June 23, 2019

ÖYKÜMÜN ÖNCESİ




İyi fareydi Pedro, ama evcilleşmeyi reddediyor, kendini okşatmıyor, her yere pisliyordu. Odama ilk girdiğimde görmüştüm onu, o sıralar altın günlerimi yaşıyordum. Minik Köpek Güldü o ağustos sayısındaydı. Cebimde elli dolar ve kafamda büyük planlarla Colarado'dan otobüse binip kente geldiğim günden bu yana beş ay geçmişti. Bir felsefem vardı o günlerde. İnsanla hayvan arasında fark gözetmezdim, Pedro istisna teşkil etmiyordu; peynire çok para gitmeye başlamıştı ama, Pedro dostlarını davet ediyor, oda fareden geçilmiyordu, peynire son verip onlara ekmek verdim. Sevmediler ekmeği. Onları şımartmıştım, başka bir yere gittiler, ama eski bir incilin sayfaları ile yetinebilen münzevi Pedro kaldı. (John Fante-Toza Sor)

Paragraf I: Sana şehrin tehlikelerinden bahsettim. Burası, dedim, büyük, görkemli, öfke dolu. Kustu kusacak emekli bir canavar. Anlamadın sözlerimi. Gülümsedin. Sokakları dar ve kalabalık, nefes alınamaz. Seni gördüler mi, anladılar mı farklı olduğunu düşerler peşine insan lekeleri, kara kargalar iri iri gaklar, bilirler bu şehrin bir rüyadaki korku bahçesi olduğunu. Anlamadın. Ülkemde, dedin, kara bulutlar var. Gökyüzünü sarmış vaziyette, yaşartıyor gözlerimi baktığım an. Bazen yırtarak perdelerini bulutların, turuncu hayaletler süzülüyor ağaçların tepesine. Koyu yeşil ağaçlar kararıyor, turuncu hayaletler birer mermi parçası yahut bomba oluyor, yağıyor şehrin üzerine, korkup kaçışıyoruz, uçuşuyor saçlarımız, tozlanıyor, tükeniyoruz. Ürkmüyorum, dedin. Tüm bu olanlar seni korkutmuyordu belli ki, saçların güzeldi. Gamzene yüzündeki ova demiştim. Gülümsemiştim, belki de bir tepe ve uçurum. Kim bilir? Öykü daima böyle mi gidecek diye sormuştun. Tuhaf benzetmeler, tanımlamalar, abartılı ifadeler mi olacak içinde? Bir konusu, olayı, gerilimi bulunmayacak mı? Kim okur bu yazdıklarını, kimin içi titrer satırları takip ederken, kim leziz bir peynir tadı alır, kim kendi öyküsünü okur sende, kim? Bak, dedin ve bu paragrafta edebi nitelik gösteren süslü ifadelerin altını tek tek çizdin, tırmaladın bir edebiyat öğretmeni edasıyla, yüzüm kızardı, yapma, dedin, güzelim öyküyü romantize etme, etme, kızardı yüzüm, ağladım, anladım: İnsan kendi öyküsünü değil öyküsünün öncesini yazabilirdi ancak. Sıra öyküye geldi mi darmaduman olurdu satırlar ve öyküyü yazmak tehlike arz ederdi sadece, anlaşılamazdı çünkü.

Paragraf II: Denizin kıyısında saatlerce yürüdük. Vapur düdükleri. (Yaşam maçını çoktan bitirmek üzere düdüklerini çalıyor vapurlar, bitmek bilmiyor mücadele, demek isterdim ama demem.) Martılar denizdeki çöpleri karıştırıyordu. Çimlerde birbirini öpüyordu dudaklar. Kalan parçalar silinmişti yeryüzünden. Yutkundum. Bir köşede mangal yakmıştı sevimli bir aile. Mangaldaki külü yelleyen adam çoktan duman altı olmuştu tabii. Çocukları neşeyle birbirini tokatlıyordu ailenin. Yaşça büyük olanı veletlerin, diğer ikisini sıraya dizmiş rahat, hazır ol, dedirtiyor, kahkaha atıyordu. Bana vur, asker diyordu uzun olanı ve (yaşça büyük olanının bu olması gerektiğini düşünmüştüm nedense) yediği cılız şamarın karşılığını misliyle veriyor, rahatlıyordu. Kafasını yere vurunca orta boylusu öfkelenmiş ve hıncını kısa boylu ve hâliyle en küçük olandan, çocuğun henüz yeni şekillenen suratına indirdiği bir yumrukla almıştı. Akan kanlar, feryat ve pikniğin arka planında kapıları açılmış araçta çalan 1982 tarihli Ferdi Tayfur parçası Yaralıyım Dertliyim başımı ağrıtmıştı. Beyaz Şahin’in hoparlörleri gibi titriyordu ellerim: Seni sevip sensiz olmak, ıstıraptır acıdır. Bir bakışın bir gülüşün, gönlümün ilacıdır. Yaralıyım dertliyim, doğuştan kederliyim. Öyle başımı döndürdün ki, bu alemin neresindeyim? Neden sessizleştin diye sordun. Gülümsememi istedin. Kömür gibi olmuştu etler, hepimiz hipnotize olmuşçasına bağlanmıştık parçaya. Bunu sana anlatamazdım. Ağaca bağlanan hamaktaki bebenin burnunda kabaran sinek ısırıklarını nasıl söylerdim, senin bu zamana kadarki öykümü aptal bir boşluğa çeviren bakışlarını nasıl, nasıl ifade edebilirdim, söyleyemedim, gülümsedim zoraki. Bu alemin neresindeyim, dedim sonra. Uzun bir sessizliği çiğnemiştim. (Sessizlik patikası da diyemiyorum, bıktım bu kısıtlamalardan) Yürüdük. Sorunu, dedin, çok düşündüm, cevabı çok zor. Öykülerinden de karışık, onlardan da zor bunun yanıtı. Ferdi’den kurtulmalı, yeni öykü kişileri, yeni Ferdiler, yeni fertler, yeni bireyler bulmalıydım öyküme. Böyle olmayacaktı. Geçmişimden, kültürümden kaçamıyordum işte, olmuyordu. Al, dedim, al bu ikinci paragrafı da çiz, nesini çizeceksin bakalım, ne bulacaksın burada, ne var? Gülümsedin, gamzen, uçuşan tozlanan saçların. Öykünün olay üzerine inşa edilmesi gerektiğini biliyorsun, dedin, artık bu paragrafı unut ve üçüncü paragrafta olay öyküsü şovu yap, yap lütfen.

