İyi fareydi Pedro, ama evcilleşmeyi
reddediyor, kendini okşatmıyor, her yere pisliyordu. Odama ilk girdiğimde
görmüştüm onu, o sıralar altın günlerimi yaşıyordum. Minik Köpek Güldü o ağustos
sayısındaydı. Cebimde elli dolar ve kafamda büyük planlarla Colarado'dan
otobüse binip kente geldiğim günden bu yana beş ay geçmişti. Bir felsefem vardı
o günlerde. İnsanla hayvan arasında fark gözetmezdim, Pedro istisna teşkil
etmiyordu; peynire çok para gitmeye başlamıştı ama, Pedro dostlarını davet
ediyor, oda fareden geçilmiyordu, peynire son verip onlara ekmek verdim.
Sevmediler ekmeği. Onları şımartmıştım, başka bir yere gittiler, ama eski bir
incilin sayfaları ile yetinebilen münzevi Pedro kaldı. (John Fante-Toza Sor)
Paragraf I: Sana
şehrin tehlikelerinden bahsettim. Burası, dedim, büyük, görkemli, öfke dolu. Kustu
kusacak emekli bir canavar. Anlamadın sözlerimi. Gülümsedin. Sokakları dar
ve kalabalık, nefes alınamaz. Seni gördüler mi, anladılar mı farklı olduğunu
düşerler peşine insan lekeleri, kara kargalar iri iri gaklar, bilirler
bu şehrin bir rüyadaki korku bahçesi olduğunu. Anlamadın. Ülkemde,
dedin, kara bulutlar var. Gökyüzünü sarmış vaziyette, yaşartıyor gözlerimi
baktığım an. Bazen yırtarak perdelerini bulutların, turuncu
hayaletler süzülüyor ağaçların tepesine. Koyu yeşil ağaçlar kararıyor,
turuncu hayaletler birer mermi parçası yahut bomba oluyor, yağıyor şehrin
üzerine, korkup kaçışıyoruz, uçuşuyor saçlarımız, tozlanıyor, tükeniyoruz.
Ürkmüyorum, dedin. Tüm bu olanlar seni korkutmuyordu belli ki, saçların
güzeldi. Gamzene yüzündeki ova demiştim. Gülümsemiştim, belki de bir
tepe ve uçurum. Kim bilir? Öykü daima böyle mi gidecek diye sormuştun. Tuhaf
benzetmeler, tanımlamalar, abartılı ifadeler mi olacak içinde? Bir konusu, olayı,
gerilimi bulunmayacak mı? Kim okur bu yazdıklarını, kimin içi titrer satırları
takip ederken, kim leziz bir peynir tadı alır, kim kendi öyküsünü okur sende,
kim? Bak, dedin ve bu paragrafta edebi nitelik gösteren süslü ifadelerin altını
tek tek çizdin, tırmaladın bir edebiyat öğretmeni edasıyla, yüzüm kızardı,
yapma, dedin, güzelim öyküyü romantize etme, etme, kızardı yüzüm, ağladım,
anladım: İnsan kendi öyküsünü değil öyküsünün öncesini yazabilirdi ancak. Sıra
öyküye geldi mi darmaduman olurdu satırlar ve öyküyü yazmak tehlike arz ederdi
sadece, anlaşılamazdı çünkü.
Paragraf II: Denizin
kıyısında saatlerce yürüdük. Vapur düdükleri. (Yaşam maçını çoktan bitirmek
üzere düdüklerini çalıyor vapurlar, bitmek bilmiyor mücadele, demek isterdim
ama demem.) Martılar denizdeki çöpleri karıştırıyordu. Çimlerde birbirini
öpüyordu dudaklar. Kalan parçalar silinmişti yeryüzünden. Yutkundum. Bir köşede
mangal yakmıştı sevimli bir aile. Mangaldaki külü yelleyen adam çoktan duman
altı olmuştu tabii. Çocukları neşeyle birbirini tokatlıyordu ailenin. Yaşça
büyük olanı veletlerin, diğer ikisini sıraya dizmiş rahat, hazır ol,
dedirtiyor, kahkaha atıyordu. Bana vur, asker diyordu uzun olanı ve (yaşça
büyük olanının bu olması gerektiğini düşünmüştüm nedense) yediği cılız şamarın
karşılığını misliyle veriyor, rahatlıyordu. Kafasını yere vurunca orta boylusu
öfkelenmiş ve hıncını kısa boylu ve hâliyle en küçük olandan, çocuğun henüz yeni
şekillenen suratına indirdiği bir yumrukla almıştı. Akan kanlar, feryat ve pikniğin
arka planında kapıları açılmış araçta çalan 1982 tarihli Ferdi Tayfur parçası Yaralıyım Dertliyim başımı ağrıtmıştı.
