Her şey uzaklıktır
burada/Oradaysa bir soluktu (Duino
Ağıtları/Rainer Maria Rilke-Sekizinci ağıt)
Takip ettim ikisini. Yürüyorlar, yürüdükçe ürperiyorlardı.
Dönüp bakacak oldular sinsi sessizliğime, izin vermedim, kapandım içime, dertop
oldum sokağın kırık kaldırım taşlarının kalbinde. Fark etmediler varlığımı,
kafaları karışıktı. Tabii, kendimden çok onları düşünüyordum. Belki bir öykü
yazarım da, aslında kendimi düşünüyordum, öykünün orta yerine atarım onları
diye geçiriyordum içimden. Üstümden geçti bir bisikletli, jantlardaki boncuklar
pıtırdadı, çocuk gülümsedi, omzum çürüdü, çürüdü. Ayaklandım, toparladım
kendimi. Sürdürdüm takibimi ama bir umutsuzluk kapladı tozlu bedenimi,
elbiselerimden gözlerime sıçradı, göremedim bir an. Doğalgaz hattı için
kazılmış boru mezarlıklarına düştü kara gölgem, karardı kanal boyu, karardı ve
çekti beni oraya. Bu sefer bir sevinç sardı fiziksel acımı. Kanayan
kollarımdan, patlamış dudağımdan ve ağrıyan gözlerimden taştı, taştı da
şenlendirdi beni. Kımıldadı yanaklarımdaki çizgiler, içinde uzandığım boru
mezarlarındaki sessizliğe karıştılar. Kımıldayıp yok olunca onlar, süslü
kadınlar geçtiler sanki yoldan, süründükleri kokular sardı her yanımı, sanki
bir adam sol elinin tüm parmaklarını aynı anda işaret parmağı olarak kullandı
da onlara; kadınların süründükleri koku, öfke ve korku arası bir kokuya büründü
ve kadınlar gitti, kanal aydınlandı. Jantlardaki boncuklar tellerden
söküldüler, döküldüler pıt pıt. Işıldadılar bunu takiben. Öyle ki ben takip
ettiğim ikiliden vazgeçmiştim çoktan ve aydınlanmış kanaldaki hayatı izlemeye
koyulmuştum.
Bunu söylemek güç, söylesem de inanılır mı, inanılmalı mı,
bilemiyorum. Boncuktan ışıklar öylesine güçlüydü ki, öylesine saf ve öylesine
güzeldi ki ben tüm bunların öylesine
olmayacağını düşündüm. İşin altından bir çapanoğlu çıkacak, dedim umutsuzca. Duino
Ağıtları geldi aklıma, şunu mırıldandım: “Ne kadar da tuhaf, artık arzuları
arzulamamak/Ne kadar da tuhaf, tüm bağlantıların çözülmüş/Mekân içinde
uçuştuklarını görmek. Ölmüş olmak ne denli güç” Güç aldım sözlerimden,
kandırdım kendimi belki ilk kez, hınzırca gülümsedim. Işıklar söndü tabii çıt
pıt, az ötede bir trafo patladı, dedi bir ses, kendinden emin bir sesle. Artık
arasak da faydası yok, sürekli gidiyor elektrik. Sustu ses, göremedim sahibini.
Susunca mı göremedim yoksa göremeyince mi sustu anlamadım. Kanal boyunca
sürünerek ilerlersem, dedim az önce kendini kandıran birinin atikliğiyle, biraz
dayanabilirsem, öykümün kahramanlarını yakalarım, yakalarım da bırakmam. Kaynak
makinelerinden saçılan ateş damlacıkları gibiydi, dedi suskunluğunu bozan ses,
dönüp bakıyorum, yok. Ava gittin mi, patlayan tüfekteki saçmaların kar beyazı
tavşan butlarında bıraktığı sarsıcı kırmızı kara lekeleri gördün mü? Öyle işte,
öyle patladı trafo, öyle bir inletti ki yerin yüzünü, sen fark etmedin mi? Ses
konuşmasını bitirsin diye kafamı toprağa gömdüm, vurdum vurdum ki sussun. Öyle
inletti ki, tellerin altındaki çocuklar, sanki bir janttaki boncuklar gibi,
saçıldılar çevreye. Parçalandılar ama bunu böyle anlatmak istemiyorum. Daha
güzel, daha güzel, şiirsel anlatmak istiyorum, dedi ses. O konuşuyor, öykümün
ikilisi gidiyordu. Bu sefer hızla ilerledim, sürüngen özellikleri edinmiştim
adeta. Demek ki, demiştim, başka bir öyküde de kullandığım bir ifade kalıbıyla,
demek ki neyi denerse ona dönüşüyor insan. Ses, devam etti hikâyesine:
Parçalandılar ve oradaydı iki kişi. Çocukları topladılar parça parça. Parça
