Lennie
yalvardı:
"Hemen
yapalım bu işi. Küçük çiftliğimizi hemen alalım."
"Tabii,
tabii. Hemen. Bu işi yapacağım. İkimiz yapacağız."
Fareler ve İnsanlar - John Steinbeck
Fareler ve İnsanlar - John Steinbeck
Yapayalnız, yapayalnız. Öylece dolaşırdım sokaklarda,
yaprakların titremesi alırdı gözümü, bitmeyen metro inşaatlarının metalik
duvarları mutlu ederdi beni. Dokunurdum bariyerlere, hızla koşar; etten bir
metroymuşçasına küf küf ederdim. Yola anlamsızca koyulmuş sarı şeritlere bulanırdım
hatta, her seferinde gülümserdim üstümü başımı düzeltirken. “Önce can güvenliği”
yazardı sarı üstüne siyah resmedilmiş Mustafa
Denizli benzeri bir adamın sağ işaret parmağıyla yaptığı ikazın hemen
altında. Ona bakıp içli içli düşünür, sus yapardım, işçiler bir tahta
parçasının üstünde türküler söylerdi, görürdüm kafalarını, çay içerlerdi, çok
şeker attıklarını duyardım kaşık şıngırtılarının uzunluğunu hesap ederek. Peynir
ekmek yediklerini, domates çekirdeklerinin açtıkları gazete sayfasının
üstündeki çıplak ünlüleri lekelediğini düşünür, tuhaf bir yalnızlığa
kapılırdım. Şakalaşma sesleri gelirdi kimi zaman, adlarını bilmediğim beton
delme araçlarının horultuları başladı mı iş başı demekti hâliyle, ciddiyet
zamanı. Metro inşaatına bakan evlerin balkonlarına uçuşurdu inşaat tozları, oralardaki
lekelerle birleşir ve büyük yeryüzü küflerine dönerlerdi sanki, bundan korkan hane
sakinlerinin pencerelerini kapadıklarını, camların berisinde çaresizce
öksürdüklerini ve güzel bir metronun, değeri artacak döküntü evlerinin hayaliyle
sakinleştiklerini fark ederdim. Üşürdüm sarı sıcağın altında, dokunurdum
bariyerlere, elimi ağzıma götürürdüm, paslı bir türkü söylerdi işçilere ağzım, susardım,
günler böyle geçerdi, kendimi durduramazdım.
Taksiciler bulmuştu beni yol kenarındaki otların dibinde.
Duraklarına yakın bir mesafede bayılmışım. Olur bazen, insan bayılır. Algida dondurma şemsiyesinin altında
dinleniyordu şoförler. Ağzını burnunu kırmışlar, dedi birisi. Solmuştu rengi,
rüzgâr götürdü götürecekti şemsiyeyi, sarsılıyordu şemsiyenin alttaki bidonuna
dayanan şoför ayakları. Titriyordu yapraklarınkini andırır şekilde. Üşüyordum. Dövmüşler
garibi, deli bu, deli, dedi iri gövdeli olanı, yere tükürdü, ayağıyla ezdi
sıvıyı, asfalta yedirdi, sol elinin dışıyla ağzını temizledi, küfretti, sanki
herkese sirayet eden bir küf boğazlarda gıcık yaptı. Sırayla öksürüldü,
bidondaki bacaklar kıpırdadı, üşüdüm. Sürekli buralarda dolanıp durur, metro
inşaatını izler, sarı makineleri büyülenmiş gözlerle takip eder, aptal bu. Çok
kötü dövmüş bunu işçiler. Beni nasıl dövdüler? Elimden tuttu işçi 1, gel, dedi,
gel, yalnızım. Sakalı uzamıştı, bizi böyle öykülerde sapık, cahil, manyak
gösterme arzusuna kapılan yazardan sıyrıl, gel. Küflerin havaya yükselişi,
makinelerin horultusu, işçi 2-3-4-5-6-7-8-9’un feryatları. Kırmızı turuncu
ışıklar inşaat çukurunda. Şemsiye uçuyor ulan. Kükredi şoförlerin kralı, şoför
1. Siz ne biçim şoförsünüz, tuh size. Şoför 1, gel, dedi, gel, yalnızım, bizi
böyle öykülerde birkaç satır önceki surette gösterme arzusuna kapılan yazarı
sustur. Zamanda kırılma. Yere yığılmıştı şoför 1, ağzından koyu sular
çıkıyordu. Öyle gördüm, şoför 2-3-4-5-6-7-8-9 başına üşüştü kralın. Taksi
telsizlerinden küf küf sesler geliyordu, göbeğe taksi küf küf, bu, dediler beni
kast ederek, bu efsunlu, bu bir yaratık. Öldürecek kralı, aynı anda semaya
döndü sekiz çift el, hızlı hızlı dualar okudular, sağı solu kolaçan ediyordu
ürkek dudaklar, üstlerinde mavi üzerine koyu mavi çizgili ucuz tişörtleri,
tişörtlerinin ön cebinde birkaç dal sigaraları vardı. Yüze giden huzurlu eller,
ferahlama, sıkılan yumruklar, bana vuran eller, çoktan uçan şemsiye. Öksürdü
şoförler tek tek. Küf.