Paragraf III: Öykümü burada yazmaya karar verdim. Ele ele tutuştuk. Su kıyısında koştuk. İnsanlar bize bakıyordu, tüm kıyafetlerimizi çıkardık. Düşünmüyordum kısıtlamaları, önemsemiyordum baskısını toplumun. Suyun öte yakasında nem bulutları çökmüştü şehrin üzerine. Sana şehrin güzelliklerinden bahsettim. Burası, dedim, büyük, görkemli, öfke dolu. Sıktım parmaklarını kıracak denli, narindi minik gövden. Durduramıyordum içimdeki şehri. Kustu kusacak emekli bir canavar. Kaçmamız gerekiyordu şehirden. (İnsanın kendinden kaçmasının mümkün olmayacağı şeklindeki popülist ifadelerden hoşlanmıyordum elbette) Ellerim, dedin, acıyor, acıyor ama ilk kez canımı yakmıyor bu, beni güzelleştiriyorsun. Ben insanoğlunun beni güzelleştirebileceğine olanak tanımazdım. Ne olacaksa olsun. Sustun, soluğun kesildi. Önüme çıktı karanlık adamlar, şehrin hergeleleri, dur hemşehrim, dediler. Bu alemin neresindesin, ne ayak, dediler. Dediler, deli bu, dediler, çıplak, uçmuş, elindeki kadın çantasını kimden çalmış, dediler. Sapık bu, tacizci belli ki, dediler, ağızları sulanmıştı. Bırakmadım ellerini senin, un ufak olmuştun, çantamı aldılar, şehrimi çaldılar. Dediler, bu ölü fare de ne, dedim o Pedro, o benim gamzelim, öykümün kahramanı, dediler, sus aptal, çeneni kapa, deli zekâlı. (Bu tanımlama hoşuma gitmişti, bazen kalabalıkların da doğru ifadeleri oluyor.) Ağzımı burnumu kırdılar, sensiz bıraktılar, senin cesedini denize attılar, o çok sevdiğin suyun içinde nefessiz kaldın yine, öldün iki kere.

Paragraf IV: Dünyada beni seven bir şey olsaydı, tek bir şey, bir böcek, bir fare hatta, ama o da mazide kalmıştı, ona sunabileceğim en iyi şeyin portakal kabuğu olduğunu anlayınca Pedro bile terk etmişti beni.

Paragraf I öncesi-Paragraf IV sonrası: Gülümsedin. Bağışladın mı beni, dedim. Neden olmasın, dedin, nasılsa zarar vereceksin bana. Sana güvenmiyorum insan, güvenmiyorum. Omzumda yürüdün. Ben böyle güzel olduğunu, beni titretecek bir yaren, yaran olduğunu bilmiyordum. Şımartmıştım geride kalanları, şımartmıştım, başka bir yere gitmişlerdi. Yalnız bırakmışlardı beni. Turuncu hayaletler birer mermi parçası yahut bomba olup yağmıştı şehrin üzerine, korkup kaçışmıştık, uçuşmuştu saçlarımız, tozlanmıştı, tükenmiştik. "Öykümü yüksek sesle okursan beni çok mutlu edersin," dedim. "Bu güne kadar kimse yapmadı bunu, dinlemek ilginç olabilir." Memnuniyetle, dedin, hava kararmak üzereydi, şehrin kara bulutları yaşartıyordu gözlerimi baktığım an.

T/ek: Suyun içinde seni bulmaya çalıştım. Başka bir ülkede, başka bir dilde, belki Ukrayna’da seni aradım. Su beni götürdü, akladı, pakladı, kirletti, kör etti, seni aradım. Ölmemiştin, ölemezdin, birbirini seven, başka birinin öyküsünü seven ölemezdi. Pryvit dedim, do pobachennya dedim sudaki kokuna. Suydun sen artık. Suyu öptüm, öptüm delice. Gülümsedim son kez, ömrüm boyunca gülümseyemeyecektim.


Pryvit: Merhaba
Do pobachennya: Hoşça kal


No comments:

Post a Comment