurdum ki sussun. Öyle inletti ki, tellerin altındaki çocuklar, sanki bir janttaki boncuklar gibi, saçıldılar çevreye. Parçalandılar ama bunu böyle anlatmak istemiyorum. Daha güzel, daha güzel, şiirsel anlatmak istiyorum, dedi ses. O konuşuyor, öykümün ikilisi gidiyordu. Bu sefer hızla ilerledim, sürüngen özellikleri edinmiştim adeta. Demek ki, demiştim, başka bir öyküde de kullandığım bir ifade kalıbıyla, demek ki neyi denerse ona dönüşüyor insan. Ses, devam etti hikâyesine: Parçalandılar ve oradaydı iki kişi. Çocukları topladılar parça parça. Parça parça taşıdılar bir iş hanından içeriye. Güvenlikteki bir adam karşıladı onları. Adamın yıpranmış koltuğundan bir karış yukarıda asgari ücretin brüt cinsinden tutarı yer alıyordu yer almasına ama adamın gövdesine yapışık gibi görünen tek göz metal ocağın üzerinde fokurdayan demliğin çaydan buharı buruşturmuş, eritmişti tutarı. Sesin susacağı yoktu. Artık hareket edemiyordum ben de. Yolun sonu gelmişti. Yuttuğum toz, toprak ve böceğe veda ettim yukarı çıkarken. Kopuk bir el çekti beni hayata. İş hanını gördüm, sonunda sesten kurtulduğum için seviniyordum çocuk misali, içeri girdim. Binanın çatı katında yer alan asansör dairesinden bilimkurgu filmlerinden tanıdığım ürkütücü sesler geliyordu. Terminatörü kovalayan ve maddenin her şeklini alabilen –sahi neydi bu şekiller- diğer terminatör vardı orada ve asansör halatlarına sızıp sistemi ele geçiriyordu bu kahrolası robotlar. Hikâyemin kahramanları tüm bu olan bitenin içinde titreyerek birbirine sarılıyordu elbette. Onları öyle kurgulamıştım, hatta önce kadın sarılacaktı. Bakışı, asansörün aynasına değerek erkeğin kirpikleriyle buluşacaktı. O esnada terminatörler Sarah Connor öldürmece oynayacaktı tahminimce ve bizim ikili biraz ürkek biraz uzak ve biraz da karmakarışık bir halde ineceklerdi asansörden. Asansörün kapısı açıldı ve güvenlikteki adam çıktı içeriden. Azılı robotların elinden nasıl oldu da kurtuldu, bilmiyordum. Onun hikâyesini var eden sesti zaten, ben onunla ilgilenmiyordum, çay kaynasa da, tutar silinse de, ilgilenmiyordum işte.
Takip ettim ikisini, diye düşünüyordum ama kazın ayağı öyle değil. Onlar beni takip etti, bunu bu öyküyü yazmaya başlamadan önce, bunu yaşamaya ve yaşlanmaya başlamadan önce ve bunu birçok sözcüğü bu denli yineleme ve tekrara düşme endişesi taşımadan ve adımı bilmeden ve adım gibi bildiğimi bilmeden önce biliyordum. Şöyle dediklerini biliyordum, ezelden beri tanırken birbirlerini ve daha dün tanışmışken hâlbuki: “Duymadım onun gibi birisini. Birdenbire deler geçer içim/Onun ses tonu, akan havayla birlikte.” Onları ben yarattım, bu hikâye benim.
Şehrin ışıklarında durdular. Bana nispet yaparcasına ışıl ışıl aydınlandı yüzleri. Kadının elleriydi sessizliği bozan, oyunu ve öyküyü. Orada bir soluktu ikisi. Doldu tüm çukurlar, kırıklar düzeldi, temizlendi sokaklar. Muhtemelen kemik bastonu yordamıyla güç aldığı sol ayağı yorgun düşen bir adam koşmaya; başında gri beresiyle kana kana su içen bir diğer adam suyunun o içtikçe bitmediğini, hatta şişeden taştığını görünce ağzı yüzü su içinde gülmeye ve koşmaya; kulağında müzikçalarla koşan diğer bir adam da bu koşan ikiliyi görünce hiddetlenip daha hızlı koşmaya, koşmaya başladı. Yoldu üstünü başını koşucu, geçemedi diğerlerini, geçemedi ama koştu, gidiverdi derdine bir çare bulmuş gibi. Bizim ikili bakışlarıyla yarattılar bu koşmalı kısmı, ben dokunmadım. El ele verdiler, el ele dokunmadan, öptüler, tabii yine, öpmeden. Titredi kımıltısız gölgeleri. Koşmaya başladılar. Kapanan su kanallarının üstünden, meyve veren kokulu turunç yapraklarının üstünden, şehrin çaresizliğinin üstünden kaçarcasına koştular. Koştular. Yetişemedim onlara, sokak lambaları birer birer karardı, yetişemedim, yere yuvarlandı yetişememişliğim. Hani bu kanal dolmuştu, hani, dedim ama ses, oradaydı işte: Onları sen yarattın, onlar yarattı öyküyü.
Aklımda kadının jant boncuğu gözleri, terminatörlerin robot maaş tutarı ve doğalgaz hattının kırık dökük, sus, dedi ses, sustur usunu, öykü bitti, bitti.

No comments:

Post a Comment