Ekrana bakardı çoğunlukla Sami. Televizyonun üstünden
serpilen dantel örtünün kır beyazca dilimlediklerine, kirli camın içinde
gülüşenlere, gülüşerek kirlenenlere bakar, tepkisiz, bakardı. Soba borusunun
isi dökülürdü –toplamazdı kurulmuş sobayı- yaz kış. Çaresiz zerrecikler pul pul
uçuşur, tek göz odanın kirpiklerini oluştururdu. Televizyon çalışırdı bu esnada
tabii, neşeli bebeler besili popolarını devirerek dans ederlerdi. Sami
kaçırmazdı hiçbir hareketi. Sanki gözlerini kapadığı anlar yoktu ya da varsa
bile o bunu fark etmiyor, fark etse dahi uykunun mahmur kollarında bu kez başka
bir ekran açılıyordu önünde.
Gidiş
Ona bakmak için yola düşer, çırpınırdık geceleri. Geceleri
keskin bir sessizlik de çökerdi bir yandan, bize eşlik eder; çıtırtılarımızı,
hınzırlıklarımızı büyütürdü her adımda. Sus, derdik, bir diğerine, sus,
duymasın. Fenerlerle süzülürdük mahallenin dışında kalan gecekonduya. Ağaçlarla
sarılı, gizli bir yer gibi gelirdi bize bu ev. Terk edilmiş yaşlı bir adam;
terk etmiş canlı bir yaşam gibi de gelirdi. Fenerlerimizin ışıkları dalların
karanlığında kırılır, büyüyen sessizlik içinde küçülür, ufacık kalırdı. Kaldırınca
dalların sivri kollarını, penceresi belirirdi Sami’nin. Ekran pencereye
çaprazda kaldığı için göremezdik onun gördüklerini, duyamazdık, ses gelmezdi.
Duvarlara dökülen görüntünün kımıldanışını izlerdik sadece. Gözlerimiz ışıl
ışıl olur, hayallere dalardık. Bir yanındakinin soluğunun hızlandığını anlardı
herkes, içimiz titrerdi nedense, toparlanır, tek kelime etmeden rüyalarımıza
dağılırdık.
Geçiş
Ben konuşmam, sevmem sözcükleri. Onlar içimdedir
halihazırda, zehirlemektedir beni. Sevmem, sözcükleri ve bu evi. Bu ev böyle
değildi. Yıldızlar vardı bir zamanlar gökte, umutlar. Evi saran. Geride kaldı.
Şimdi gözümü her kapadığımda görüntüsü ekranın. İçimdeki ekran, içimdeki.
Süzülen islerin sisi, sislerin tersten kara kar ve kara çiy silsilesi. Kaçırmam
ayrıntıları, ayrıntılar tehlikelidir. Saçları at kuyruğu yapılmış bir oyuncak
vardı çizgi filmde, ata dönüştü sesler çıkararak, canlandı. Saçlarında sarı ve
siyah karışımını, gerçekdışı tercihi gördüm. Sonra pencereme konan kuşları
düşündüm. Konarlar geceleri. Kanatlarının ısısını hisseder, gülümserim. Yalnız
değilim, derim, oh. Önüme gelir gözlerin sonra, sobamdaki kömür yumrusudur
onlar, bakarlar bana. Uyanık mıyımdır anlamam gayrı. Dıştan bakar ve “sanki
gözlerini kapadığı anlar yoktu ya da varsa bile o bunu fark etmiyor, fark etse
dahi uykunun mahmur kollarında bu kez başka bir ekran açılıyordu önünde”
dersiniz. Gözlerimin kapalı olduğunu anlarım anlamasına ama neyin gerçek neyin
rüya olduğunu, hayal-kurmaca-umut olduğunu anlamam, bilmem. Açarım gözleri,
açınca ekranda görürüm seni. Kömürlerine bakma isteğimi hatırlarım bir ömür.