Beyaz Şahin’in hoparlörleri gibi
titriyordu ellerim: Seni sevip sensiz
olmak, ıstıraptır acıdır. Bir bakışın bir gülüşün, gönlümün ilacıdır. Yaralıyım
dertliyim, doğuştan kederliyim. Öyle başımı döndürdün ki, bu alemin
neresindeyim? Neden sessizleştin diye sordun. Gülümsememi istedin. Kömür
gibi olmuştu etler, hepimiz hipnotize olmuşçasına bağlanmıştık parçaya. Bunu
sana anlatamazdım. Ağaca bağlanan hamaktaki bebenin burnunda kabaran sinek
ısırıklarını nasıl söylerdim, senin bu zamana kadarki öykümü aptal bir boşluğa
çeviren bakışlarını nasıl, nasıl ifade edebilirdim, söyleyemedim, gülümsedim
zoraki. Bu alemin neresindeyim,
dedim sonra. Uzun bir sessizliği çiğnemiştim. (Sessizlik patikası da
diyemiyorum, bıktım bu kısıtlamalardan) Yürüdük. Sorunu, dedin, çok düşündüm,
cevabı çok zor. Öykülerinden de karışık, onlardan da zor bunun yanıtı. Ferdi’den
kurtulmalı, yeni öykü kişileri, yeni Ferdiler, yeni fertler, yeni bireyler
bulmalıydım öyküme. Böyle olmayacaktı. Geçmişimden, kültürümden kaçamıyordum
işte, olmuyordu. Al, dedim, al bu ikinci paragrafı da çiz, nesini çizeceksin
bakalım, ne bulacaksın burada, ne var? Gülümsedin, gamzen, uçuşan tozlanan
saçların. Öykünün olay üzerine inşa edilmesi gerektiğini biliyorsun, dedin,
artık bu paragrafı unut ve üçüncü paragrafta olay öyküsü şovu yap, yap lütfen.
Paragraf III:
Öykümü burada yazmaya karar verdim. Ele ele tutuştuk. Su kıyısında koştuk.
İnsanlar bize bakıyordu, tüm kıyafetlerimizi çıkardık. Düşünmüyordum
kısıtlamaları, önemsemiyordum baskısını toplumun. Suyun öte yakasında nem
bulutları çökmüştü şehrin üzerine. Sana şehrin güzelliklerinden bahsettim. Burası,
dedim, büyük, görkemli, öfke dolu. Sıktım parmaklarını kıracak denli, narindi
minik gövden. Durduramıyordum içimdeki şehri. Kustu kusacak emekli bir canavar.
Kaçmamız gerekiyordu şehirden. (İnsanın kendinden kaçmasının mümkün olmayacağı
şeklindeki popülist ifadelerden hoşlanmıyordum elbette) Ellerim, dedin, acıyor,
acıyor ama ilk kez canımı yakmıyor bu, beni güzelleştiriyorsun. Ben insanoğlunun
beni güzelleştirebileceğine olanak tanımazdım. Ne olacaksa olsun. Sustun,
soluğun kesildi. Önüme çıktı karanlık adamlar, şehrin hergeleleri, dur
hemşehrim, dediler. Bu alemin neresindesin, ne ayak, dediler. Dediler, deli bu,
dediler, çıplak, uçmuş, elindeki kadın çantasını kimden çalmış, dediler. Sapık
bu, tacizci belli ki, dediler, ağızları sulanmıştı. Bırakmadım ellerini senin,
un ufak olmuştun, çantamı aldılar, şehrimi çaldılar. Dediler, bu ölü fare de
ne, dedim o Pedro, o benim gamzelim,
öykümün kahramanı, dediler, sus aptal, çeneni kapa, deli zekâlı. (Bu tanımlama
hoşuma gitmişti, bazen kalabalıkların da doğru ifadeleri oluyor.) Ağzımı
burnumu kırdılar, sensiz bıraktılar, senin cesedini denize attılar, o çok
sevdiğin suyun içinde nefessiz kaldın yine, öldün iki kere.
Paragraf IV: Dünyada beni seven bir şey olsaydı, tek bir
şey, bir böcek, bir fare hatta, ama o da mazide kalmıştı, ona sunabileceğim en
iyi şeyin portakal kabuğu olduğunu anlayınca Pedro bile terk etmişti beni.
Paragraf I
öncesi-Paragraf IV sonrası: Gülümsedin. Bağışladın mı beni, dedim. Neden
olmasın, dedin, nasılsa zarar vereceksin bana. Sana güvenmiyorum insan,
güvenmiyorum. Omzumda yürüdün. Ben böyle güzel olduğunu, beni titretecek bir yaren,
yaran olduğunu bilmiyordum. Şımartmıştım geride kalanları, şımartmıştım, başka
bir yere gitmişlerdi. Yalnız bırakmışlardı beni. Turuncu hayaletler birer mermi
parçası yahut bomba olup yağmıştı şehrin üzerine, korkup kaçışmıştık, uçuşmuştu
saçlarımız, tozlanmıştı, tükenmiştik. "Öykümü yüksek sesle
okursan beni çok mutlu edersin," dedim. "Bu güne kadar kimse yapmadı
bunu, dinlemek ilginç olabilir." Memnuniyetle, dedin, hava kararmak üzereydi, şehrin kara
bulutları yaşartıyordu gözlerimi baktığım an.
T/ek: Suyun içinde seni bulmaya
çalıştım. Başka bir ülkede, başka bir dilde, belki Ukrayna’da seni aradım. Su
beni götürdü, akladı, pakladı, kirletti, kör etti, seni aradım. Ölmemiştin,
ölemezdin, birbirini seven, başka birinin öyküsünü seven ölemezdi. Pryvit dedim, do pobachennya dedim sudaki kokuna. Suydun sen artık. Suyu öptüm,
öptüm delice. Gülümsedim son kez, ömrüm boyunca gülümseyemeyecektim.
Pryvit:
Merhaba
Do pobachennya: Hoşça kal
Do pobachennya: Hoşça kal
No comments:
Post a Comment