November 17, 2017

TURUNCU GÖLGE GÜNLÜĞÜ

Bir türlü ikna edemiyorum Mehmet’i. Uçtuğuma inanmıyor. Dün oldu, rüyamda başlamıştı ama devam etti. Demek ki rüyamdan gerçek dünyaya taşıyabiliyorum bazı yeteneklerimi. İnanmıyor, asık surat. Daha ne gibi maharetlerim var, acaba? Oralı değil Mehmet, önlüklü. Bulaşıkları ovalıyor püskül püskül olmuş süngerle. Su ısıtıcısından süzülen buhara karışıyor görüntüsü, bulaşık yıkayan bulanık bir hâl alıyor. Isıtıcıdan tabaklara dökülen su. İçimde heyecan; uçuyorum Mehmet, uçuyorum. Durdurulamaz bir neşe, bir huzur. Göremiyorum Mehmet’in yüzünü. Önlüğündeki elma, sarı; muz, turuncu renkte ışıldıyor, ter damlacıkları pıt pıt ediyor Mehmet’in terliklerine. Topukları geleni gideni öğütüyor, içim acıyor. Mehmet, diyorum, Mehmet, orada mısın? Bak, beni dinlesene sen. Çıkmayan yemek lekelerine sürülen diken diken telin sesini duyuyorum. O hâlde bir deneme yapmak, Mehmet’i şaşırtmak lazım. Çıkıyorum ucuz masanın üstüne. Sol ayağını sabitleyen sekiz katlı gazete parçasının sarsıcı varlığını hissediyorum, tabii. Dengemi koruyor, musluktan gelen ferahlatıcı su seslerini duyuyor, sağ elimi mutfak tezgâhına doğru Süpermen gibi uzatıp –o muydu uzatan- Mehmet’in üstüne uçmak maksadıyla fırlıyorum havaya.

Sonradan eklenmiş mermer tezgâha ve alt camı kırık dolaba çarpmak, düşmek yere, akması kanın ve kırılması bacak niyetine hayallerin ve plânların.

Güneşin toz zerrecikleri vuruyor mutfağın halısına. Orada birikmiş artıklara dokunuyor, pullanarak, reçellenerek dökülüyor yüzüme. Kollarıma kristal bir ağırlık çöküyor. Ayaklanıyorum ne yapıp edip. Bulaşıklar üç günlük kıvamda, el değmemiş. Nerede Mehmet, nerede? Su ısıtıcısında sessiz bir soğukluk, kollarımda ağrı. Neden olacak, rüyadayım da ondan. Hâlâ uyanamadım. Neden uçamadım o zaman? Mercimek kavanozunu açıyorum, küf kokuyorsa uyanığımdır, eminim. Döndürülen kırmızı şeritli kapak ve ölüm kokusu. Kapatıyorum, kulaklarım ve burnum tıkanıyor. Son bir test. Patates, soğan tenekesi çürükse baştan aşağı, uyanığımdır. Bakmıyor, elimi içine uzatıyorum, cıvık yumru taneleri, karmak ölüm hamurunu, uyanığım, diyorum, umutla, uyanığım. Nerede Mehmet, nerede? Çatlamış taşlı balkona koşuyor ayaklarım, gökyüzünden değil yerin dibinden fışkırıyor sarı tozlar. Bakkalın boş ekmek kasalarındaki kırıntıları, yorgancının yastıklarındaki asi tüyleri, internet kafe çıkışındaki sigara içen ergenlerin çaresiz yalnızlıklarını, tekvando salonunda dan dan kaldırılan bacak kaslarını, komşu apartmandaki geçgin ama iç titreten kadının telden balkon ipindeki duldan fularını aşıyor da bana ulaşıyor toz yığını. Güneşi bir yere kilitlemişler de gel, beni kurtar Süpermen, kurbanın olayım, der gibi tozlarını savurduğunu düşünüyorum ben bunları görünce.

Süpermen olma zamanı. Hazır, Mehmet de yokken evde, giyiyorum onun çok sevdiği çiçekli tişörtünü. Ben biraz irikıyım olduğum için tam aradığım ölçülerde üstüme oturuyor tişört. Yine onun kahverengi dar pantolonu alta. Yakıştı, yakışıyor. Süpere ne yakışmaz, ifadesini sarf eder etmez gülümsüyorum. Uçma konusunda bir hayal kırıklığı yaşamıştım ama olsun. Denemeye devam etmeliyim. Zil çalıyor en heyecanlı yerde, tır kornası sesiyle. (Mehmet bu ses işinde ustadır. Bisikleti için aldığı ses cihazını, kapı ziline monte etmiş, kutucuktan sarkan birkaç beyaz kabloyu diliyle ısladığı bant yardımıyla sararak özenle gizlemişti. Hayran olmuştum ona.) Komşumuz Şadan Hanım. Meraklı gözlerini takip etsem yeter. Mehmet nerede evladım? Bilmiyorum Şadan Hanım. Gitti, yok. Şüphelendikçe beyazlıyor saçları. Evet, yok. O açardı kapıyı yoksa. Sen ne zaman açtın kapıyı? Açmadım Şadan Hanım, doğru. İşlerim vardı. Gülüyor, güldükçe yıpranıyor yüzünü saran etleri. İşler, işler. O odada neler çeviriyordun sen? Hep sesler, tozlar, kokular, neler çeviriyordun? Öksürüyor, öksürdükçe kısılan sesi. Konuşuyor ama gelmez ses. Ağzı da kayboluyor. Elindeki tencereyi uzatıp iniyor merdivenleri. Kapak açmaca. İçinde bir not: Mehmet’i kaçırdılar, onu bul. Bir yağ oluyor, kayıyor apartmandan, kaygan öksürük sessizlikleri.