parça taşıdılar bir iş hanından içeriye. Güvenlikteki bir adam karşıladı
onları. Adamın yıpranmış koltuğundan bir karış yukarıda asgari ücretin brüt
cinsinden tutarı yer alıyordu yer almasına ama adamın gövdesine yapışık gibi
görünen tek göz metal ocağın üzerinde fokurdayan demliğin çaydan buharı
buruşturmuş, eritmişti tutarı. Sesin susacağı yoktu. Artık hareket edemiyordum
ben de. Yolun sonu gelmişti. Yuttuğum toz, toprak ve böceğe veda ettim yukarı
çıkarken. Kopuk bir el çekti beni hayata. İş hanını gördüm, sonunda sesten
kurtulduğum için seviniyordum çocuk misali, içeri girdim. Binanın çatı katında
yer alan asansör dairesinden bilimkurgu filmlerinden tanıdığım ürkütücü sesler
geliyordu. Terminatörü kovalayan ve maddenin her şeklini alabilen –sahi neydi
bu şekiller- diğer terminatör vardı orada ve asansör halatlarına sızıp sistemi
ele geçiriyordu bu kahrolası robotlar. Hikâyemin kahramanları tüm bu olan
bitenin içinde titreyerek birbirine sarılıyordu elbette. Onları öyle
kurgulamıştım, hatta önce kadın sarılacaktı. Bakışı, asansörün aynasına değerek
erkeğin kirpikleriyle buluşacaktı. O esnada terminatörler Sarah Connor
öldürmece oynayacaktı tahminimce ve bizim ikili biraz ürkek biraz uzak ve biraz
da karmakarışık bir halde ineceklerdi asansörden. Asansörün kapısı açıldı ve
güvenlikteki adam çıktı içeriden. Azılı robotların elinden nasıl oldu da
kurtuldu, bilmiyordum. Onun hikâyesini var eden sesti zaten, ben onunla
ilgilenmiyordum, çay kaynasa da, tutar silinse de, ilgilenmiyordum işte.
Takip ettim ikisini, diye düşünüyordum ama kazın ayağı öyle
değil. Onlar beni takip etti, bunu bu öyküyü yazmaya başlamadan önce, bunu
yaşamaya ve yaşlanmaya başlamadan önce ve bunu birçok sözcüğü bu denli yineleme
ve tekrara düşme endişesi taşımadan ve adımı bilmeden ve adım gibi bildiğimi
bilmeden önce biliyordum. Şöyle dediklerini biliyordum, ezelden beri tanırken
birbirlerini ve daha dün tanışmışken hâlbuki: “Duymadım onun gibi birisini.
Birdenbire deler geçer içim/Onun ses tonu, akan havayla birlikte.” Onları ben
yarattım, bu hikâye benim.
Şehrin ışıklarında durdular. Bana nispet yaparcasına ışıl
ışıl aydınlandı yüzleri. Kadının elleriydi sessizliği bozan, oyunu ve öyküyü. Orada
bir soluktu ikisi. Doldu tüm çukurlar, kırıklar düzeldi, temizlendi sokaklar.
Muhtemelen kemik bastonu yordamıyla güç aldığı sol ayağı yorgun düşen bir adam
koşmaya; başında gri beresiyle kana kana su içen bir diğer adam suyunun o
içtikçe bitmediğini, hatta şişeden taştığını görünce ağzı yüzü su içinde
gülmeye ve koşmaya; kulağında müzikçalarla koşan diğer bir adam da bu koşan
ikiliyi görünce hiddetlenip daha hızlı koşmaya, koşmaya başladı. Yoldu üstünü
başını koşucu, geçemedi diğerlerini, geçemedi ama koştu, gidiverdi derdine bir
çare bulmuş gibi. Bizim ikili bakışlarıyla yarattılar bu koşmalı kısmı, ben
dokunmadım. El ele verdiler, el ele dokunmadan, öptüler, tabii yine, öpmeden.
Titredi kımıltısız gölgeleri. Koşmaya başladılar. Kapanan su kanallarının
üstünden, meyve veren kokulu turunç yapraklarının üstünden, şehrin
çaresizliğinin üstünden kaçarcasına koştular. Koştular. Yetişemedim onlara,
sokak lambaları birer birer karardı, yetişemedim, yere yuvarlandı
yetişememişliğim. Hani bu kanal dolmuştu, hani, dedim ama ses, oradaydı işte:
Onları sen yarattın, onlar yarattı öyküyü.
Aklımda kadının jant boncuğu gözleri, terminatörlerin robot
maaş tutarı ve doğalgaz hattının kırık dökük, sus, dedi ses, sustur usunu, öykü
bitti, bitti.
No comments:
Post a Comment