Diziş
Şimdi asıl meseleye gelelim. İzlediği dizide bir mağaraya
giriyordu çocuğun teki. Girince geçmişte sıkışıp kalıyor, şu andaki başka bir
çocuğun babası olarak büyüyor ve intihar ediyordu. Sami’nin yüreği çarptı belki
yıllar sonra. Gülümsedi belirgin bir surette. İntihar edersem, dedi, belki
geriye döndürebilirim her şeyi. Öldürürsem kendimi, onun gidişini de önlemiş
olur, değiştirebilirim kaderimi. Gülümsedi. Ne yapmalı? Yıllar sonra açtı
kapısını evin güçlükle. Soğuğu doldu hayatın içeri, zamanın tuhaf akıcılığı ve
kaybolan ağaçların sırlı dalları sızdı. Öksürdü Sami, eşinin mezarını aradı,
bir ağacın altında olacaktı, ağaç ve mezar yok, yok. Arkasını döndü,
duvarlarında evin ışıltısı ekranın. İçeri girdi koşarak. Çantasını aldı eşinin
yerden, kulpları çürümüş, lekelenmişti yüzeyi. Koluna geçirdi çantayı, sahte
bir tebessüm, bir sahtesi daha. Öfke ve ihanet. Çıkardı çantayı alelacele,
parçaladı sakince, sakin, sakin, öfkesiz. Ekranda kafası büyük oklarla
gösterilip yuvarlak içine alınan ve mozaiklenen biri. Çıkıyor bu şahıs
sandalyenin üstüne. Malum son. Tireyiş ve ikinci t’nin süzülmesi, akışı.
Parçalanan çanta. Parçalanta. İse karışan parçalar. Yan yana diziş onları,
diziş, ekrandan süzülenleri katış, katış.
Katış
Biz onu izledik durmadan, ne olduğumuz önemsiz. Kuş yahut
insan. Fenerler elimizde, gagamızda, ruhumuzda. Sessizdik tabii. Pürdikkat
ekranın bize vadettiği hayalleri izledik. Bu kez hayallerin renklerine bir
karalık karıştı. Titredi cesurlarımız, içimiz titredi ve arttı kederimiz.
Asıldı yüzümüz, çığlıklar geldi içten içe, bunu biz duyduk yalnızca, biz
bildik. Ekranın ışıltısı kesildi ardından. Ağaçlar tek tek eridi, fark ettik,
bir ağaç kaldı ardımızda, altında bir mezar. Mezar taşı olduk, dizildik
etrafına, kara gölgelerimizle dizi dizi. Ağacın dalında sallanıyordu bir
müntehir. Ağacın kollarında kameralar, mezarda ölü bebek bezleri, karışan
kafamız. Mezarı kazıyor, boşluğa katıyoruz üsttekini. Belki kadın belki erkek.
Pencereye dönüş. Ekranın ışıltısı, yıldızca ışıltısı, şıkır şıkır. Sami’nin hiç
görmediğimiz yüzünün canlandığı hissi. Huzur. Her şeyin değiştiği düşüncesi,
yanılış.
Yanılış
Ekrana baktım, o yapıyorsa, dedim, bu mozaik surat da
yapıyorsa, ben de yaparım. Mecburum. Onca isin içinde astım kendimi. Astım, tek
sözcük etmedim. Sevmem sözcükleri. Boşlukta sallandım belki günlerce, aylarca.
Belki hep aynı anda binlerce kere binlerce.
Kalkıyorum yerimden. Karşımdasın. Ekran ışıltılı. Hayat
güzel. Manalı bakışlar. Aynada yüzüm. Gülüş. Ekranda sen. Bana bakman. Bakış.
Dizideki gibi. Ben geçmişteyim, geçmiş bir ekranda, zamanda, andayım. Ellerimi
tutuyorsun, ellerin soğuk. Ellerimi tutuyor, mezarımıza götürüyorsun, birlikte
öldüğümüz gün beraber gömüldüğümüz ışıltılı mezara. Şimdi, yıllar sonra, ilk
kez uyuyabilirim.
Uyanırım, tekrar başlar. Yine.
Yineleyiş
(Kapanan sahipsiz ekran gölgesi)
No comments:
Post a Comment