Mehmet’i kim kaçırdı? Odasındayım, en sevdiği mavili pijamaları. Onun kokusu, onun yatağı. Onun tüyleri saçılan etrafa. Onun günlüğü. Günlüğü açan eller, benim ellerim:

Kafayı yiyeceğim. Yalnızlıktan öldüreceğim kendimi. Kedim Gorki de öldü dün. Unutmuşum bakmayı ona. Bundan sonra devrik edeceğim cümleleri tüm.  / Tarih yok.

----
Tarih yok. / Uçuyorum rüyamda. İçinde tabağın bir –devrik cümle kullan-  üç domates var ve üstlerinde turuncu gölgeli yıldızlar. Saat 3 –gece ya da gündüz, söylemek güç- kendime yapacağım bir arkadaş yeni.

----
17 Kasım / Odamın içinde uçtum. –devrik cümle yok- Yere konduğumda bir araya getirmiştim bazı bitkileri. Tırtıklı otlar, sarmaşıklar, birkaç parça et. Kedim Gorki’nin kokuşmuş derisi. Karıştırdım birbirine. Ekledim tuz ve baharat. Isıtıcıdan su serptim sıcacık, buhar buhar. Dirileceğine inandım günün birinde. –yine devrik-

----
25 Aralık / Dirildi kedim, bir insan boyuna erişti günler sonra. Kötü kalpli oldu. Hain ve zararlı oldu bir de, yıkıcı ve yorucu. Salondaki kirli perdeye uzanan minik çam ağacı saksımı düşürdü önce. Dokuz canlı parladı turuncu gözleri. Gülümsedi, gülümsedi. Dallar battıkça bedenine gülümsedi.

Anlamadım bir şey. Mehmet hakikaten tırlatmış. Benim rüyalarıma benzer şeyler görmüş sanki ama Gorki diye bir kedi yoktu bizim evde, olmadı hiç.

5 Mart / Söz dinlemiyor bu kedi. Benden daha insan oldu. O odadan çıkmıyor, çıkmıyor. Kara böcekler gibi saklanıyor ışıktan. Toz yutuyor durmadan turuncu, halsiz düşüyor. Öleceğinden korkuyorum.

Biraz Gregor Samsavari konuşuyor.  Böcek. Komik. Aynaya bakmasak inanacağız da bir dakika duralım. Aynaya bakmadım hiç. Ayna yok bu evde, yok.

10 Mart / Aynaya bakmaya çalışıyor. Ayna yok bu evde, yok. Ayna insanı delirtir, çıldırtır da çıldırdığını gösterir.

Ayna arıyorum evde ya da beni yansıtacak bir şeyler. Yok. Kollarım ağrıyor. Yüzüme yerleşen bir ağrı. Bir sessizlik.  Tır kornası sesli zil çalıyor yine. Şadan Hanım karşımda. Soruyorum: Şadan Hanım, ben kimim? Ben kimim Şadan Hanım? Elinde bir tencere ve gidişi ve içinde not ve suçlu ben: Mehmet’i kaçırdın, kendini bul. Şüphe. Dışarı çıkıyorum. Aydınlık bir gün. Çiçekli tişörtüm, kahverengi dar pantolonum. Bakkalın kasaları, internet kafe önü ergenleri, yorgancının tüyleri, tekvandonun kasları ve dulun fuları oradalar, her zamanki yerlerinde. Yolun sonundaki çöp bidonunu geçtiğimde sağ aşağıya doğru on beş merdiven belirir, iniyorum orayı. Kilitlenen güneş buradan toz yolluyordu bana. Tekvandocu kaslarını hatırla, tekmeleri, dan dan vur.

Kapı açılıyor, sarı tozlar uçuyor üzerimde, uçuşuyor, onlar da uçuyor, onlar da, diyorum neşeyle. Bırakıyorum kendimi koyu karanlığın turuncu gölgelerine. Her şey burada; fular, kırıntı, kas, dan, kül. Tümü burada. Uçuyorum da aslında uçmaktan öte taşınıyorum eller üstünde gibi geliyor daha çok. Daha çok, eller değil de el gölgeleri ve hatta gölge elleri, gölgeden eller üzerinde taşınıyorum gibi de geliyor ve aslında ben taşınmıyorum da dünya taşınıyor ve ben yerli yerimde duruyor ve tüm bu olanlara uça uça şaşırıyorum gibi de geliyor bir taraftan. Aklım karışıyor, kırışıyor yüzü Şadan Hanım’ın yine. Miyavlayan bir gölge.

Kararan ayna gölgeleri. Kararan ayna bölgeleri. Şadan Hanım’ın tenceresinin gölgesi, Mehmet’in delirmiş de tükenmiş gölgesi, benim gölgem, benim, benim olmayan sarı tozlu turuncu gölgem.

No comments:

Post a Comment