Tanımadığımız, anlamadığımız şeylere dokunduğumuzda bir şeylerin
değişebileceğini, bazen iyiye; çoğunlukla kötüye gittiğini bu şekilde
anlamıştım. Yeni yeni iyileşiyordu yaralarım, hırpalanmıştım epey. Günlerim
Mustafa Denizli’yi incelemek, küf küf yapmak, metro inşaatını seyretmek döngüsü
içinde eriyordu. Tükeniyordum.
Vazgeçtiklerini açıkladılar metro projesinden. Belediye
başkanının değişmesi, ihaleye karışan fesat, şehrin başka köşesinde bir anda
değerlenen yeni bir bölgeye kayan ilgi miydi sebebi? İnşaat bölgesini olduğu
gibi bıraktılar, çukurun üstünü toprakla örttüler yalnızca. Tümünü izledim. Kurbağa
sesleri yükseldi, bazı börtü böcek cırlamaları ve kötü kokular yayıldı çevreye.
Üşüdüm. Bayıldım, yalnızdım. Elimden tuttun sen. Gel, dedin, gel, yalnızım. Bu
öykünün böyle sıradan bitmesine izin vermeyeceğim. Bana inanman gerekiyor.
Yapraklar titriyordu, canım sıkkındı çünkü bariyer kalmamıştı dokunacak.
Koşalım, dedin. Nefes nefese kalana dek ilerledik. Şehrin daha önce gelmediğim
kısımlarındaydık. Terleyen ellerimiz içi içeydi. Her şeyin farklı olmasını
diledin, ellerin titredi. Sana dokunanın öldüğünü, tükendiğini biliyorum, dedin
yorgun gözlerini kısarak. Senin bu dünyaya uygun olmadığını da hissediyorum
elbette, başımı okşadın, Lennie’nin sonu senin sonun, bizim sonumuz: “George
tabancayı kaldırdı, elini kımıldatmadan tuttu, namluyu Lennie'nin ensesine
yaklaştırdı. Eli şiddetle titriyordu, ama az sonra, yüzü kaskatı kesildi, eli
sabitleşti. Tetiği çekti. Tabanca sesi tepeleri tırmandıktan sonra, tekrar aşağı
indi. Lennie yerinden bir hopladı, sonra yavaşça kayarak kumların üstüne
yüzükoyun kapandı, hiç kımıldamadan yerde serili kaldı.” George 1-2, Lennie 2
ve sen 1-2 başımda dikiliyordunuz, koyu su ağzımdan, yüzümden akmaya
başlamıştı, ısınıyordu içim, ferahlamıştım.
Yeni belediye başkanı şirin vaatlerle atıl bölgede bir
fabrika kurulacağını söylüyordu. İşçi 1-100, işsiz 1-100 el eleydi, sloganlar,
halaylar, sevinçler. Fabrika bariyerlerine dokunuyordu elim, hızla koşuyor; etten
bir makineymişçesine, bu kez çuf çuf ediyordum. Seni görmüştüm fabrika
duvarlarının bitiminde, gülümsüyordun, üşümüş, öfkelenmiştim. Bir daha ölmek
istemiyordum. Sıkmıştım boğazını, kıtır kıtır sesler, çuf çuf çıtırtılar
gelmişti, yavaşça kayarak kumların üstüne yüzükoyun kapanmış, hiç kımıldamadan
yerde serili kalmıştın. Öpmüştüm gövdeni, aynı anda semaya dönmüştü bizi
izleyen sekiz çift el, hızlı hızlı dualar okumuşlardı, sağı solu kolaçan etmişti
ürkek dudakları. Mavi üzerine koyu mavi çizgili ucuz tişörtümün ön cebindeki sigaradan
tutturmuştum ölü dudaklarına. Önce can güvenliği, demiştim tebessüm ederek,
paslı tadını ellerimin dudaklarımda nemlendirmiş, kendime dokunarak, tüm
bedenimi sarıp sarsarak kapamıştım gözlerimi. (Aklım hâlâ uçan şemsiyedeydi.)
No comments:
Post a Comment